‘ Kisa Film ’ Mevzubahis Arşivi

Un Chien Andalou – Endülüs Köpeği (1929)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Un Chien Andalou - Endülüs Köpeği (1929)Deli Profesör tarihinde 2. kez yazdığım yazılardan birini sansür uygulamasına sokup – en azından bir süreliğine – ortadan yok etmem, bende ister istemez bir huzursuzluk duygusunu da yanında getirdi. Seçim zamanı koltuk aşığı siyasetçilerin afişlerle zorla aşıladığı zorlama bi duyguydu belki. “Sen yoksan bir kişi eksiğiz” demeleri gibi. “O yazı yoksa, diğerleri de yarım kalmıştır” gibi oldu. Diğer yazılar kabuslarımda beni kovalamaya başladı “Onu niye ölülerin dünyasına gönderdin?” diye. Bi önceki yazımı okuyanlar, yazıyı yok edeceğimin sinyalini yazımın başında gördükleri için hangi sebepten ötürü yok ettiğimi epey iyi biliyor olmalılar, ama bu konuda gıklarını çıkarmasınlar. Bu sansürler tabi ki başkalarının isteğiyle değil, kendi öz irademle kendime sunduğum kararlar. Gidip argo dolu yazımı değil de, en insani yazımı yok ederim siteden o da apayrı bi mesele.

Birileri ensemden tutup da “Elin klavyeye değmişken 2-3 yazıver bari” dediğinde dayanamadığımı oldukça iyi bildiğini tahmin ettiğim Kıbrıslı okur Tuğçe‘nin bu talebinin yarattığı huzursuzluğun etkisinden yazıyorum bugün. Uzun zamandır üstünde durmayı unuttuğum bi başlık üzerine. Kısa filmler kategorisini açmışım, ama onun yerine diğer kategorilerin içini sünnet düğünü araba konvoyu gibi doldurmuşum. Esasında bugün bahsedeceğim filmi teknik açıdan düşündüğümüzde kısa gelmemesi lazım. 1929 standartlarına baktığımızda, film makaralarının uzunluğu ve kameralarının ilkelliği tabi ki bu kıstaslar. 1929 için düşündüğümüzde 17 dakikalık bir film, günümüzün Yüzüklerin Efendisi triolojisine bile eşdeğer olabilir benim gözümde. Filmleri kısa, orta, normal diye yaftalamamamız bile lazım. Çünkü dikkat ettiyseniz sarı lira gibi akıp giden ömrümüzle birlikte her filmde kullanılan makara sayısı da uzuyor. Günümüzde belli bir ticari başarıyı yakalayan her halefinin öncüsü film, zaman kavramında yeni uzamalar, genişlemeler yaratıyor. Ben eminim ki bundan 50 sene sonra ardımıza baktığımızda bu 2-3 saatlik filmler bize mini filmler olarak gelecek. 2060′ta yaşarken, 1929′da çekilmiş bu filme de muhtemelen “Mikro film” deriz.

Peki, belki de bir günün 24 saatini komple kapsayacak eşzamanlı film deneyimleri yaşamaya başladığımızda şu 17 dakikalık filmden aldığımızın daha fazlasını mı alacağız? Görsel olarak muhtemelen evet, lakin fikir ya da zihnimizin çehresinde daha geniş bir boyut oluşturabileceğini sanmıyorum. Filmlerin belli şirketlerin maddi baskısı yüzünden yönetmenlere ticari amaçlarla çektirildiğini hepimiz biliyoruz. İyi bir film çekmek isteyen yönetmen bu Hollywood çakallarına muhtaç kaldığında kendi özel projelerine nakit oluşturabilmek için neredeyse tuvalet komedisi diyebileceğimiz dejenerelikte filmler sunabiliyor. Sinema dediğimiz olay bir yardım hizmeti değildir, salak insan toplulukları için film çekmek durumunda kaldığınızda yardım ettiğiniz hissiyatından çok, zorundalık hissedersiniz. Elinize bir hikaye verirler ve sadece ne kadar şişirdiğinize bakarlar. Kabul etmediğin zaman seni sektörden sürgün/aforoz etmeleri pek de kolaydır. İşte bu yüzden filmleri uzunluğuna göre kategorize ederken uzunluk janrından öte, niteliğini irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Şişirmek de güzeldir elbet. Ben sitede 2 satırda yazılacak şeyleri şişirdikçe şişiririm mesela, ama bunu kendim keyif aldığım için yaparım, birilerine hitap etmesi için değil. Sadece kaliteli kısa filmlerin aslında kısa film olmadığını söylemekti amacım. Ama yine oldukça fazla satır işgali yaptım.

Marangoz, sihirbaz, yönetmen Georges Melies‘in 1800 sonu, 1900 başı çıkardığı önemli görsel ürünlerin ardından ekmeğini tahmin edeceğiniz üzere onun fikrinden etkilenen başkaları yemişti. Çizdiği tablolarda sürrealizm çerçevesine sığmayan Salvador Dali ve Fransız sinemasının öncüsü olarak belki de bu filmle anmamızı sağlayan Luis Bunuel de keza. Salvador Dali’den bahsediyoruz tabii. Onu değil portrelerin içine, hayatın içine sığdırmak, anlamlandırabilmek oldukça zordur. Sürrealizm ismini verdiğimiz, her simgesinde binlerce anlam yüklü bu karmaşık, vurgusuna göre anlam kazanan sanatta, yıllar içinde kendi milyonlarca kelimelik sanat sözlüğünü oluşturması pek de zor olmamıştır. Dünyayı 300 boyutlu görmesinin etkisiyle birlikte çizdiği herhangi bir portreye baktığımızda içinde yüzlerce kompozisyon, yüzlerce hikaye bulabiliriz.

Her noktaya apayrı bir hikaye fırça darbesi vurmak için oldukça karmaşık, ama bağlantı kabloları doğru yerinde bağlı bir bilinçaltı gerekiyor. Arızanın teki sonuçta, gece ne gördüyse, sabahında onu çiziyor, oturup düşünüyor değil ya. Nasıl oluyorsa bir gün rakı sofrasında Bunuel’le hoşbeş ederken aklına milletin aklını tablolarıyla yeterince laçka ettiği yetmezmiş gibi bir de rüyalarını filme aktarmak geliyor. Bunuel zaten dünden razı, o da Dali’nin bir alt seviyesinde psikopatlığa sahip. Millet anlamasa da Salvador’un embesil rüyalarıyla birlikte voleyi vuracağının farkında. E anlayın artık, Un Chien Andalou diyorum, Türkiye’de daha çok bilinen adıyla, Endülüs Köpeği.

Filmi büyük bir iştahla seyre koyulduğumda ilk seyirde anlamayacağımı bildiğim için, filmin sonunda pek de panik yapmadım esasında. Bir araba yarışı düşünün, biri Need for Speed serisi gibi, gidecek tek takip yolun var, seni finişe çıkaracak kısımlar haricinde diğer yolları kapalı olduğu için sonuca rahatlıkla ulaşıyorsun. Bu bahsettiğim, sıradan bir yönetmenin kolay hazımlı, seyircinin hayal gücünü yosunla dolduran bayağı film türüdür. Bir de Burnout’u düşünün, bitiş çizgisine ulaşmak için gidebileceğiniz 100lerce farklı alternatif var ve hangisinin daha kestirme olduğunu kestiremiyorsunuz, tek yapmanız gereken haritayı daha dikkatli okumak. Şehri oldukça fazla gezmelisiniz ki yolların dilini anlayabilesiniz.

Bu filmin istediği tek şey bu. Gerçekleri savunmaktan yanayım, ne yalan söyliyim, film son derece karmaşık. Sürrealizmin cilt cilt oluşmuş sözlüğünün pek çok simgesinin farkında olmanız gerekiyor. Bu yetenek de bu konudaki sanatçıları takip etmekle kazanılacak türden. Bu tabi sadece doğru anlamlar yüklemeniz için gerekli bir durum, yoksa her şekilde yapılan her harekete bir anlam verebilirsiniz. Bir söylentiye göre Luis’le Salvador’un rüyalarından yola çıkarak yaptıkları bu başyapıtın ne anlama geldiğini onların da bilmediği söyleniyor, ama bu tabi ki safsata. Eşşek gibi de biliyorlar, ama sadece filmi belki 50 kere izleyenlerin, sinemaya ve boya sanatına gönül verenlerin anlamalarını istemişler.

Bu filmin ismi gibi afişini de çok iyi bildiğinizi tahmin ediyorum. Gözü kesmek için gözbebeğinin önünde tutulan bir ustura, berber edasıyla. Dünya’nın ilk sürrealist filminde kullanılan, film sırasında net olarak görebildiğimiz bu kesme sahnesinin kullanılması tesadüf mü sizce? Ayın üstünden jilet gibi geçen keskin bulutu gördükten sonra kadının gözünü usturayla çizerek kesen Bunuel’in gerçeküstü dünyaya geçiş simgesi verişi pek de anlaşılmaz değildir burada mesela. Gözle görülemeyen, zihin ve nur aşamasına geçen başka bi evren gibi.

Tabi bu sembol onların dünyasına uğramanız için sadece bir “Hoşgeldiniz” paspası. Yoksa filmin geri kalan kısmı bu anlattığım örnek kadar kolay sindirilebilir değil. Ben yaklaşık 10 kere izledim ve çoğu parçasını hala yerine oturtamadığım için hikayeyi anlamakta zorluk çekiyorum. Bir bölümünü izlemediğinizde ufak tefek şeyler kaçıracağınız bir dizi gibi değil bu. Bütün parçaları doğru sembolle bir kriptograf gibi tanımlayamadığınız sürece hikaye hep eksik kalıyor. Ortada karakterler var, hiçbirinin ismi belli değil. Hikaye bir kadın ve erkeğin arasındaki aşk hikayesi olarak cereyan ediyor. Erkek karakter filmin muhtelif bölgelerinde sürekli bir etken tarafından ölüyor, başka bir kısımda diriliyor, kendini öldürüyor ve bu sefer başka şekilde diriliyor.

Öldüğü zaman ruhu ikiye bölünüyor. İki zıt karakter oluşuyor kendisinden. Kötü olanı elindeki delikten çıkan karınca yuvası ve karıncalar metaforundan farkedebiliyoruz. İyi olan da sonra şapkayla içeri girdi derken bir anda karakterler birbirinin tersine dönüyor ve kötü iyi, iyi kötü oluyor, hatta bi an hangisinin doğru karakter olduğunu anlayamayacak kadar afallıyorsunuz, çünkü bu da muamma olarak kalıyor. Bir kısmında sokakta öldükten sonra kadının yanında beliren adam evin içinde ona tecavüz etmeye çalışıyor. Pabucun pahalı olduğunu, kızın kaçtığını gördükten sonra ise sırtındaki iple kilise ögeleri olduğu içindeki 2 papaz ve piyanodan belli olan kocaman bir dekor çekiyor. O sahnede piyanonun üzerinde ölü eşek kafası görüyoruz mesela. Bu kafa belki de Gotfather’ın yönetmeni Francis Ford Coppola’nın yataktan çıkan ölü at kafası sahnesinde esinlendiği kafa, bilemeyiz ama bu filmin içinde çok önemli bir manayla konumlandırıldığı gerçek. Ben bu konuların uzmanı olacak kadar derinlemesine bilemiyorum tabii.

Bunun haricinde filmde adamın ağız kısmının kaybolup, kadının koltuk altındaki kıllarının o bölgede çıkması, içinde ne yazdığını bilemediğimiz kitapların bir anda silaha dönüşmesi, hikayenin sekiz yıl sonra, on altı yıl önce gibi farklı zaman dilimlerinde dönerken bizim aynı zamanda döndüğünü sanmamız ve bunun gibi çoğu sahnede gizli ufak tefek pek çok rahatsız edici ayrıntı var. Bir sahnenin rahatsız edici olması için, içinde yarılmış dalakların, parçalanmış bağırsakların olması gerekmez pekala. Bana göre tanımlayamadığımız olaylar insanı her daim daha fazla ürkütür. Bu filmin rahatsız ediciliğinin bir numaraları sebebi de budur.

Endülüs Köpeği’ni izledikten sonra 1960 ve 70′ler civarında çekilen bazı filmlerin bu şaheseri referans aldığını göreceksiniz. Anlar anlamaz, ama kendi kafasına göre filmi tanımlayan yönetmenlerin farklı yorumlarıdır bunlar. Sırf sinema değil, müzik alanında bile unutamayacağımız etkileri vardır dinlerken zihnimizde filmi canlandıran. Pixies‘in Debaser şarkısı ise filme gönderme yaptığını bariz ve açık bir şekilde belli eden, ondan eğlenceli bir şekilde bahseden güzel şarkılardan biridir. Geyik bi şekilde şarkıda filmden bişey anlamamalarından bahsetmeleri de filmin uydurma olma mitini güçlendirmiştir. Belki de Bunuel’in kıs kıs gülmek için fedailerine yazdırdığı bir şarkıdır kim bilir.

Pixies – Debaser

Yazı bittiğinde “Pixies – Debaser” çalıyordu.

Sigarayı Bırakmanın 25 Yolu (Kısa Film)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yeni bir yaşa girizgah yapmam sebebiyle bugün “19th Anniversary etkinlikleri” çerçevesinde yeni bir daimi bölüm daha ekliyorum. Ama öncesinde doğum günü üzerine bi kaç kelam etmeden ölürüm de konuya geçmem. Mesela dikkat ettiyseniz doğum günü kutlamalarının 90%’ı yaz aylarına geliyor. Tam sıcak zamanlarda doğuyoruz Türk insanı olarak. Neredeyse tanıdık çevresinde her gün 5 kişinin doğum günü olması sebebiyle de kimsenin kendini özel hissettiğini sanmıyorum. Öyle bişey olacak ki, 5 Temmuz sadece bana rezerv olacak. Bu tarihte kimse doğamayacak. 5 Temmuz gününde doğmanın patenti bana ait olduğu için; doktor, bebek ani bi çıkış yapmasın diye çıkış yollarını kapatacak bi süre. İsterse tutkallasın, beni dertlemez.

4 mevsimi güzel bi sıra içinde yaşayan ülke olarak eğilimimiz aslında belli. Yaz vakitlerinden 9 ay gerisine gittiğimizde görürüz ki, tam havaların ılıman, oynaşmanın güzel olduğu zamanlardır. Yazın sıcağında, kışın soğuğunda “karı-koca ilişkisi hak getire” modunda iken, baharda bombalar patlar. Bu sebepten ülkenin nüfusu her zaman tam bu civarlarda, yani bahardan 9 ay sonraya tekabül eden yaz vakitlerinde katlanır. Hadi bunu da geçtim, Temmuz başında doğanların doğum günlerinin gölgede kalması için ekstra sebepler vardır. Üstüste gelen 3 özel gün, Kabotaj Bayramı, Amerika’nın Bağımsızlığı ve Kırkpınar Güreşleri‘nin başlaması insanların sizin doğum gününüzü akıllarına bile getirememelerine sebebiyet verecektir. 29 Şubat’ta doğan bi insanın doğum günü bile daha fazla kutlanır Temmuz’da doğana göre. Çünkü 4 yılda bir gelen bir gün olduğu için, daha bi tutkuyla beklenir. Hem de benim gibi adam olmak istemeyen eşşek kadar adamlar için “ideal” kelimesinin sözlükteki anlamının zirve noktasıdır. Hele ki o tarihte doğan kadınların ileride ne kadar doğru zamanda çıkış yaptıklarına sevindiklerini hayal bile edemiyorum. Biz 28′inde doğunca 40 yaşında olduğumuz zamanda, o kadın göğsünü gere gere 10 yaşındayım diyebilir. Aslında Gönül Yazar gibileri mahkeme kararıyla bu tarihe de geçebilirler.

Konumuza dönelim. Bundan kelli belli zaman periyotları içinde, sürekli üstünüze aynı konuların hücum etmesini istememem sebebiyle, sıralamanın içine kısa film gösterimleri ekliyorum. Kısa film dediysek, harbiden festivallerde yarışan, iyi işler çıkarmış filmler. 2 tane hanzonun eline kamerayı alıp, abuk sabuk hareketler ve küfürler etmesi değil olay yani.

Kısa film konusunda hep anlamadığım bir nokta olmuştur. Dünya çapını bilmiyorum lakin ülkemizde hep evlatlık gibi kalmış bi türdür. Her miyendüzün çekmecesinde film projeleri ve fikirleri olur, ama imkansızlıktan ötürü bir türlü çekmeyi beceremez. Çekebilse de bu sefer insanlara sunamaz. Çevremizdeki insanların kalın kafalı tutumları sebebiyle o çekilmiş film de umutsuzca proje çekmecesinin içine atılır. Bi ara CNN Türk‘te “Kameramla Kampüste” diye bi yarışma vardı. Ne kadar güzel ve teşvik ediciydi. Katılanlar arasında gerçekten deha dediğimiz tipler çıkarken, salak salak ne çektiğini bilmeyenler de vardı haliyle. Ama o deha gözüyle baktığımız adamlar da unutuldu gitti program yayından kalkınca. Birisi adama el vermiş olsa duyar, görürdük yine herhalde. Evde çekirdek çitleterek kadın programı izleyen reyting etkileyicisi kalın kafalı güruh yüzünden de tek sezonda yayından kalktı program . Kimse “Bu ülkede güzel şeyler de oluyor” demesin. Olmuyor çünkü. Asıl birincil hedef olması gereken, insanı sahiplenme meziyetinden ölümüne uzak duran bir ülkenin yaptığı her şey boştur çünkü.

Kısa filmler, çok derin görüşlerin ortalama olarak 4-5 dakika gibi çok kısa sürelerin içine sığdırıldığı filmler olduğundan ötürü, normal filmlerden daha dikkatli izlenmesi gereken filmlerdir. Film başladığında bile en az 10 dakika film moduna giremeyen, sürekli yanındakine saçma sapan şeylerden bahseden adamların yanında asla izlenmemelidir. Çünkü o denyolar kendini konsantre edene kadar film bitmiş olacaktır. Eğer amacınız ortaya gerçekten unutulmaz bir kısa film çıkarmaksa, işiniz uzun metraj filmde şaheser yaratmaya göre çok daha zordur. Tabi sokaktaki adama sorarsanız “Onda ne var lan yarraaam, ben de çekerim kısa film, oturmuş kendi kendine konuşuyor deli gibi, al ben de konuşuyorum, kameraya kaydetsen bu da kısa filmdi.” diyebilir. İşte böyle bilip bilmeden her konu üzerine moronca yorum yapan adamların üstüne gladyatör arenasında aslanları salıp, geberirken filmlerini çekmek istiyorum.

Madem bu başlangıç konusu, o zaman ilk olarak gayet anlaşılabilir olan bi tanesinden, Bill Plympton tarafından 1989 yılında hazırlanan ve sigarayı bırakmanın 25 yolunu anlatan animasyonla başlayalım. Özellikle kapalı alanlarda sigara yasağı yüzünden mahrum olan insanlarımız için oldukça yol gösterici olacaktır. Herkes kağıt üstünde 3 gün duvarı, 5 gün duvarı diyor, lakin daha kesin bırakma çözümleri gerektiği ortada. Animasyon her ne kadar 1989 yılında çekilmiş olsa da, yöntemlerin yıllardır değişmediğini biliyoruz. Çünkü içindeki artan zehir miktarı haricinde pek de bişey değişmedi. Mevzubahis film, sigarayı bırakma konusundaki parodiler bazında hala birincil referans kaynağı olarak kullanılır. Sigara üzerine en kapsamlı kısa filmlerden birisidir. Uzun metraj olarak da Thank You For Smoking alanında bir numaradır. Aktif içiciler, sigarayı bırakmaya, pasif içiciler siz de eğlenmeye hazırsanız makarayı sarıyorum. Lights, Camera, Action!