‘ Müzik ’ Mevzubahis Arşivi

Leopar Desenli Taytların Dönüşü

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Steel PantherTüm Türkiye’yi kucaklamak isteyen, veyahut bunu yapabilecek kucak kapasitesine sahip olduğunu söyleyen siyasetçilerimizin yanında, işi bir seviye daha ileri taşıyıp “Tüm Türkiye’yi bacak omuza alacağım“,”Tüm Türkiye’nin g.t deliğini genişleteceğim iddiasında bulunan politikacılarımız da mevcut. Tabii ki bu tarz cümlelerin alt metninde yatan “Kürt Türk ıvır zıvır ayrımsızcılığı“nı hesaba katmak yerine terminolojinin sanki illa ki birinci anlamı üzerinde gidilecekmiş gibi apolitik genç güruhlarımız oluşuyor. Sen alma, öbürü almasın, e kim alacak bu Türkiye’yi kucağına? Sonra elin yabancısının dizlerinin üstünde mi hoplayalım illa ki diyip, kendimizi artık “Ankara’da bir at, mecliste 500 gavat” sözündeki gavatlara bırakmalıyız. (Tabii bu anonim sözün eski kırat zamanlarında ortaya çıktığını düşünüyorum, şu anki parlemento dizilimine göre kırat olmaz da başka bi uyak uydurursun.)

Din birliği, dil birliği, tokmak birliği, kültür birliği, efendime söyliyim bunlar hep birinden biri eksik olduğunda diğerlerinin de artışını skerten değerler. Görüyorsunuz sevgili okurlar, adeta kendi ülkemiz içinde kendi insanlarımız çoklu kutuplarda. Herkes kendi içindeki alter egosunun haçlı seferine karşı yahudi ya da müslüman birliğini gönderiyor. Dil birliği diyince “Hah French Kiss oh yes” diyip karşısındakinin gırtlağına yumulan ibişler var ki düşünün hele sonuna kadar “French” olan öpüşme çeşidiyle hangi dilin neredeki birliği bu?

Toplumsal yaşantı içinde herhangi bir nosyonun erozyona uğraması, bir anlamda o ülkeyi komple olarak dinden kitaptan, kendisine sunulan tek menülü yemek ziyafetinden uzaklaştırıyor ve ortaya adeta kültürler cümbüşü çıkıyor, ki biz böyle bişeyi istemiyoruz. Kesinlikle tek tip insanlar olup, müslüman ve safkan Türk olmayan, hadi Türk ve müslüman olsa bile bunun gereklerini yerine getirmeyen bütün insanları yurdumuzdan ihraç etmemiz en mantıklısı gibi gözüküyor.

Bakın görüyorsunuz sevgili okurlar, her paragrafta konunun derinine, bu aramızdaki kardeş kavgasının G noktasına biraz daha iniyorum. Delip deşerek değil ama, sıvazlaya sıvazlaya. Önce don üstünden girdik, şimdiyse kol görünmez durumda. Ama dikkat, bir anda sokmadık, okşaya okşaya, ürkütmeden soruna ulaştık. Demek ki bir şekilde istenilince uzlaşma toplumu olunabiliyormuş.

Peki deep down inside dediğimiz, hatta Samoa Mozambikçesi’yle “Torrake yomciak soket” de diyecebileceğimiz, mevzubahis derinliklerinde ben, elimde el feneriyle gezip de bir elimi de uzaklarda herhangi bir araç veyahut gemi ararmışçasına elimi alnıma götürüp de gözlerimi kısarak uzağa baktığımda hiçbirşey görmeyip de ayağımın dibine baktığımda ne gördüm dersiniz? Evet, sorunun kaynağı müziğimizdeydi. Zaten her konuda faşizan bir tutum sergileyen ben, herşeyden önce toplumumuzu bozan asıl şeyin bu olduğunu farkedememiştim.

1970′ler bloğunda ünlü Türk rockerlarımız Ferdi Tayfur, Hakkı Bulut ve Orhan Gencebay’ın altın yıllarındayken hepimiz mutluyduk, ilim ve de irfan içindeydik. Kişi başına düşen mutluluk hissesi, Yeşilçam’da bir günde çekilen film sayısından daha fazlaydı, o derece. Fakat sonraları toplumsal beraberliğimizi çekemeyen bir takım yabancı mihraklar, yurdumuza zaman makinesiyle 10 sene öncesinden gelip, 60′larda aranjeli ve hatta alt metninde ırkçılık taşıyan pop müziğini soktu. Evet, sevgili okurlar şu an şaşırdığınızın farkındayım, çünkü hiçbiriniz 70′lerde ortalığın güllük gülistanlık olduğunu hatırlamıyorsunuz. Çünkü yüksek uzaylı Amerikan teknolojisi bizim gerçek geçmişimizi alternatif bir durumla, yani ülkemize pop müziğin girdiği, her değerin 15 saniyede tüketilği bir alternatif ülke durumuyla değiştirdi. Fransızların “Kes köse le ööeeeğ dö laa vööğr” tınılı şarkılarının Türkçe aranjeleriyle gavurlaştırıldı bu toplum sevgili okurlar.

Size şöyle söyliyim, hani diyoruz ya Amerika diğer ülkelerin ışıldamaya başlamış değerlerini alıp, onlardan daha güzel parıldatıp dünyaya bir güzel satıyor diye. İşte şimdi şok olmaya hazır olun. Değiştirilmemiş geçmişimize ait yazılı belgelere ben yakın zaman içinde bir adet uranyum çubuğunun içine rulo yapılmış halde buldum Höyükbaşı’ndaki kişisel kazılarımda. Yani göreceğiniz üzere Greenpeace ismini verdiğimiz toplum gelişme düşmanı Amerika uşakları da yoktu gerçek geçmişimizde. Belgede orjinal metniyle şöyle yazıyordu. “In cold December of 1912, Ferdi Tayfur, Hakkı Bulut and Orhan Gencebay found a new genre. Yeah is’t fucking metal and kicks your ass!!!” İşler adeta çok çok daha garipleşmişti sevgili okurlar. Beni dumurize tavırlar içine sokan iki durum dikkatimi çekmişti. Birincisi Ferdi, Hakkı ve Orhan triosu hiç yaşlanmıyordu. Bu durumda bebek cenini yiyerek genç kalma yöntemini Tom Cruise bizden çalmış olabilir. İkincisi ise metal, rocktan önce bizim topraklarımızda keşfedilmiş ve sonraları belki de Hıncal Uluç gibi moruklar tarafından fazlaca sert bulunarak rock, alternatif rock, boy band rock gibin alt türleri çıkarılmıştı. Dur lan bi de üçüncüsü var. Bu metine göre biz İngilizce’yi de İngilizler’den evvel keşfetmişiz. Ben de niye bu kadar ülkecek sempati duyuyoruz bu dile diyordum hele.

Görüldüğü üzere dünyadaki icat edilmiş şeylerin belki de tamamını icat eden ülkemiz insanı, hatta belki de Amerika’nın bile zaman makinesini icat edip de sonra ona kaptırdığı için geçmişini kaybeden yurdum insanının kardeş kavgasının, ırk kavgasının, kültür ve ekmek kavgasının kaynağı buydu. Bir Deli Profesör atasözü der ki “Kaliteli müzik dinleyen insanların düşünceleri de aynı paralellikte kaliteli olur.” Geçmişimizin hangi aşamaları kim bilir kaç kere değiştirildi şu an emin değilim, kazı çalışmalarım sonucu başka değerlere ulaşacağım, ama insanlarımızın uzun yıllar boyu Demet Akalın, Serdar Ortaç, Boys Anılar, Cankan, Ajdar gibi şarkıcı müsvettelerinin milyonlarcasına birden televizyon ekranının radyasyonu kombosuyla maruz kaldığını görüyoruz. İnsanlarımız mallaşmış durumda. Artık kimse metal dinlemiyor, dinleyenlerse bu türü dejenere eden concon labunya tabakasından başkası değil tabi ki.

80′lerde hair, glam ve heavy metal Kayseri’de keşfedildiğinde köylümüz tarlada, dağda bayırda eşşek skmek yerine bu müzik türlerinin isyankarlığı, mizahı ve leopar desenli gay elbiseleri nedeniyle daha yaratıcı oluyorlardı. Çok üzücüdür ki o zamanlardan icatlarımız arasında elimizde, avucumuzda kalan tek şeey leopar desenli elbiseler oldu ve bu elbiseler sayesinde Ahu Tuğba Yeşilçam’da epey akılda kalıcı bir yer edindi.

Amerika, türü kendisi icat etmiş gibi tüm dünyaya yutturdu ve uzun saçlı, gay giyimli bu abileri kendi bünyesinde yıllar içinde yok etti. Onun yerine bi ara badibildunk yapmış kaslı metalciler devrini başlatsa da pek tutmadı. Müzik icracıları her daim uzun saçlı olsalar da müzikleri sertleşti, kalınlaştı ve şu an “İnsana versen dinlemez” diyebileceğimiz kişilerin dinlediğini görerek Amerika’da ne kadar hayvanın yaşadığını kolayca tespit edebiliyoruz.

Ülkemiz içindeki bütün bu çürümeye, insanlarımızın beyninin, içinin irinle kaplanmasına dayanamadım ve Portakallı Ördeği ülkemize ithal eden Kenan Evren’mişçesine, ülkemize hair ve heavy metali getirmek için kolları sıvadım. Artık tayt giyen, makyaj yapan ama aslında sapına kadar erkek olup konser sonrası groupileri tokmaklayacak türden erkekler bulması zordu ve laboratuvarımda kendi kıstaslarıma uygun şekilde üretim için 1 yıllık bir uğraşa girdim. Zamanının müziğinin üstüne daha fazla mizah, daha kaliteli lirik yeteneği, daha çok gay hareketi ve aynı zamanda enstrümanları cinsel organ gibi kullanma yeteneği kattım. Lirik ve mizah yeteneklerini oluştururken örnek aldığım iki grup vardı. E hep onlar bizden çalacak değil ya, Massacration ve Spinal Tap’in 10 katı gücünde lirik yazan heavy metalcilerim karşımda ve sahneye çıkmaya hazırdı. Servis öncesi üstlerine glam, hard rock soslarını da dökmeyi unutmadım tabii.

İlk önce Metal Skool ismiyle 15 dakikada bir deneme albümü oluşturduk. Açıkcası isim beni pek sarmayınca şu Leopar deseni kafamda kaldığı için grubun adı “Steel Panther” olsun dedim ve grubu müzik konusunda ülkemizin yüz akı partisi MHP gibi faşizan yaptım (Müzik Faşisti). Liriklerinin içinde alttan üstten metal ve hard rock harici müzik yapan herkese bol bol giydirttim, dinleyenlere de apayrı soktum çıkardım. Müzik konusunda faşistlik nasıl olur diyorsanız “Death to all but Metal” (Metal harici bütün müziklere ölüm, Seferoğulları’na ölüm) isimli şarkılarındaki “Fuck the Goo Goo Dolls, they can suck my balls. They look like the dogs that hang out at the mall.” şeklinde başlayıp devam eden sözlere bakabilirsiniz. Korn gibi kolpadan MTV’ye, sektöre laf edip de sonra MTV’nin g.tünü yalayan bir grup asla değil Steel Panther. “Kaliteli gruplar kendi reklamını kulaktan kulağa yapar.” isimli Çin atasözünün tam anlamıyla birebir örneği.

Şarkı sözlerinde çoğu zaman mokarı vermekten sıkılmayan, fahişe buldu muydu kesenin ağzını sonuna kadar açan insanların hikayeleri yer alıyor. Çoğumuzun kıskanç sevgililere demek istediği sözleri bile söylettim onlara. Community Property şarkısındaki “My hearts’s belong to you, but my cock is community property” sözlerini duvara asmayıp da nereye asacaksınız sevgili okurlar? Hatun kısmısının evlenir evlenmez gözünün önüne koyulması gereken bir söz ki sonra başkasıyla kucak kucağa görünce olayın sebebinin farkında olsun.

Grup kırıyor döküyor, skiyor sıvazlıyor belki evet. Ama bütün bunları saygı sevgi çerçevesinde yapıyor. Taşşaklarını yalatsalar da, bageti, gitarı ski gibi kullansalar da sıra Def Leppard’a, Mötley Crüe’ya geldi mi şapkalarını çıkarıyorlar. “Gerçek müziği yapan abilerimize emir terakki evelallah” dedirtecek kadar da hörmet sahibi yaptım ben bunları. Bir albüme 80′lerden katılabilecek ne kadar güzellik varsa kattırmaya çalıştım. Şişko kıza adanan romantik şarkıdan tutun da striptizci kıza duyulan içli hislere kadar.

Bu yazıyı asıl yazmamın sebebi de aslında Steel Panther’ın liriklerde gösterdiği mizahın belki de 2-3 katını kliplerinde göstermiş olması. Fat Girl (Thar She Blows) ve Death to All But Metal şarkıları klibiyle birlikte izlendiğinde uzun süreli ağız açık gülme yüzünden çene kilitlenmesine sebep olacak derecede. Tamam, albümü de paylaşacağım, zaten bu kadar lafın üstüne albümü de klibi de bulursunuz ama Allah ne verdiyse buraya da eklemek istiyorum. Grup hakkında bunca kelamıma rağmen tereddütünüz varsa, önce “Death to All But Metal” sonra Fat Girl kliplerini izlediğinizde bu alametifarikanın bütün şarkılarını sözlerini sindire sindire dinleyip, büyük ihtimalle ezberleyecek, hatta çoğu şarkının içindeki sözleri alıntılayıp duvarınıza asacaksınız. Kalite bu demek sanırım. Çoğu müzik yapan insan da fuck cock suck kelimelerini kullanıyor, bunlar da kullanıyor ama çok sağlam yerlerde kapak mahiyetinde kullanıyorlar ki sözlerdeki zekaya hayran kalınıyor.

Bu ülkeye ve bu dünyaya artık bozulmuş düzeni eski haline getirmek için böylesine “Taşşaklı” bir grup şarttı ve misyonun henüz yeni başladığını söyleyebilirim. Dünyada yeterince insanın kulağına ulaştıktan sonra yeni bir albümle uranyumun içinde yazılmış bilgilerden şu an duyduğunuz ve daha duymadığınız (Hepsini söylersem yeni albümü almazsınız) bütün gerçeklere maruz kalacaksınız ve işte o zaman o zaman makinesini Amerika’lıların g.tüne sokup ötekileştirililen Hakkı, Ferdi, Orhan Trio’muz ile müziğimizin altın çağını hep beraber yaşayacak, geçmişteki hataları yok edeceğiz ve yeniden dünyanın tek gücü olacağız. Hatta dünya Türk olursa o da fena olmaz. Her neyse, 80′lere böyle güzel bir albümle yeniden dönmek gerçekten çok güzel. Aşağıdaki klipleri göremiyorsanız buradan yasak delici programı bir defalığına kurup, sonsuza kadar izleyebilirsiniz.

Buradan da albümü indirebilirsin. (Yemek tatmak helal.)

Yazı bittiğinde “Steel Panther – Community Property” çalıyordu.

Gillette Fark-ı Titreşim Original Soundtrack

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Gillette Fark-ı Titreşim Orjinal SoundtrackRuhumdaki iç ve dış dinginlik basıncını dengelemek için gitmediğim öğreti ustaları, dayak yemediğim senseiler, giriş merdivenlerini ine çıka aşındırmadığım Shaolin Tapınakları ve suratlarına parmağımı uzatıp, aşağılarcasına “Ha ha!” demediğim Shaolin rahipleri kalmadı sevgili okurlar. Hangi mekana gittiysem kapısı tabi ki de suratıma kapanmadı, ama kapansa da pek bi halt farketmeyecekti, çünkü hiçbirinde aradığım huzuru bulamadığım için bir saat içinde uzaklaştığım anılar olarak kaldılar. Tibet’lere Alaska’lara aktım da kıyı kıyı, yine de ruhumdaki huzursuzluk kat ettiğim yolla doğru orantılı endekslendi. Yıllara yaydığım arayışlarım sonucunda aradığım şeyin dayak yemek olmadığını anlayabildim herşeyden önce. Yani 20 yıllık bir uğraş sonucunda bana huzur verme ihtimali olan şeylerden sadece birini eksiltmiştim ve geriye zibilyor sebep daha kaldıydı.

An geliyor ki arayışlarınızın peşini dürtüklemeyi bırakmanız gerekiyor kimi zamanlarda. Kovaladıkça kaçan ateş böceği gibi yaldır yaldır ışığı görürkene, nereden geldiğini anlayamıyorsunuz mesela. Arayışlarımı azaltıp, dinginliğin bana kendiliğinden yaklaşmasını bekleyen zamanlarımdaydım, onca şeyi tecrübe etmiş olmama rağmen hala toy bi bebe kadar boş bakıyordum etrafıma. Sıradan bir günde göbeğimin üstünde huzur içinde yatan kumandayla birlikte televizyon izlerken kapımın zili çaldı. İnanamayacaksınız ama ruh dinginliği uzaklarda, ağarmış upuzun sakallarının içinde çeşitli canlı ekolojisi kurulmuş pis heriflerde değildi, sadece bir kargo kutusunun içine sığdırılmıştı. Titreşen bir kutu bana “Fark-ı Titreşim Öğretisi”nden bahsediyordu, insanın tinsel düzeninin titreşim üzerine kurulu olduğundan. İnsan ister istemez biraz abandone kıvamına geliyor ama fark-ı titreşim öğretisinin bana buyurduğu üzre “Titredim ve kendime geldim.” o an. Ruhumun içindeki ufak bi çalkantıydı meğersem sadece ihtiyacım olan. Ama herşeyden önce dozajlı bir titreşimi öngörüyordu bu öğreti. Gerekli miktarda titretildiğinde bıçağı bile adeta bir spa masajcısına çevirebiliyordu mesela.

Tabii ki bir bıçağı spa masajcısı kadar nazik ve naif yapabilecek tek bir sensei tanıyordum, bu sensei tek bir kişi değil, binlerce kişilik kurumsal bir ekibin zihin havuzunda birikmiş ruhani bir liderdi, adı tekti, ama onu bu denli büyük yapan şey, bütününü oluşturan parçalarıydı, bu efsane Gillette’ti ve yeni öğretisinin, daha doğrusu fark-ı titreşim öğretisinin adı Gillette Fusion Power Stealth idiydi. Bir bıçağı katana kadar keskin yapıp da, her seferinde suratı adeta yalayıp geçiyor hissini yaratıyor olmak pek kolay olmasa gerek. Güzel bir hafta sonu uzamış sakallarıma bu konuda ders verirken elde ettiğim en değerli altın bilgi buydu sanırım, belki de hayatın, ya da başka şeylerin anahtarıydı bu.

Fark-ı titreşim, vicudumun içindeki damarlarda akan galonlarca kanları bir vişne suyuymuşcasına daha sevimli ve agucu gugucu diye okşanası bir halde hareket ettirip, kalbime akın akın gönderen, zihnimdeki çakraları, ışık çıkma noktalarını hızlı bi şekilde açarken, içimde adeta yüzlerce duygunun karışımından oluşan bir duygu, arzu şelalesi yaratıyordu. Bildiğiniz üzere insanlık belki de hatırlanmayacak kadar eski zamanlardan beri duygularını melodiler bütünüyle ifade etmeyi seviyor, bu ifade şeklinin benim üzerimdeki etkisi de yadsınamayacak kadar devasa. Tıraş öncesi, esnası ve sonrası gibi başlıklar altında adeta Gillette Fark-ı Titreşim Soundtrack diyebileceğim 11 parçalık bir soundtrack listesi canlandı kafamda. Belki de hissettiklerimi size daha kısa cümleler ama daha yoğun hislerle yaşatmanın en kolay yolu bu gibi geldi bana. O yüzden Gillette Fusion Power Stealth ile tıraş olurken ne tür iç kıpraşımlarınızı gireceğinizi bu yöntemle sunacağım ve siz de eşşekler gibi arzulayacaksınız bu bıçağı.

1-) The Kinks – Apeman: Gillette, bir tıraş bıçağı olarak hayatıma girmeden önceki hayatımın belki de karbon kopyası diyebilirim bu şarkı için. Maymundan farksız bir adam gibi ortalıkta aymazca gezerken, çoğu zaman normal insanların dünyasına girmeye çalışmaktan ziyade, onları kendi maymun dünyama çektiğim az olmamıştır sevgili okurlar. Biliyorum, aranızda hala maymun gibi bir karış leş, kirli sakalla gezmenin çok karizmatik durduğunu, hatunların böyle pis heriflere hasta olduğunu düşünenler var, ama unutmayın, bu dünyada Gillette olduğu sürece dünyanız ufaldıkça ufalacak, gün gelecek medeniyete teslim olacak ve yumurta kadar parlak olabileceksiniz. Hadi tamam, illa uçtan uca yumurta olun demiyor ki Gillette size. Adam gibi sakal şekli verin, top sakal, keçi sakal veyahut Elvis faulü. Ama insan olduğunuza ve dış görünüş zevkimiz olduğuna dair bi ışık vermeniz şart.

2-) Rufus Zuphall – Freitag: İş hayatındaysanız günden güne tıraş olmanız çoğunlukla gereklidir, belki her gün aynı tıraşı olursunuz, ama düşünün haftanın son iş günü olan Cuma günü suratınızın ışıl ışıl tertemiz olması apayrı bi özeldir, ya da Cumartesi günü evinizde güzel bir kahvaltı yapıp gezmeye çıkmadan önce. Çoğu zaman terapi işlevi görür böyle günlerde yüz tıraşı. Normal bıçakla suratınızı kanlar içinde bıraksanız bile huzur verici bi yanı varken varın gelin bir de titreşimlerin suratınızı okşarken nasıl mest ettiğini düşünün. Freitag, Almanca’da Cuma günü anlamına gelirken, bir yandan da “frei” kelimesinin anlamının “boş” olması sebebiyle belki de en huzur verici gün ünvanını alıyor ve tıraşlarınız bu isime sahip mükemmel enstrümantal şarkıyla hafta sonu eğlencesine dönüşüyor.

3-) Black Strobe – I’m A Man: Hassaslık diyoruz, naiflik diyoruz. Sefilliğe alışmış kimi rezil-i rüsvalar erkek adamın herşeyinin sert olması gerektiğini düşünebilirler. Yaptıkları her işte kolay bile olsa zorlanmak için kendi yollarına taş koyarlar, böyle adamlar çok var sevgili okurlar lütfen inkar etmeyin. Tıraş olurken dahi suratı kanlar içinde paramparça olsun da façalı suratı karizma olsun derdine girerler. Suratına 80 kere köpük sürülüp ovalanması yüzünden elinin 2 saat suya yatırılmış hali gibi cıvık/ishalik bi kıvama dönmesine rağmen hala kesemeyen tek bıçakları çok severler, imkanları olsa çeyrek bıçakla tıraş eziyetini çoğaltabilirler. Evet, biraz erkek olduğumuzu hatırlama vakti, ama böylesine işkence haline dönmüş tıraşlarla değil. Sadece tıraş öncesi gaz almak ve hatunizade kişileri baştan çıkarabilecek postansiyel değerine yükselmek için bu şarkıdan bir doz alıp akabinde tıraş işlemine geçmek yeterlidir.

4-) Country Joe & the Fish – Flying High: Sıra geldi köpüğü surata sürmeye. Tabii surata sürmeden önce elde yumuşatma anında o özel Gillette köpüğünün kokusu o denli güzel bir şekilde banyoya yayılır ki, kendinizi bi anlığına ayakları yerden kesilip de dünyada her yerin ve şeyin çok güzel koktuğu başka bir paralel evrene aktarılmış hissedebilirsiniz. Surata o esansı yaydıkça koku burun deliklerinizin içinde arz-ı endam eder. Hollywood filmlerinde iki esrar çektikten sonra uçan adamlar, şu köpüğün kokusunu bi bilseler bütün mariuahana tarlalarını yakar, tıraş köpüğü ve tıraş sonrası losyon işte o şekilde uçurur, buna diyebileceğimiz tek şey “Uçmak”tır. Hatta öyle adamlar gördüm ki, parfüm kullanmak yerine bu tıraş köpüğünü suratına sürüp çıkıyorlar, aşk mıknatısı olduğunu söylüyorlar ama bilemedim.

5-) The Beatles – Strawberry Fields Forever: Sıra tıraş bıçağıyla ilk temasa erişip fark-ı titreşimi hissetmeye geldi, gözleri kapatıp bıçağı rahatça, güvenle suratınıza sürmek, işte böylesine bir huzur. Bıçak sadece kendi amacına hizmet ediyor, yani sakalları kesmeye. Bu konudaki keskinliğini bir elmas ucu bile yakalayamaz mesela. “Gözler kapalıyken yaşamak kolaydır” demiş efsanevi grup. Gillette’in bıçağı Stealth’i kullanırken de yaşamın kolaylığına veda etmenize gerek kalmıyor. Gözler kapalı tıraş olurken bir yandan suratınızı hiç olmadığı kadar daha derinden keşfediyorsunuz hatlarıyla. Bir yandan bulunduğunuz ortam etrafı mermerlerle kaplı bir banyo olmaktan çıkıp, etrafında midillilerin koştuğu ve albatrosların uçtuğu çilek tarlasına dönüşüyor. Titreşimin yarattığı masaj etkisi ve bıçakların size sunduğu güvenle birlikte her tıraşta dünyanın görmediğiniz güzellikleriyle 15 dakikalığına randevulaşmış oluyorsunuz.

6-) Nekropsi – Yok Var: Bıçağa dokunuyorum bi yandan, hani elimde olan şeyin bi tıraş bıçağı olduğuna eminim, bu iş teoride böyle. Bildiğin üstünde 5 tane bıçağı var kardeşim. Ama işin garip yanı tıraş olup sakalları bertaraf ederkene sakallar sanki suratınızdan bi bıçağın zoruyla değil de kendi istekleriyle gidiyorlar. Acaba diyorum bu Gillette kılların dilinden anlıyor da onlara nazikçe “Lütfen bu suratı kendiliğinizden terkedin” mi diyor ne? İşin sebebi bu mudur bilmiyorum ama tıraş bıçağını gözümü açıp görmesem orda olduğunu anlamayacam. Beni delirten tek olay bu oldu, ki bu da olumlu anlamda delirtince bişey diyemiyorsun. Aynen bu şarkıdaki gibi bi ikilemin içine düştüm. Gözümü açıyorum bıçak var, kapatıyorum yok. Surata sürerken hırt kırt diye kıl kopma sesi gelmeden nası anlayabilirim ki? Tıraş bıçağı duyulara değil, ruha hitap ediyor adeta. Yok kardeşim, yok. Var da olabilir, ama bence yok.

7-) Roscoe Shelton – Yesterday’s Mistake: E şimdi gel de dandik tıraş bıçaklarıyla heba ettiğin ömrün ardından ağlama. Tıraş bıçaklarının kıllarımın dilinden anlamaması yüzünden 1 saat tıraş için cebelleştiğim günler oldu benim, yer geldi suratımda yüz gözeneği başına 63 yerde kanama olduğunu gördüm, bunların kanamasını durdurmak için tıraş başına bir tane tuvalet kağıdı rulosu harcıyordum kanların üstüne yapıştıra yapıştıra. Gidip yıllarca uzun sakallı pis senseileri karizma adam sanırsan olacağı budur. Ömrümün çeyreği tıraşla, diğer çeyreği kanama durdurmakla geçti. Ama artık suratımda kanamayı bırak, tahriş dahi olmuyorken, ben gülmeyeyim de kimler gülsün? Ha geçmişe geri dönüp de şöyle bi hatalarıma baktığımda yine hüzünleniyorum o da var. İşte geçmişteki tıraş bıçaklarıma dönüp bakarken bu şarkı canlanıyor kulağımda ister istemez.

8- ) Aleksandr Pushnoy – Never Let You Go: Normalde bir ilişkide bile anlık/günlük temaslar duygusal bi bağ yaratmazken, bu bıçağın sadece sizin köleniz olmak için çaba verdiğini hissedince ona karşı engellenemez bi bağınız oluşuyor. İkili insan ilişkilerinde çoğu zaman çıkarlara dayalı, yalanlarla bezeli iğrenç durumlara şahit oldukça, hayatta belki de sadece sizin huzurunuz için çabalayan bir bıçağını tıraş bittikten sonra kutusuna terketmek pek bi koyuyor. Keşke sakal o an yine uzasa da onunla vücut temasına girsem diyorsunuz, böylesine bi ayrılık hüznü çöküyor. Ayrılık anlarında herkes kıymete biner ya hani, bi çılgınlıkla birliktelik süresini uzatmak için bacaktaki kılları tıraşlamaya gidiyor o olay. Belki de bacakları tıraşlarken suratımdaki kıllar uzar, sonra yine onları alırım, sonra yine bacağımı ve seni asla bırakmam döngüsüne giriyorsunuz. Tamam Gillette bıçağı türdeşlerinin arasında en uzun süre dayananı ama bacaklarınızla onu yıpratmasanız ilişkiniz daha uzun sürer sanırım. Nasıl ki bi aşk hızlı yaşanınca çabuk bitiyorsa, bu kadar abanmanız da Gillette’nizi bitirecektir.

9-) Paul Gilbert – I’m not Afraid the Police: Öyle ya da böyle tıraş bitti. Ayrılığın hüznünü üzerinizden bir saat sonra atabildiniz. Tıraş olmadan önce insanların sizi azılı bi katil gibi gördüğü anlar geliyor aklınıza. Tıraştan evvel, polisten kaçmak için suratında upuzun sakal bırakan bakımsız bi adam gibiydim. Hele ki bu Cem Garipoğlu’nun yakalandığı anki görüntüleri benim de o paralellikte bi insan olarak anılmama sebep oluyordu. Bi kitabı tabii ki kapağına göre yargılayamayız ama polis görse tipten 5 sene yerdim, o derece. Bu öğreti bana çeki düzen vermeden önce her polis gördüğümde fellik fellik kaçıyordum, doğal olarak onlar da tipime ve kaçışıma bakarak beni yakalayıp karakolda sorguya çekiyordu. Adeta kelle avcısı pis bi katil muamelesi görüyordum ve öyle biri olmamama rağmen bu yaşadıklarım beni öyle biri olduğum psikolojisine soktuydu. Amma artık tıraşlanmış bir şeftali kadar kılsızım ve tüy kadar hafif suratım var. Elimle yüzüme dokunduğumda o bölgede dokularım olduğunu hissedebilmek güzel. Bu hissi en son ergenliğe girip sakallarım çıkmadan önce hissetmiştim sanırım. Polislerden korkmuyorum artık, çünkü kim olduğumu biliyorum ve polisten kaçmak için sakal uzatmış azılı bir suçlu görünümünden çok uzağım.

10-) The Stooges – I Feel Allright: Bu üstteki maddelerde saydığım mükemmel muameleye sadece bir tıraş bıçağıyla 15 dakika içinde ulaşabiliyor olmanın akabinde insan formundan adeta enerji formuna geçiyorsunuz. Kutuyu gördüğünüzde içinden bu denli büyük değerlerin çıkacağını bilemezdiniz. Kutuyu açtınız ve büyük çıktı sevgili okurlar, lakin bu açtığınız kendi kutunuzdu ve yıllar boyu aradığınız ruh dinginliği arayışını nihayetine erdirdiniz, fakat bir yandan da bu bişeylerin bitişi değil, başlangıcıydı ve bu başlangıç size adeta geminin yelkenlerine dolan kuvvetli rüzgarcasına hız verdi. İlerleyen yaşına rağmen sahneye çıktığında kendini frenleyemeyen, etrafındaki bütün ses sistemlerini parçalayan bir Iggy Pop olmak kolay değil, aslında kolay, ihtiyacınız olan en önemli şeylerden biri motivasyon ve şu an itibariyle ondan fazlasıyla depoladığımızı söyleyebiliriz.

11-) Yeah Yeah Yeahs – Date With the Night: “Spaaaaaaartaaaaaaaaaans!” deyu haykırdıktan kelli artık günü sallamaya hazırsınız. Gece gelince muhtelif mekanlarda bu karizmanızla yiyebileceğiniz nanelerin çeşitli varyasyonları olsa da bunları burada dillendirecek değilim. Artık gününüzü şekillendirmenin zamanı. Evden çıkarken bu şarkıyı zihnine yerleştir ve yer yer hatırladıkça uçuşa geçtiğini göreceksin, bir nevi ruhani yakıt gibi etki yapar. Get Up and Go!

Yazı bittiğinde “Rammstein – Zerstören” çalıyordu. Şarkının başında türkü çalıyor lan “Yar yarim ağlama” diye.

Борщ – Паразiта кусок (2006)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

“İlim Çin’de bile olsa gidip almak, bişeyler kapmak gerekir.” diyecesine bi laf var. Bu, ülkemizin coğrafi konumu düşünülerek bize uyarlanmış bi cümle mesela. Bize göre çok uzak doğu, başkasının ayağının dibinde. İlim Auckland’da (Yeni Zelanda) olsa almak lazım da denebilirdi ilk üretildiği zamanda. Ama sözün çıkış yıllarına döndüğümüz zaman “Toprak Türkiye’deyse gelip savaşa girmek lazım gelir.” diyip burada ölen Yeni Zelandalılar görüyoruz. Şimdi adamlar ayağımıza kadar gelmişken sorguya çekip, teknolojilerini öğrenmişizdir yani. Son zamanlarda dönen bu Urumçi – Uygur katliamı sonrasında Tayyip efendinin yanlış anlaşılan çıkışması ile de Çin askerleri ayağımıza geldiğinde onları sorguya çekip teknolojilerini çalacaz. Yani sevgili okurlar, gördüğünüz üzere, ilim ebesinin demında olsa dahi, kışkırtıcı insanlarımız ve dayak yiyen kandaşlarımız sayesinde adeta ilim-bilim mıknatısı, hiç olmazsa ufaktan bi ilim magneti görevi görüyoruz.

Bu önermelerin geçerli olduğu janrların haddi hududu yok. Hepsinin dalından taze koparılması gereken yerler elbet var. Türkiye’de punk İzmir’de ufaktan yeşillenmeye başladı mesela. Punk’ın Türkiye’deki esas kalesi İzmir ya da Ankara diyebiliriz. Biraz aksak ritmler, biraz kafadan kontak melodiler / sözler duymak isteyen haliyle buralarda underground partiler arayacak. Hee, bana dersen ki, cebimde para bol, bana bu işin worldwide membaasını söyle, o zaman, şu ana kadar edindiğim dinlenimler doğrultusunda bu ülkelerden birinin kesinlikle Ukrayna olduğunu söylemem gerekir. Para da bol diyordunuz, bi yandan nataşaları da marizlersiniz orda.

Şu an iki satırda punkın “Not dead” olduğu yerleşkelerden birini Ukrayna olarak size naklettim. Ama emin olun ki, kalitesi yüksek bir petrol cevherine ulaşana kadar nasıl tırnaklarınızla bütün toprakları eşeleyip, İstanbul belediyesinin kanalizasyon çalışmaları gibi sathın enuna koyuyorsanız, müzik konusunda “şu şöyledir” diyebilmek için de o janra ait 50 grubun tımarına girmeniz gerekiyo en az, bakınız Sertab Erener bile “Bu Böyle” diyebilmek için kaç şarkı çıkarmış. Ama nedir, yılların tecrübesi, bu şöyledir demeye cesaret eden biri çıkamıyor, tecrübesine güven var. Neyse, grupları keşfedene kadar nerelerim kasıldı bilebilirsiniz, ama kasılan yerlerin nöron darbesi 800/sn periyodundaydı. Yani halk dilinde söylemek gerekirse müzik aşkına g.tümü epey bi zonklattım. Bu zonklamanın yegane iştirakçi sebebi ise ayın 32si gibi ortada, görüyorsunuz, ama ulaşamadan ay sayacı tekrardan bire takıyor vitesi.

Evet sevgili okurlar, beni ıkım ıkım ıkındıran bu etken, Ukrayna’nın başka alfabe yokmuş gibi Kiril alfabesi kullanıyor oluşuydu. Bu doğu bloğu denen skindirik Rusvari ülkeler silsilesinin alayı böyle. Alfabedeki harflerde böyle korkunç bi hava var, çok tekinsiz duruyorlar, betonarme yapılar gibi sert, tavizsiz. Harfler genelde ya çok oval, ya da bildiğin odun gibi estetikten uzak kalın bi yapıya sahip. Neden Çernobil faciası bana yıllarca korkunç geldi diye düşünüyordum. Şuna bakın allasen: Чернобыль . Şu an cıpcıbırdak vaziyette şu yazıyı yazıyor olmama rağmen vücudum ter salıntısı yapmaya başladı. Şuna bak arkadaş, üstünde böyle bişey yazan nükleer santrale güvenip de fisyon – füzyon tepkimeleri yapabilir misin? Harflerinde resmen ananızı s.kecez der gibi bi yapı var. Bu karakter yapısının bilinmemezliğiyle alakalı bişey değil yalnız. Sadece kiril alfabesine özgü bişey. Arapçada yok, Çin alfabesinde yok, bunlar hep tırt kalıyor. Ama Kiril dedin miydi, aklıma ismi Boris olan öküz yarması kırması herifler geliyor.

Ukrayna’nın punk alemlerini keşfedecem diye bu harf korkumun üzerine epey bi kanırtırcasına yüklendim. Grubun adını alıyorum şimdi, sonra indirecek site ara dur. Download diye yazdığında genelde albümü indirebileceğin bi site bulamıyorsun çünkü. Artık indireceğim şeyi ararken sonuna bir de завантаження kelimesini ekliyordum. Bi de rapidshare falan da çok nadir kullanıyor adamlar, sonu .ru ile biten başka bi download sitesi vardı, adı şimdi aklıma gelmedi, download tuşunu arıyorum bi yandan, bi yandan sitenin her yerinden cıbcıbır kadın resimleri pop-up olarak pörtlüyor, Adblock da faide etmiyor yani, ora için özel üretilmiş reklam filtresi lazım. Belli bi süre sonra hiç bi kelimesini bilmediğim alfabe ile uluslararası yazışma yapar konuma bile geldim. Dünya’da bütün erkeklerin istediği şey sonuç olarak büyük dorrak, fakat reklam olarak lansesi farklı. Genel spam mail gruplarında “Get a Huge C0ck” yazarken, adamların sitede “Sizinki niye Rasputin’inki gibi olmasın?” yazıyor. Doğa üstü güçlere sahip mi diye tartışanlar var, o dalga neyin nesidir doğa üstü değilse?

Bu sitelerde gezerken pek çok garip duygular hissettim, ama neden bilmiyorum üzerimde hep bi 1989 civarı duygusu baskın oldu. Sitelerde hep kesif bi Çernobil sızıntısı kokusu vardı, Plütonyum-239′un o keskin kokusu vardı bütün sitelerde. Ukrayna, Rusya, bana hepsi bir geliyor, belki kültürleri tamamen farklı, belki de Kazakistan’lı Borat‘ın Özbekistan için götoğlanı demesi gibi duygular besliyor 2 ülke birbirine, ama o harflerle yazılar yazdıkları sürece ben kitabı kapağına göre yargılayacağım arkadaş.

Grubu, albümünü tanıtması da ayrı bi dert. Sevdiğim şarkıları, falanı filanı yazmak için albümün sayfasını açtım, isimleri ordan kopyalayıp yapıştıracam. Bu ülkedeki keşfetme arayışları içinde beni en çok etkileyen grup Борщ oldu. Şimdi biz nası İngilizce’deki bazı kelimeleri barzolar gibi komünikeyt, madırfakır ve benzeri şekillerde okuyorsak, en azından grubun ve albümlerinin adının çevirisini yapmışlar. Bütün Ukrayna grupları için geçerli olmasa da, kendini dünya çapında dinletmek için bi yandan uğraşanlar da var. Orjinal albüm adı Паразiта кусок olarak geçse de English Title olarak Borshch – Parazita Kusok olarak da albüm kapağı yapmışlar, ki yüreklerime su serpen bi gelişmeydi bu arayışlarım sırasında.

Aynı fedakarlığı albüm adlarında göremiyoruz tabi ki, yine baştan başa o garip gureba harfler. Harfine koyayım, size bişey olmasın diyip albümü de tanıtamıyorum, üzerimde inanılmaz baskısı var. Bana dinlerken altımda traktör varmış pozisyonunda zıplata zıplata air drum çaldıran başlıca şarkılarını copy paste yapmam gerekirse, hiç akıl filtresinden geçirmeden – Çünkü zaten hayatımın genelinde en çok dinlediğim gruplardan biri olduğu için bu vakte kadar süzüldü – Паразіта кусок, Міліція!, Каролина бугаз, Бабло, Гандзя diyebilirim. Esasında albümün baskın türü Ukrayna Punk olarak geçiyor, ama şarkılarda rock tarzının da apayrı bi baskınlıkta etkisi var, hatta çoğu şarkı punk değil, basbayağı rock. Tabii grubun sahnedeki hareketleri punk, serserivari olduğu için grup tamamiyle o statüye yerleşiyor. Bu albümde dub dub dub dub tıs diye düzenli akan ritmler çok var, punk dediğin yerde ritm fırlar gider lan. Bi düzeni de olmaz adam akıllı. Kiril alfabesi gibi tekinsiz bişey punk da, bi anda rayından fırlıyor dub dumbrıdak dumbdırak dumbrıdak dumbrıdak dumbrıdak tıs tıs tıs tıs tıs dumbrıdak tıs tıs tıs dumbrıdak dub dub dub dumbrıdak dumbrıdak dumbrıdak dumbrıdak dub dub tıs tıs dub tıs diye rastgele uçmaya başlayabiliyorlar. Bu kafayı yemişliği şayet ayırt edemiyorsanız en iyi ayıklayabileceğiniz şarkılar, normal rock versiyondan, punk versiyona coverlanmış şarkılardır, bunu da bi kenara not edesiniz.

Ukraynaca bilmediğim için haliyle grup nedir, ne değildir, pek de bilgi toparlayamadım, ben zaten teknik bilgilerin adamı değilim, deneyim edindiğim şeylerin bana kattığı hissiyatlardan bahsetmeyi severim öncelikle. Şu an grubun hakkında bilgiyi bırak, tiplerini bile doğru dürüst bilmememe rağmen albümü her dinleyişimde coşup taşıyorsam, sizin de g.tünüz tavana vurabilir pekala. Kitabı kapağına göre yargılayamazsınız diyen adamlar var. Kapağına göre de pek bi güzel yargılarım. Bi albümü indirmeden önce, hatta janrına bile bakmadan evvel kapağına bakarım. O kapak için gerçekten özenle uğraşılmış, ya da gerçekten güzel bi görünüm / paket hazırlanmışsa, o albüm hakkatten iyidir, ona puanım 9 olur kankam. Şu ana kadar bu yargılayış şekli beni hiç yanıltmadı, bu her yönüyle şaheser albüm de buna verilebilecek en güzel örneklerden. Eğer harbi worldwide bişey arıyorsanız, o zaman ilk bakmanız gereken şeylerden biri bana kalırsa bu albümdür. Çünkü şarkıda söylenen sözlerin hiçbir zerresini anlamamanıza rağmen inanılmaz bi coşku seli içinde boğulmanız kaçınılmaz bir hal alıyor. Anama bacıma küfretmiyorsa ne dediği önemli değil, illa ki bişeylerden eğleniyorlar ve bu eğlenceye beni de katmak istiyorlar, ama sakın anamı karıştırma Борщ, ya da Borshch her ne b.ksan. Beğenenler aynı grubun Падло albümüne de baksın. Bu arada Падло, ingilizcede Dickhead, Türkçede dorrakkafalı demekmiş. Albüm adında bile küfreden gruba punk grubu derim işte, köküne kadar punksınız lan. Ama ben kalkıp da Borat gibi kızdığım adama “Fuck my mother” demem, punkçıdır, küfürde sınır tanımaz da demem, aklını alırım Borshch ayağını denk al. (Reha Muhtar gibi hissettim valla.)

MUHTEVİYAT: 1. Паразіта кусок, 2. Риголєтто, 3. Емінема нема, 4. Міліція!, 5. Дівчача мучача, 6. Каролина бугаз, 7. Золоте теля, 8. Бабло, 9. Гімнастика, 10. Блюдо дня, 11. Гандзя, 12. Підозріла музика, 13. Я лєтєл, 14. Data

ALBÜMÜ İNDİRMEK İÇİN: http://ifolder.ru/7208596 (Doğru download tuşunu bulurken, tek ihtiyaç duyacağınız şey, hisleriniz olacaktır, içinizdeki güce inanın.) (Eheh, beceremezseniz anlatırım nası indireceğinizi, biraz da siz uğraşın.)

This Is Spinal Tap (1984)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Spinal Tap - Break Like the Wind“Let’s do this go go go!” derken bi yandan da ellerimi 30 Ghz frekansında çırparak yazıya giresim geldi. Öyle bi dolmuşum, içinden çıkılmaz bi odaklanma hali mi bilemiyorum. Elleri çırpınca yazı yazmanı engelleyecek aşırı enerjiyi, siyah tişört giydiğinde üzerinde biriken ufak miktardaki kepeği elinin ucuyla silkemen gibi atıyorsun. Tamam ikisini de kıyasladığımızda bunlar insanı yoracak ağırlığı olan şeyler değil, fakat üzerindeki kepekler nasıl kendi saçlarını tırt, dolayısıyla kendini insan içinde cırt hissetmeni sağlıyorsa, ekstra enerji de yazı yazma esnasında bi yerlere tam anlamıyla odaklanmanı engelliyor. Hani şurda yazı yazmam esnasında birisi gelip arkadan el ense çekse hayır demem, direkt güreşiveririm. Bilmez de benim nası bi negatif yükle dolu olduğumu. Geçen arkadaşlardan birine şöyle bi kulunçları sırtı biraz masajlandır dediydim. 2 dakika yoğurduktan sonra “Sende acayip elektrik var, ellerim masaj yaparken çok çabuk yoruldu” dedi. Uğraşmamak için ne şiş yansın, ne kebap mukabilinde bi bahane de uydurmuş olabilir ama enerjiyi ben kendi içimde hissediyorum onun tasdiğine bile ihtiyacım olmazdı. Cızır cızır gözümde şimşekler çakıyor daha ne olsun.

Enerjini yanlış yere harcıyorsun diyenler vardır benim gibilerine. Rockstar enerjisi derler. Rock cidden dinleyici olarak iyilerinden olduğum bi kavram. Ama tanrı bilir, beni bu konuda asla yapıcı bi insan olarak yaratmamış, yaratsa da o hevesi vermemiş. Bi kısmın yemeğin mutfağında çalışırken, diğerinin afiyetle yemesi gibi. Tek vasıf sahibiyim. Ama yaptığını bi yandan yiyenler, yani mangal başında hem yelleyip, hem de közlenmiş patlıcanı mideye indirenler asıl bu işten keyif alanlar. Sene başında kendimi geliştirmek için elektro gitar aldım da, boş fırsat buldukça müzik dinleyip de başka şeylere vakit ayırmaya fırsat bulamadım. Bi gün otururken gökten zembille yetenek inmesini mi umuyorum anlayamadım. Herhalde ani manevrayla yataktan fırlayıp Awesome John gibi dişlerimle solo atacağımı sanıyorum. Belki de gitar konusunda hevesimi kıran şey, dünyada bi çok grubun yaptığından, ortaya çıkardığı müziklerden haberdar olmamdır. Bi andan sonra yapılabilecek her atraksiyonun, her solonun, en dibine kadar kombinasyonuna girildiğini farkediyorsunuz. Bütün türleri birbiriyle kırma yapmışlar, yeni bi tür yaratayım desen yok. Geriye abuk sabuk 3-5 tür kaldıysa, onları da Anında Görüntü Show‘da doğaçlama olarak icra ediyorlar (bkz. Tribünik melodram) Üstünde uğraştığım konularda mükemmeliyeti, ya da yeni bi akımı yaratmayı çok isterim çünkü. Yani gitarı elime alıp Gülpembe ya da Güllerin İçinden çalacak olduktan sonra, emeklere yazık.

Dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarının 65%’ini oluşturan rockçılar -Burada rockçı derken, metalini falanını filanını da kastediyorum- kendilerine tapan yığınla hayranıyla konser esnasında sürekli dirsek temasında olsa da, bunun haricinde konser vakti dışında da takdir edilmek ister. Bunun için her grubun ayrı kendi namını yürütme şekli vardır. Kimisi dünya sorunlarına hassasiyet gösteriyor gibi davranır, bazıları Amerika’da meşhur olan Late Night programlarından birine çıkıp kendini halktan gösterecek bikaç muhabbet yapar. Ucuzluktan ayda bir 4 çift çorap alırım, her birini 1 hafta giyerim der en basitinden. O sırada şovmen, grup elemanıyla ufak dozda dalga geçer ve halkla arasında takdir toplama misyonu tamamlanmış olur. Türlü çeşidi var respekt puanları toplamanın. Bunlar arasında ayağı yere en basanı belgesel DVD’si yapmak olsa gerek. VHS zamanlarında grubun sadece sahne önündeki en iyi performanslarından oluşan derlemeyi sunan belgeseller, pek de uzak olmayan zaman önce bir yeniliğe soyundu. Şan, şöhret, zenginlik yüzünden canına kıyan rock starların bir eseri, çığlığıydı belki de bu. Artık gruplar, belgesellerinde doğa üstü sololar atan robotlar gibi gözükmekten ziyade insanlara ruhunu açmak istiyordu. Mükemmeliyetin zirveye ulaştığı sahnenin sadece bir süs olduğunu bilmelerini istiyordular, çünkü insanların onları kusursuz yaratıklar olarak görmeleri yoruyordu. Sonrasında kavgalarından tutun da, aldıkları psikolojik desteklere kadar sahne arkalarını yayınladılar belgesellerinde insanlara rezil olup olmayacaklarını düşünmeden.

İster inanın, ister inanmayın belgesellerde grupların insani yanına eğilme yeniliğini oluşturan grup ise aslında yok. Spinal Tap‘ten bahsediyorum. Bugün birçok grubun belgesellerini hazırlatırken referans aldığı gruptan. Yaşanmış örneklere sırtımızı dayamayı severken, dünya devleri rock yıldızlarının olmayan birşeye yaslanması çok yadırgatıcı gelebilir size. Metallica’nın bile Some Kind of Monster‘da uyguladığı bir anlatım yapısı, grubun yolunda gitmezliklerini kapsayan, göz boyamaktan çok uzak. Olmayan bir grup bile kendisine bir belgeselle bu kadar hayran edinebiliyorsa biz de yapabiliriz şeklinde ummuş olmalılar. Dünyada genellikle documentary olarak anılan bir türdür belgesel. Bunun haricinde uydurulmuş bir konu üzerine gerçekmiş gibi anlatılan metrajlara ise uydurmalığını belli etme amacıyla mocumentary denir. Mocumentarylerin de en bilindik temelini This is the Spinal Tap oluşturmaktadır. Fakat filmin yönetmeni Rob Reiner‘in filmdeki uydurma kimliği Marty DiBergi‘nin de buyurduğu üzere bu film dört başı mamur bir “Rockumentary” ve ortalığı fena halde sallıyor.

Filmin temel dayanaklarını oluşturan noktaysa çok basit. Sahne performansıyla seyircileri kavuran Spinal Tap’ten etkilenen yönetmen Marty DiBergi’nin, onların hayatının her anını makaraya alıp, onları neyin bu denli tanrısallaştırdığını görmek istemesi. İngiliz hard rock’ının efsane isimleri olacaklarını çıkardığı 10 küsür albümle kanıtlayan Spinal Tap‘i filme almak için çok uygun bir zamandır, zira grup yeni albümü “Smeel the Glove (Eldiveni Kokla)” tanıtımı için turneye çıkmaya hazırlanmaktadır.

İşin eğlencesi de tam bu noktada başlıyor. Bir Sıfırdan yükseliş/Nasıl yaptım? hikayesi değil bu. Bildiğimiz mekanikleri tamamen yıkan, sahte rock idollerini son derece rahatsız eden türden. Bir grubu zirvedeyken yönetmen ile alıyoruz ve yanlış kararlardan, kıçı kalkmışlıklardan ötürü çöküşünü izliyoruz. Sinüzoidal dalganın temsili gibi İngiliz yeni dalganın temsilcileri. Zirveye çıktıklarında başlarına musibet gelsin istiyorlar gibi, farkında olmadan bir basiretsizlik içinde debeleniyorlar ve dibi boyluyorlar. Bütün bu yaşananlar 80′lerin rock gruplarına “Nasıl çöküşe geçersiniz?” dersi niteliğinde. Kibirin insanlığı yavaş yavaş zehirlediğini hepimiz biliyoruz.

Spinal Tap, 80′lerin o rock cümbüşünü her hareketiyle yaşatır nitelikte. Sadece filmin başlangıcındaki grup logosunda N harfinin üstündeki umlautu görmek bile bu kanıya varmak için yeterli oluyor. O zamanlarda olmadık yerlere umlaut koyan gruplar az değildi çünkü. Motörhead‘ten sonra kopup gelen umlaut çılgınlığının bir simgesi bu. Bunun haricinde yiğidin malını doğrudan meydanda gösteren rengarenk, incecik taytlar sahne performansı sırasında niye bu modanın sadece o 10 yıl içinde kaldığını anlamamızı tekrar sağlıyor. Çoğu kişi tarafından erkek müziği olarak lanse edilen bir müziğin, diğer bir kitle tarafından bu kadar heybetsiz görünüme kavuşturulmasını açıklamak pek de zor değil. ‘Rock’ın, içine hatunları da bolca aldığı efemine bir geçiş zamanıydı 80 bloğu.

Rockumentary’miz pek çok anında adına yaraşır şekilde grubun en iyi sahne gösterilerinden uzunca seçkiler sunuyor. Sürüyle izleyici görüyoruz alevli bir şekilde Spinal Tap’e eşlik eden, etrafa kıvılcım saçan. Grup sahne şovuna son derece önem veriyor ve seyirci de bunun farkında. Liriklerin içinde bulunan yüksek dozdaki mizahi unsur ise aslında olmayan bir grubu zihnimizde somutlaştırmaya yarıyor. Turne arası muhabbetlerinden sonra her sahne performansında sizin de ateşiniz daha bir yükseliyor. Sizin ateşiniz yükselip, filmden aldığınız keyif tavan yapmaya başladıkça grubun işleri yolunda gitmemeye başlıyor. Albüm turnesine çıkan ama albümü bir türlü piyasaya sürememiş olan Tap’in strateji hatasının bir ürünü bu. Rengarenk taytlarla erkek olmaktan çok uzak görünen elemanlar, iş albüm kapağına gelince son derece sexist (Cinsiyet ayrımcısı) oluyorlar, yani erkekliklerine sahiplendikleri nadir anlardan biri bu. Boynuna ip taktığı kadına elindeki eldiveni koklatmaya çalışan bir erkek görseli var kapakta ve bu kimsenin hoşuna gitmiyor, kapağa yasak geliyor anlayacağınız. Sonrasında albüm kapağında yaptıkları Beatles – White albüm özentisi değişiklik bizi gülme krizine soksa da gruba kabul etmek istemedikleri kadar hazin kariyer düşüşü yaşatıyor.

Olmayan bir grup hakkında, tanıdığımız gruplardan bile daha fazla bilgi edinmiş oluyoruz sonlara yaklaştığımızda. Bu bir yönetmenin, olmayan bir grubu meşhur yaparak namını yürütme çalışması bir nevi. Diyaloglar kendini havalı göstermeye çalışan rock star balonlarıyla aşırı derecede dalga geçiyor. DiBergi sordukça grubun gitaristi Nigel Tufnel adeta aptal sarışınlar gibi kelimeleri bir saçmalık bualamacına çeviriyor. Gitar çalarak insanların düşü haline gelen bu adamların hepimizden aptal, becerebildikleri tek şeyin ise bu olduğunu, başka bişey yapmaya kalksalar açlıktan nefeslerinin kokacağını görüyoruz. Rob Reiner’ın kullandığı bu itin g.tüne sokma yöntemi, yarattığı grubun sempatikliği sayesinde inanılmaz bir pozitif etki yaratıyor ve grubu günahlarıyla dahi kabul ediyoruz. Reiner film esnasında sadece sanatçılara yüklenmiyor tabii ki. Kartlarını bi yandan da oldukça ağır magazin yapan, müzisyenlere hakaret ederek kendini okutturan basın için açıyor. Film herkesi yaralıyor, ama mizahi yönü bu yaranın hissedilmesini engelliyor. Sarhoş kafaya yumruk yemeniz gibi. Aslında kafanızda bir şiş oluşuyor, lakin acısının farkında değilsiniz, içten, bilinçaltından ilerliyor. Envai çeşit triplere, saçma sapan isteklere maruz kalan menajerleri de unutmuyor yönetmen. Yıldızların dünyasında hiçbir düzenin kendi kendine oluşmadığını gösteriyor bizlere. Görünmez yıldızlar bunlar esasında. Daima arka planda devrilen çamları toparlamaya çalışıyorlar. Ama sakın bunu bir kadının, evi çekip çevirmesiyle aynı kefeye de koymayın diyerek özellikle altını çiziyor film.

Film bittiğinde grup tüm yolunda gitmeyen işleri ve buna rağmen kendilerini sahnede asla demoralize etmeyen tavırlarıyla size gerçekten de öte geliyor. Sonra internet üzerinde grup hakkında araştırma yaptığınızda izleyen milyonların da hemfikir olduğunu görüyorsunuz. Çünkü grup 1992‘de piyasaya sürdükleri gerçek albümle (Break Like the Wind) toparlanarak kurgunun ötesindeki çizgiye geçip, gerçek dünyamızda sahne performansları sergilemeye başlıyor. Beatles, Motörhead, Rainbow, Black Sabbath, Whitesnake gibi pek çok gruptan esinlenerek ortaya çıkmış kurgu bir anda ete kemiğe bürünüyor. Özellikle Live Earth’teki James Hetfield dahil neredeyse bütün gitaristleri bas gitarlarla sahneye çıkarıp Big Bottom (Büyük Kıç) şarkısını çaldırması müzik konusundaki en geyik performanslardan biri oluyor. Dediğim gibi, yarı sahte, yarı gerçek olsalar da müzik dünyasında çoğu sanatçıdan büyük saygınlıkları var.

Bu bol neon ışıkları ile bezeli dünyada neredeyse her müzisyenin 3 aşağı, 5 yukarı yaşadığı bu tecrübeleri biraz daha mizah seviyesi arttırılmış biçimde yaşamak istiyorsanız, müzik dünyasında Fransız ihtilali etkisi yaratıp taytları kıçtan düşüren bu filme bayılacaksınız. Tabi Rob Reiner’in bu kadar marazı tecrübe etmesi için ne kadar sahne arkalarında tozuttuğunu/cozuttuğunu da unutmayın, asıl filmin hakkını ona verin. Sonra grubun Haziran’da çıkacak DVD’sine göz atın. Hiçbiri ikna etmiyorsa aşağıya kesip biçip koyduğum bu ufak sahne izlemeniz için yeterli olacaktır. Spinal Tap is the Best, F*ck the Rest diyerek ara gazıyla rampayı çıkmış oluyoruz. Müzik dolu günler.

Spinal Tap – Gimme Some Money

Spinal Tap – It’s Mach Piece

Yazı bittiğinde “Перкалаба – Теща” çalıyordu.

Emir Hot – Sevdah Metal (2008)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

emir_hot_sevdah_metalÜzerime giydiğim kahverengi pötürcüklerden oluşan ceketimi sanki arkasında bir frak ya da smokin kuyruğu varmışçasına, ellerimle, piyanoya oturmadan önce frak ya da smokin kuyruğunun üstüne oturmak istemeyen kilolu bir piyano virtüözü gibi havaya fırlatıp da oturdum klozete. Eşşek kadar adam oldum, arkasında kuyruğu olanın smokin değil frak olduğunu daha yeni öğrendim. Mühimiyeti olmayan bir mühimmat dahi olsa, gereksiz bilgilerin ışığında ruhu yıkanan bi insan olarak bilmeliydim. Bu durumda penguenlere, “Smokin giyiyor” diyen halkımızı da doğrusunun frak olduğunu sanarak esefle kınıyorum. Hatta çok yakında tüm seçkin kitabevlerinde “Penguenler Frak Giyer” isimli 32 kısım tekmili birden dahil eserime yüzünüzü sürebilirsiniz.

Madem ki piyano virtüözü gibi başladık, müzik konusuna bi yerden tutup müdahil olmak gerek. Öbür türlü konu ortadan öyle bi yarılıyor ki, Grand Canyon yanında Danette kutucuğu gibi kalıyor.

Balkan müziği, haftasonumun başrol oynayan yegane müzik türüdür. Bi nevi esas kızımdır haftasonlarımda. Kadın okurlar için esas erkek ve şayet gay okurlarımız varsa da esas gay müzik türleri olabilir onların. Haftaiçinin insan beynini paralize eden, sekteye uğratan o hızının üstüne, Cumartesi-Pazar günleri terapi gibi gelir. Tabi kimi eşşek sıpaları daha hızlı yaşamayı sever. Ama benim ruhumda dingin ve sessiz bir dinlence daha ağır basar. Torrent aracılığıyla ya da last.fm‘e balkan müzik etiketini girerek Allah ne verdiyse abanırım.

Sadece müzik de değil, benzer toplumlar olduğumuzdan ötürü olsa gerek, insanlarını, icra ettikleri her türlü sanatı severim. Belli karakteristikleri var. Mesela şarkılarını dinlediğinizde, çoğu zaman bir kır düğününün içinde deliler gibi dans ediyor hissine kapılırsınız. O kıpraşmayı, titreşmeyi oturduğunuz sandalyeden, tabandan kafanıza kadar yayar. Güzel bi düğünün içinde damat olmak gibi değil ama, öyle olsa ferahlıktan çok histeri hissi yaratırdı. Sap masasında oturup elin baltalarıyla geyik yapmak gibi de değil. Herkesin yek vücut olduğu bi düğün ortamı, anlayın işte. Filmlerinde de aynı hissiyata ulaşırsınız. Yine aynı, yeşil pastel ağırlıklı bir sinemasal anlayış olur. Yaratılan bu hissiyatı da neredeyse her şarkılarının içinde keman geçmesine bağlıyorum. Öyle bi hissi var yani. Romanları düşünün. Para pul olmasa da ellerine kemanı aldıklarında coşarlar. Bizim roman kültürümüzün biraz daha üst tabakası diyebiliriz.

Bi de şayet Balkanlarda müzik veyahut sinema konusunda başarılı işler varsa, bilin ki bunun arkasında ismi Emir olan biri vardır. Ağız birliği yapılmış gibi lan. Düşünüyorum da acaba başarılı olanlar assolist gibi Emir olarak sahne ismi mi kullanıyor, yoksa Balkanların isim sözlüklerinde Emir’den başka bi isim mi yok? Bence büyük ihtimalle ismi Emir olanlar daha girişken oluyor, ya da 2-3 tane Emir var, sürekli onlar yeni sanat ürünleri üretiyorlar. Emir Kusturica’ya bu konuda gerçekten hayranım. Çok maharetli adam vesselam. Çektiği filmlerin muntazamlığı yetmiyormuş gibi, bi de üstüne Emir Kusturica & No Smoking Orchestra isimli grubu vardır, ki Unza Unza Time albümü bu konuda şüphesiz en iyilerindendir. Hatırlarsınız, yakın zamanda yukarıdaki bütün formülleri tek bir sahnede uyguladığı bir reklamı yayınlanmıştı Türkiye’de. Unutmak mümkün değil, gördüğümde hayran olmuştum.

Tanrının sevdiği emir kullarından biri de Balkan metalinin babalarından Emir Hot‘tır. İsimde bi gariplik, bi Avrupailik var gibi değil mi sevgili okurlar? Aha şu anda dediğime geldiniz işte. Hani Emir ismi, müzikteki başarısından sonra eklenmiş bi rütbe gibi. Doğduğu andan beri bütün amacı Emir olmakmış ve buna da ulaşmış gibi bi hali var. Aynı zamanda son derece de devrimci bir müzik yapısı var. Bu yerel müziğin çıkabildiği en yüksek mertebe rock iken, Emir babamız alıp bunu metal kalıplarının içine çok başarılı bir şekilde entegre etmiş ve türün adını da “sevdah metal” olarak taçlandırmış. Ben ki, “gay bar saadeti” isimli müzik türleri bile görüp şaşırmamışken sevdah metal benim adeta g.tümün tavana vurmasını sağladı. Lunaparklarda şu çekiçle vurulduğunda tavana fırlayan daşımsı bişey var ya, aha o şekilde g.tüm tavandaki çana vurdu. Sevdah isminin altında derin bir yaşama biçimi yatıyor esasında. “Acılı yaşanımla barış içinde yaşadığın zaman, kendini bırakarak tam da bu anın tadını yaşamana izin veren hoş bir iç acısı.” olarak açıklıyorlar. Yürekleri acıyla dolup taşsa da, hayata güzel gözle bakarak anı yaşadıklarında hayatın rayına gireceklerini düşünüyorlar. Neredeyse birebir benim düşüncemle örtüşen bir anlayış. İnsanın yaşama amacını tamamlayan bir hayat görüşü adeta.

Emir Hot’ın ilk solo albümü de tahmin edileceği üzere bu görüşün üzerinde yoğunlaşıyor. Sorunlar olsa da, hayatın sorunları üzerine mızmızlanmayı bırakıp gökyüzüne bakmayı tercih ediyor. Şarkılar genel olarak ufak keder havasında girse de, genelde çıktığı son nokta eğlence oluyor. Kır düğünü ukdesi hiç bitmiyor. Ki, albümün 5. şarkısı olan Sevdah Metal Rhapsody bu konuda zirve noktası oluyor. Bir şarkı düşünün ki, dinlediğiniz sırada hem kafa sallama, hem de deliler gibi göbek atma hissiyatı uyandırıyor. Ya da o kadar umarsızlaşıyorsunuz ki, ikisini aynı anda yapmaya başlıyorsunuz. Heavy metal, rock ‘n roll, sevdah felsefesi, hayat ışığı hepsi bir anda 12 dakikalık bir şarkının içinde birikiyor. İlk dinleyişim doğum günüme denk gelir, adeta büyülenmiştim. İnsan bazı vakitler daha ilginç şeyler dinleyemeyeceği umutsuzluğuna kapılıyor çünkü. Mesela internette albüm indirme sitelerine girip baktığımda, albüm kapaklarında 4 tane dizilip öylesine poz vermiş denyo görüyorum. İstisnaları dahi olsa rock piyasasının 80%’ini oluşturan bu yaratıcı olmayan kapaklı albümlerin içeriğinden de bişey beklemediğimden indirmiyorum. İşte bu hair metal denyolarının umutsuzluğa soktuğu anda böyle güzide şarkıların önüme çıkması bana müziği daha çok eşeleme hissi veriyor.

Bi yandan kelle olduğumdan mıdır bilmem, ilk dinlediğimden şarkı 2 dakikada bitmiş gibi gelmişti bana. Şarkı hiç tekrar etmiyor ve içinde defalarca kompozisyon değiştiriyor. Bu da olayı rutinlikten alıp, sizi elinizdeki birayla zirve noktasına taşımaya yetiyor. O günden sonra da defalarca dinledim. Her şarkının aroması kulağımda bitti de, Sevdah Metal Rhapsody’nin bitmedi. Kır düğünündeyken, yanımda orman girişi görüp de farklı maceralara atlayıp, farklı mekanlar keşfediyormuşum gibi hissettim. Akabinde gelen şarkılarla apayrı güzel yollara daldım.

Bu albümün bana güzel gelmesinin sebebi, birbirimize haddinden fazla benzeyen kültür ve insan yapımız, farklılık arayışım olabilir. Yani demem şudur ki, bir Alman’a dinlettiğimizde aynı şeyleri ifade etmeyebilir. Ya da bu albümdeki hissiyatı anlayamayacak kadar sığ ve sığır olabilir. Sonuçta sığırlık sığlıktan gelen bi olgudur. Tabi bu sadece bir varsayım. Çok da merak etmem böyle şeyleri. Yani otobüse oturup da yanıma bir teyze ya da amca oturduğunda mp3 çalarımın sesini en sona getirip “Dinlediğimi bi farketse, biraz tınısını anlasa o da çok sevecek, eminim” diyerek gümbür gümbür gümbürdetmem. Herkesin ayrı bi müzik anlayışı, dinlediklerinden aldığı apayrı mesajlar var. O şarkı onda beni gırtlaklama isteği uyandırabilir pekala.

Albümün kapağında içinde odaklanacağımız 3 nokta var. Çocuk, azrail ve giriş kapısı. Çocuk, saf ruhuyla ilerisini merak ediyor, şeytana belki de ruhunu satarcasına, ölesiye. Azrail bu sefer öldürmekten ziyade, yardım amaçlı orada durur gibi. Bu da balkan insanının şen şakraklığından ve ölümü düşünmeyen, inanmayan insanlar olmasıyla alakalı. Yolun devamı gözüküyor yani. Ama ilerideki dünya da sepya tonlar içeriyor. Biraz eski bi numara olsa bile, kapının devamının ya da öncesinin gerçek/pastel renk tonunda olması apayrı bi hava katabilirdi. E, kapının ağzında bekleme yapmayın, buyrun sizi cesur yeni dünyaya doğru alayım.

MUHTEVİYAT: 1. Forspil (Intro), 2. Devils in Disguise, 3. World Set on Fire, 4. Skies and Oceans, 5. Sevdah Metal Rhapsody, 6. Stand and Fight, 7. Endless Pain, 8. Hora Martisorului (Instrumental), 9. Land of Dark, 10. You

Download – Emir Hot – Sevdah Metal Rhapsody

Yazı bittiğinde “The Velvet Underground – Who Loves the Sun” çalıyordu.