Arşiv: Ağustos, 2008

Anekdot Silsilasyonu : Part VII

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

* Porno sektöründe yönetmen olsam ve gay filmi çekmem gerekseydi, adını “Terli T.şşaklar” koyardım şüphesiz.

* Çişimi yaparken klozette o güzel koku saçan ernetlerden takılıysa kesinlikle üstüne işerim.

* Kahvaltıda önüme çay koyulmazsa rahatsız olurum, ama koyulduğunda da içmem. Sadece sindirimim üzerinde psikolojik besin kayganlaştırma etkisi yapar. Annem de bıkmadan usanmadan her sabah çayımı koyar, sonra lavabodan döker.

* Ne yalan söyliyim, bazen etek tıraşı olduğum bıçakla surat tıraşı oluyorum. Yokluk değil ama üşengeçlik adamı bitirir.

* Ter parçaları mouseumun üstünde katılaşıp iğrenç bi hal aldığı zaman huzursuz oluyorum. Elim o katılaşmış ter parçalarına değdikçe tedirgin oluyorum. Bi peçeteyle siliyorum silmesine de, yarım saat sonra yine terler katılaşıyor. Sürekli uğraşamam ki.

* Can’t Touch This şarkısını dinleyip de coşmayan bi insan var mıdır bilmiyorum. Hele ki kardeşimde daha ağır bi şekilde tezahür ediyor bu coşku. En son dinlediğinde Mc Hammer gibi yatağın üstüne fırlayıp, artistik hareketler yaptığını sanarak hoplayıp zıplamıştı. Sonra birden yatağın suntası kırıldı tabi. O gün bugündür de onun yanında çalmam bu şarkıyı.

* Tuvalette dergiyi eline alıp rahatça s.çarken başkasının da tuvaleti gelir, kapının önünde dönüp durur ya, öyle durumlarda “Bzortcıghjktorrr, zooort, zaaan” diye osuruyorum, çekip gidiyor. Tuvalette yaşanan, tuvalette kalır ne de olsa.

* Çok garip lan, kafamda şapkayla dolaştığım zaman sosyal ortamlarda daha rahat oluyorum. Çıkarınca dımdızlak kalmış gibi hissediyorum sanırım.

* Ağır sanayide ustaya “Dubel ver de çakayım.” yerine “Dübür ver de çakayım.” derseniz ne olur?

* Etrafımda amma çok “Kapatıyoruz!” yazıp batan geminin malları psikolojisiyle milleti düdüklemeye çalışan mağaza görmeye başladım. Bi de özellikle bunu yaşını başını almış hacılar, hocalar yapıyor ki aklım hafsalam almıyor.

* Ben bankada yarım saat sıra beklerken benden sonra gelip elindeki Gold, Platinium vb. kredi kartını cırtlattıktan sonra benden önce işlemini bitiren deyyuslara uyuz olurdum. Sırf bu denyoların yaşadığı zevki yaşayıp, millete aynı huzursuzluğu vermek için pederin Gold kredi kartıyla bomboş Atm’den işlem yapmadan içeriye geçtim. Kartı cırtlatıp numarayı aldım. Direkt sıra geldi zaten. Apayrı bi hazzı varmış vallaha, o kadar küfür yesen de o zevke fazlasıyla değiyor. Hatta işin zevki milleti sinir etmek zati.

* Manyağın biri geçen bütün sokağa imsakiye dağıttı. Manyak dememin sebebi de, verdiği imsakiyenin geçen yılın oruç vakitlerini veriyor oluşundandır.

* Binboa votkasının logosunu sağda solda bakkalda çakkalda, bilimum tekel bayide gördükçe zihnimde Ali Rıza Binboğa‘nın suratı canlanıyor. Toprağım diye buna tahammül etmek zorunda mıyım lan?

* Hani k.çı açık uyumuşsun derler ya kabusvari durumlarda, ben geçenlerde ruhumun kapılarını pencerelerini açık unutmuş olmalıyım ki kabusumda Recep Bülbülses manyağını gördüm. Sonradan inme bi şekil ailemize dahil olan bu manyak, türkü söylemek yerine tekme tokat dalıyordu bana. Ulan terler içinde kaldım be.

* Dost başa, fetişist ayağa bakar.

* Yüksek Sakatat

* Hamamda kıllı, göbekli bi amcamızın yaptığı *pnesel kesenin akabinde bünyede rehavet ve ferahlık görülme anında peştemalle dinlenme kısmına çıktığımızda o elimize verilen gazoz acayip lezzetli gelir. Acaba o gazoz harbiden çok mu lezzetli, yoksa en kötüsünü koyuyorlar da içimiz aşırı yandığı için mi güzel geliyor? Çünkü normal zamanda içtiğim hiçbir gazozda o tadı alamıyorum.

Yazı bittiğinde balkonda “kafamı” dinliyordum.

Metallica – Death Magnetic (2008)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Evet sevgili okurlar, bundan gayri deliprofesor.com‘da yeni bir döneme geçmiş bulunuyoruz. 2 önceki yazımda tembelliğimden ötürü, bana belden aşağı sözlerle onur zedeleme bazında devinimde bulunan sevgili Buzcevheri‘ne teşekkürü bir borç biliyorum. Geçen System of a Down yazımdan önce “Kuşu kalkmaz, kuşu kuşu kalkmaz.” sözleriyle enzim görevi görerek beni yazı yazma isimli tepkimeye iten Buzcevheri’nden sonra dün de Kabakmeltemi‘nin nazikçe yazı isteğiyle bu girdiye dokunmaya başladım. Girdiye dokundukça, deniz kumundan yapıldığını farkettim, zira çok çabuk aşınıyordu. Ben de gidip derhal çimento katkısı yaptım. Görüldüğü üzere Buzcevheri hocam, bir insana Kabakmeltemi’nin yaptığı gibi tatlı dille de yazı yazdırılabiliyor. Bir Rottweiler’ı kan içirerek dövüştürmekle, okşayarak dövüştürmek aynı olmaz bittabi. Lakin mühim olan iyi niyet değil midir? Çok zehir zembereksiniz hocam, gorkuyorum. Blog, vurdurarak çalışan araba kıvamına geldi yalnız. Sağdan soldan bi iki el atıp iten olmazsa çalışmıyor gibi. Tabi bi okur Biyodizel katarken, diğeri nitro katabiliyor.

Yaklaşık 2 yıldır Metallica albüm çıkardı/çıkaracak safsatasını sürekli tekerrür halinde dalga dalga duyuyorum. Metallica’ya azıcık ilginiz varsa siz de benim kadar duymuşsunuzdur. St. Anger‘daki hayal kırıklığının üzerine açıkcası pek de heyecan uyandıramıyorlardı bende. Hele ki o “Bakın zor durumdayız, bu albümü böyle b.ktan çıkardık ama bi sebebi vardı.” manasına gelen Some Kind of Monster belgeselleri, bende o Metallica’nın kusursuz stüdyo, eğlence dolu garaj hayatı fantezisini sarsmıştı. Tabi ki bu denli önemli bi stüdyo sürecinde anlaşmazlık olmamasını düşünemeyiz ama esas kurucu 2 oğlan Lars ve James neredeyse kanlı bıçaklı düşman gibiydi. Nedir yani kardeşim, sonuçta bu bir zevk, bi keyif işi olmalı. Size eziyet haline geldiyse, dinleyicilere de o yırtılıp giden sesle, boğulup giden çalgılarla eziyet yaparsınız, kendinize acıttırırsınız. Terapi özelliğini müzik değil de, kel ve gözlüklü standart bir terapistin uyduruk kaydırık telkinleri taşıyorsa harbiden yapmayın bu işi.

Elindeki tek hata yapma kredisini St. Anger’da James’in psikolojik manyaklığı sebebiyle harcayan Metallica, bu sefer elinde resmi bir albüm çıkış tarihiyle (12 Eylül Cuma) ve tüm dinleyicilere yeni bir sayfa açma vaadiyle geliyor. Artık garaj hayatında anlaşamayacak kadar değiştiklerini düşündükleri için de, turneleri sırasında seyircilerinden aldıkları enerjiyle hazırladıkları bir albüm bu. Belki de sırf bu yüzden içimde bir umut doğurdular.

Nedendir anlamadım ama, bu umutları periyodik olarak parçaladılar da 1 yıllık bir süreç içerisinde. “Bakın biz bişeyler yapıyoruz, bekliyorsunuz ama g.t göbek büyütmüyoruz.” deme amaçlı üretim esnasındaki şarkı demolarını gönderdiler internetten. Ya da birileri yürütüp yaydı, pek de merak etmedim esasında. İlk çıkan demonun adı “Death is not the End“di. İsmi resmen bi teselli niteliğinde olan, olayı kaderciliğe bağlayan Metallica şarkısı, “Biz öldük, bizden bi cacık olmaz, ama siz bizi eski şarkılarımızla yaşatınız.” diyordu resmen. Tam anlamıyla bir garabetti. Ondan sonra piyasaya düşen 2 demosu da bundan farklı bir tat vermedi.

Sesi aşırı benzer birileri t.şak geçiyor diye düşündüm (Jaymz Lennfield?). Çünkü St. Anger’dan bile kontrolsüz öfkeli dandiklikteydi bu şarkılar. Bu denli kötü şarkıların üstüne 12 şarkılık bir demoları daha çıktı yaklaşık 20 gün önce. Ben tabi büyük bi hevesle yeni çıkacak albümdeki şarkıların oturmamış hali gibi düşünerek indirdim. Metallica’nın eski thrash metal tarzını düşünün, ama burda yapamıyorlar. Özgün bir kalıp yok yani. 12 şarkının ritmleri o kadar benzer ki, tek parça berbat bir şarkı dinlemiş gibi hissediyorsunuz. Alelade bir thrash metal grubundan daha da sıradan gibi. Tamamiyle trash bi demoydu anlayacağınız (Tıraş thrash). Her albümün ilk dinlemede aynı zevki vermeyeceğini düşünerek 2 değil, 3 değil, tam 4 defa bu eziyete katlandım, doğru dürüst bişeyler dinlemekten mahrum oldum. Ama bir şarkı bile kendini sürekli dinletecek kadar güzel değildi. Cidden kendilerini bu denli imha etmeye çalışmalarını anlayamamıştım. Perşembe, sinyallerini Çarşamba’dan hazırladı mıydıydı yoksa? Lars’ın çapulcu görünümlü babasının da benim gibi düşündüğüme eminim.

Uzun sakallı, hint fukarası tipli Lars’ın babası hakikaten ağır kelamlarda bulunmuş olacak ki, yeni albümde sunacakları, internete düşen son şarkıları “The Day that Never Comes” apayrı geldi bana. Girişinden, sonuna kadar çok yoğun kompozisyonları, tıpkı eski zamanlarda yaptığı gibi sunuyordu. O eski lezzet fazlasıyla vardı yani. O an anladım ki, üstüste bu kadar dandik şarkıları, dinleyicilerin beklentisini düşürme amacıyla sunuyorlardı. Lisede okuyan bir çocuk sınava girmeden sürekli ebeveynlerine 1 alacağım der, zayıf aldıktan sonra daha ufak bir öfkeli tepkiyle karşılaşır ya, belki de Metallica böyle bişey yapmak istemişti. O iğrenç şarkılarla kulak zarlarıma kısa devre yaptırıp, “Ulan bari, bu kadar berbat olmasın” dedirterek çıtamı düşürtmüştü belki de. Emin değilim ama bu yüzden hoşuma gitmiş olabilir mi diye düşünmüyor değilim. O kadar prodüktörü, organizatörü boşuna eşşek yüküyle para almıyor. İnsanlara bişeyleri nasıl satacaklarını çok iyi biliyorlar. Ama açıklanan şarkı listesinde “Unforgiven III” de var. Buna deli cesareti demek mümkün olmamalı. Çünkü o şarkı diğer Unforgiven’ların standardının altında olduğu an groupieler dahil grubu elinde meşalelerle cadı avındaki gibi kovalayıp cızır cızır yakacaklardır. Bu yüzden “Deli cesareti” değil de, yapılan albüme güven olarak algılıyorum bu hareketi.


Kaç yıllık grup lan, metalin kitabını yazmasa da zamanında çok iyi işler çıkardı. Eğer bu albüm de zorlamaysa, gerçekten artık bu işi para için yaptıklarına inanacağım. Albüm beğenilirse amenna, lakin yine garabetse, hiç belgesel melgesel yapıp, kendilerini acındırıp bi de ordan para cukkalamasınlar, bu işi bırakıp gitsinler. Tarih bütün grupları taşıyamayacak kadar şişti, Vikipedi veritabanı da. Dinleyecek grup çok, açarım Motörhead‘imi dinlerim. Hatta şu an kendimi hazırladım, dinliyorum. Siz de linkten demoyu indirip dinleyin bakayım, ben mi çok sinamekiyim yoksa?

Download Death Magnetic Demo (Pre release)

Ek-1 : Üstad Buzcevheri (Yurttaş Kane gibi oldu yalnız) yorumda bahsettikten sonra gördüm. Metallica bu yazımı yazdıktan sonra My Apocalypse isimli diğer singılını da sunmuş. Beklentilerim düştüğünden mi bilmiyorum ama yine o kadar kötü gelmedi bana. Yani orta halli diyelim. “Ooof koparmışlar babaaa. Metallica yine tarzını konuşturmuuş.” diyecek bişey yok. Kısacası The Day That Never Comes: 1 – My Apocalypse: 0,5 (Torunlarımıza anlatabileceğimiz güzel bi Unforgiven üçlemesi olsun yeter) (Siz bana inanmayın, Metallicaseverler üstüme çullanmasın diye böyle iyimser davranıyorum nıahahahaha.)


Ek-2 (03.09.2008) : B.ku püsürü tekrar tekrar farklı başlıklardan yayınlamayı sevmeyen bi tabiata sahip olduğumdan ötürü resmi çıkış tarihinden 9 gün önce çıkan gerçek albümü küçücük bir ek ile takdim ederim. Oradan oraya koşturmaktan doğru dürüst dinlemeye fırsat bulamasam da “Creeping Death” ile “Some Kind of Monster“ın birleşiminden The End of Line‘ın çıktığını ilk dinleyişte anlamayacak kadar salak değilim. Babalar, ilk günlere dönün dedik demesine de, şarkıyı aynen kopyalayın demedik ki. Herkesin merakla beklediği Unforgiven III‘e gelince günümüz bazı Heavy Metal gruplarının senfoni olaylarından etkilenmiş bir havası var. Dandik değil, ama Unforgiven payesine erişecek kadar iyi değil. Unforgiven serisi için “2-3 dinlemede güzelliği anlaşılır” gibi bir tabir olmamıştır hiçbir zaman. İlk dinlenişte alıp götürmüştür. Ama bu şarkı öyle değil, donuk, sönük, tutkusuz. Bazı şarkılar da belli dinleme tekrarından sonra tat verebilir. Heavy/Thrash metal piyasasında binlerce güzel albüm varken de kim bu albümü 3 kereden fazla dinler bilmiyorum.

Motörhead’in şu an çalan şarkısı belki de Metallica’nın geleceği için bir mesaj olabilir. Buried Alive diyor babalar. Mümkündür. Bu arada albüm kapağı kolpa olabilir, o kadar da araştırmadım.

I’m Genocide Mixed With Turkish Lies

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yapılan iş her ne olursa olsun, bir şekilde içine kişisel öfkenizi ve para hırsınızı boca ettiğiniz vakit iğrenç bir hal alıyor. Bunun öyle bi yal olduğunu düşünün ki, köpeklere verseniz dahi yemezler, veyahut domuzlara. Günümüzde insanların ellerinde tuttukları kürdanların bile reklam zekasıyla bir şekilde propaganda aracı haline geldiğini düşündüğümüzde içinde bulunduğumuz ortamın ne kadar ürkünç olduğunu anlayabiliyoruz. Herkes sesini duyurmak amacında, ama mantıklı konuşma derdinde değil. Bu sadece sesini yüksek çıkaranın duyurabileceği bir zamanda yaşamamızın sonucu sanırım.

Propaganda malzemesi olarak doğru şekilde kullanıldığında ceplerdeki şişkinliği en çok arttıran olaylardan biri de savaşlar tabi. Arka planda milyarlarca dolarlık silah satışlarının döndüğü bu sektörde (Evet, sektörden başka bi kelimeyi uygun bulamıyorum) sadece silah satanların parayı cukkalamadığını hepimiz biliyoruz. Her savaş çıktığında birkaç samimiyeti şüpheli müzik grubu çıkar ve savaşa karşı bir iki alengirli kelamla sömürülmeye, dinlediği şeye inanmaya hazır insanları söğüşlerler.

Sakın Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi gibi işini gerçekten içten yapan gruplara yüklendiğimi düşünmeyin. Zira onların özlemi her daim barıştı. Eski zamanlardaki kulağı kesik gruplarda samimiyetsizlik vuku bulduğunda o zamanın duyarlı rock dinleyicisi prim vermezdi zaten. Lakin şu an dünya kış uykusuna yatmış bir ayı kadar duyarsız ve umarsız. Her ülkede Irak Savaşı vaktinde belli başlı sahtekar müzisyenler parsaları topladı, hala da toplar. Kimileri müzik tarzını değiştirirken, kimileri sonradan peyda oldu. Mesela ülkemizdeki bu iğrenç savaş samimiyetsizliğinin simgesi de Mor ve Ötesi olmuştu o zaman. “Hedefini al, piyasanı al.” diyerek öfkesini şarkı ile böğürmek isteyen kitlenin ceplerindekini ve vicdanlarındakini bi güzel boşalttılar. O zaman da az kişi farkında oldu, şu an da öyle.

Şu an yine birileri postal seslerinin gümbürtüsünün, silahlarının uğultusunun yükselmesini bekliyor, çakal gibi. U2′nin folloş olmuş Bono’su gibi herkes bi şekilde yapmacık barış dolu dünya isteklerini yine savuracak. Onların aralarındaki samimi kitle ise ne yazık ki sömürülecek veya sesini duyuramayacak. Rusya ile Gürcistan birbirini yedikçe, savaş ittifak cephelerine sıçrayıp büyüdükçe kimi ülkeler kendini silah satışlarıyla ihya ederken, kimi şarkıcılar da “Dünya Yalan Söylüyor” şeklinde vatan millet Sakarya üçlemesini çekecek.

Sanatçılar tek koldan mı yer paraları peki? Tabi ki yemez, yetmez. Bu çakalların da alt kolları var kendi aralarında şekillenen. Mesela Björk gibi şuursuzlar konserine gittiği ülkelerin diplomatik durumundan bihaberken bile sahnesinde durduğu ülkeyi umulmadık bir anda yerebilir. Free Tibet diye bağırması onun için tabi ki kolay. Mühim olan, eğer bu gerçekten inandığın bir düşünceyse, seni parçalamaya niyetli binlerce insanın içinde arkandaki korumana güvenmeden bağırabilmek. Hatırlarsınız, kısa bi süre önce Türkiye’ye de gelmişti. Nobel ödüllü vatandaşımızın bile ülkemizi yerdiğini görüp, acımış olacak ki, Free Kurdistan, Free Armenia, Give East to USA şeklinde kombinasyonlar yapmadan gitti.

Böyle şarkıcılara acayip özeniyorum. Her ülkeye lazım. Tam anlamıyla kitle imha silahı özelliği görebiliyor çünkü Björk gibileri tek başına. Hele hele son zamanların yükselen değeri System of a Down düşman başına bile istenmeyecek türden. İşte bizim bahtsız bedeviliğimiz de bu derece. Nerede kendi branşında zirvede adam varsa, Türkiye’ye tek başına savaş açıyor. Hani diyecem ki, “Ulan biz de bi tane böyle şarkıcı yetiştirip Ermenistan’ın, Yunanistan’ın başına atalım.” Ama Vehbi’nin Kerrakesi o şekilde işlemiyo ki. İki dirhem meşhur olan adam, “Ben ülkede yaşayamam baba yaaa, bu ülkeye fazlayım, beni anlamıyorlar, yaşam şartları kötü, bok gibi ülke lan bu.” ayaklarına giriyor. Zaten o yüzden olimpiyatlarda hiç altın madalya çıkaramadığımıza seviniyorum. Michael Phelps‘e de üzülüyorum. Adamın ruhunda mütevazilik olsa dahi kanı bozuk Amerika kansız yapar koyar onu. Rusya’nın başına bela eder. Torpido gibi sahilden koyar da geçer Speedo LZR mayosuyla.

Her neyse efenim System of a Down safkan Ermeni’lerle oluşan kadrosuyla piyasaya ilk düştüğünde “Köpekler ve Türkler giremez” isimli sahne efsanesiyle yayılmıştı müzik severlerin kulağına. Tabi bu bana Ozzy Osbourne’un civciv ezme efsanesi kadar tıraş ve tırt bi söylem gibi geliyordu. Meğersem bu herifler harbiden bu denli naneler yiyormuş. Bu durumdan da Mesmerize/Hypnotize isimli albüm silsilesinin 2.si Hypnotize’daki Holy Mountains şarkısını dinlerken emin olmuştum. O anki şok hala aklımdadır. Onlar Türklere “Katiller, i.neler, Aras’a geri dönün” dedikleri an beynim zangır zangır zonkladı. Kendi halimde bireysel olarak epeyce küfrettim küfretmesine ama onlar kitlelere çoktan benimsetmişti bu şarkıyı. O andan itibaren de son derece bağımlısı olduğum System of a Down’ı dinlemeyi zorla da olsa bıraktım.

Bu cacıkların yakın zamanlarda solucan gibi birkaç parçaya bölünüp müzik hayatlarına devam ettiğini biliyordum ama aynı şekilde müziği propagandalarına alet edeceklerini düşünmezdim. Yine de herkese karşı paranoya duyması gereken bi Türk vatandaşı olarak, şayet propaganda yapıldıysa, üzerime düşeni yapmak, yani bolca küfür savurup, ana avrat düz gitmek amacıyla Daron Malakian ve John Dolmayan‘ın kurduğu Scars on Broadway grubunun aynı isimli albümünü indirdim. Bu sefer de Japon motifiyle bezenmiş Exploding/Reloading şarkısı beynimi nöronlarını skertti. Yine soykırım siyaseti yapıp, Türklere yine yalancı diyorlardı. “Oh, en azından bu sefer i.ne dememişler bize.” dedim. Yok lan tabi ki öyle demedim. Şu an pişman da olsam, o anki sinirle Youtube videolarının altına yazılan küfür dozajında kalayı bastım şarkının Last.fm’deki sayfasına.

Daron’la John’a verebileceğim son şans da bu şekilde heba oldu gitti. Halbuki ben cidden isterdim ki, böyle mükemmel tınılar çıkaran Ermeni bi grupla geçmiş muhasebesini kapatalım, yılda bi kere konserimize gelsinler, yan yana bayraklarımızı açıp tek ağızdan şarkı söyleyelim. Ama iki ülke de bazı şeyleri kabullenmek için gerçekten çok ilkel. Mazide kaldığımız sürece de birbirimizi paralayıp duracağız bu şekilde yıllarca. Lan keşke Dünya tek parça olaydı. Sen, ben olmayaydı, biz olaydık. En azından bu denli toprak hırsı olmayaydı.

Mecburen gururuma yediremeyerek, bu albümü ve grubu da kenara atmak zorunda kaldım haliyle. Ama System of a Down kökenli elemanların elinde öyle bi yetenek var ki, en az bir insanın sigarayı bırakırken harcadığı kadar efor sarfetmeniz gerekiyor. Bu sefer irademe sahip çıkamadım zaten. O güzel kelime oyunlarıyla süslenmiş, orjinal tekerleme tadında tınıları küfrede küfrede dinledim. Onuruma ihanet ettiğim için bi yandan da kendime küfrettim. Sevgilisi tarafından sürekli küfüre, dayağa maruz kalıp da hala ondan ayrılamayan kadınlar gibi dımdızlak hissettim kendimi. Küfrede küfrede yapılan 4 albüm dinleme tekrarından sonra kendimi Scars on Broadway’i de bırakabilecek mertebede buldum. Gerek Holy Mountains, gerek Exploding/Reloading o kadar güzel melodilere sahipti ki, başka şeyler anlatsa defalarca dinlenirdi.

Olup olmadığı belli olmayan şeyleri müziği üzerinden satıp, müziğini olup olmadığı belli olmayan şeyler üzerinden satan herkese karşı öfkeliyim. Eğlenme amacıyla dinlediğim şu değerli melodileri bile kirlettikleri için. Hani bu lavukların Türkiye’ye gelmelerine ihtimal vermeyenler var ya, aha şuraya yazıyorum, elden ayaktan düştükleri vakit gelecekler. “Ben yaptıkları müziğe önem veririm” diyen g.t kafalı kitle de bu aleyhimize yapılan propagandaları yalayıp yutacak. Hatta sahnedeki elemanları, camide namaz kılan Ahmedinecad’ı öpmeye çalışan yeşil sermaye mensubu kitlenin yaptığı gibi sevgiyle karşılayacaklar. Hatta bakarsınız Björk’ün yapamadığını biz yapıp System of a Down’la kol kola Give Turkey to Armenia diye bağırırız kim bilir? “Fuck Me Jesus” diye g.tünü yırtan anti müslim, anti christ, aslında anti herşey olan dengesiz-bi nevi nihilist grup Marduk bile Türkiye’ye geldikten sonra ne olacak? Bu ülke ne dumurlar yaşadı.

Bi tane çok meşhur olup da ülkesine b.k atmayan, hatta bolca öven adam var, onu da kimse sklemiyor zaten. “I Kiss You” diye diye barış tohumcukları yayarak nereye kadar zaten hacı? İnternet Mahir‘den bahsediyorum. Aslında bu herifi Pavlov’un köpeği yönteminin daha gelişmişiyle düşmanımız olan ülkelere karşı düşman olarak şartlasak hepsini devirir geçer gibime geliyor. Zaten deve gibi adam, al koskoca Ermenistan’ı gölgesine koy. Vallaha vatani hizmet herşeyden üstündür. We are the world, we are the children.

Ulan yeter be, vallahi şu sıcak yüzünden “Ay poliiis, gözü kör olmayasıcalar, aaaay itfaiyeeee yetişin ayoooool, yanıyorum gözünüz kör olmasın.” diye bağıracağım balkondan nonoşlar gibi.

Out of Service

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Tahmin ettiğim kadarıyla bi müddet daha yokum. Burada yokum da, olmadığıma değecek, yazdıkça insanları güldürecek anı niteliğinde tatil maceraları yaşıyor, tatil mecralarına kapılıyor muyum? Hayır. Peki bilgisayar başına oturup şu gavur encüğü sıcağında bişeyler yazsam daha mı iyi olurdu? Sanmam, belki de beynin çok değişik çalıştığı bu safhada bestsellara girebilecek satırlar çıkardı. Lakin sürekli sürpriz yumurta çıkma ihtimali var hayatta zati, bekleyemem ki. O elliyle gitsin, ben yetişirim.

“Vay nasını” diyorum kendime bu aralar. Günübirlik yazan dağ gibi bebe eridi gitti. Sıcakların bu denli iştah kaçıracağını tahmin etmezdim. Hadi onu geçtim, artık yazdıklarımı bile beğenmez oldum. Uyku düzenini tutturamadım. Olduramadım, ettiremedim, falan da fıstık. Zıçan Adam‘ın fırtınadan önceki sessizliği kıvamındayım. Gözler “voink voink” diye dönüyor. Bi yandan da “Neredeyim ben adamı Tunç“la benzeşmeler ya da örtüşmeler yaşamaktayım. “Benzeşmeler ya da örtüşmeler” demek de ayrı bi tabirleştirim hareketiymiş. Rock & Roll’aRock and or roll” demek gibi sanki. Manyaklık aşamasına ulaşmadan bi önceki leveldayım sanırım. Kendini sorgulayıp duruyorsun ya, aha ondan. İnşallah bu kısımı zayiatsız atlatırım da Nietzsche gibi yarılmam ortadan. Esasında Diyojen gibi, bi varilin içinde bi lokma, bi hırka şeklinde yaşayacak kıvamda deliliğe de razıyım. Onu bunu bilmem de şu teknoloji çok yoruyo adamı be. Düşünüyorum bazen bi daktilo alıp, pipomu tüttürken yazacağımı çizeceğimi onunla halledeyim, sonra sokakta dağıtayım bildiri gibi. Bi de şişe camından gözlük takıp, geniş pota sakal yaptım mıydı tamamdır. Neyse ağalar, paşalar, ayrılmak isteyen ama söyleyemeyen karılar gibi oldu söylemim.

-Zamana ihtiyacım var Aleksandır.
-Dur daha sen taze gelinsin Şirella, eskiteyim hele bilhassa kabul etmezsen zorla müdahil olurum ona göre, evet yaparım bunu.

Seks Her Yerde : Roger Dodger (2002)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Çocukluğu ve ergenliği boyunca sadece bilgisayar başında beyhude vakitler geçirdiği için sonrasında sosyopat kimliğe bürünen koskoca bir gençlik ordusu oluşuyor Dünya çapında. Bir kısmı ilk cinsel aktivitesinden sonra bilgisayarı, işi gücü bırakıp kızların peşine düşerken, diğer kısım insanın doğasına ait olmayan, bu karmaşık gibi gözüken gerizekalı aletin başında gerizekalı oluyor. İşte dünyada genç – yaşlı dengesi bu yüzden hiç sabit durmuyor. Sevişen ve bilgisayar başında çanak büyüten insanların her geçen senesini farklı katsayılarla çarpmak gerektiği kanaatindeyim. Aktiviteden aktiviteye koşan, en azından bir şekilde sınırları zorlayan bir insanın her geçen senesini 0,5 ile çarparsak, diğer bilgisayar moronlarını da 2 katsayısıyla çarpmamız gerekecektir. Bi de bu acınası durumu izole edebileceklerini sanarak, hayat felsefesi gibi gördükleri osuruktan bi kılıf uydurmuşlar ki sormayın gitsin. Kendilerine geek diye hitap eden bu güruh bolca bilgisayar ve bolca film etkileşimi haricinde somut bir beden veya sosyallik etkileşimi yaşamıyor. Zaruri olmadığı sürece evin kapısından çıkıp da bir güneşin lezzetine bile baktıkları görülmemiştir esasında. İşte ben bu türlü aşırılıklara oldukça içten küfrediyorum. Niye insanlık olarak sürekli bi kesim her şeyin aşırısına kaçıyor? Emolar niye sürekli tepeden fotoğraf çekip her bi b.ka aşırı tepki gösteriyor? O değil de bir gün bu geekler ve emolar G-2 zirvesi (Gerizekalı 2) yapıp, güçlerini birleştirmeye kalksa ve XP sistem hatası verdiğinde intihar etmek isteyen kitleler oluşsa ne fena olurdu değil mi? Ölmüyo da şerefsizler, duygusal kisvesi ayağı altında yapmacık davranışlarda bulunuyorlar.

Bir de geldiği yaşına kadar elini ayağını suya sabuna dokundurmamış, yani ne bilgisayar başında ne de sosyal ortamlarda ömür tüketmiş insanlar vardır. Ki bence G-2′den daha iyidir. En azından istediğin şekli verebilirsin, olması gereken şekli. Tabi bu şekli vermek de bildiğiniz üzere her mahallede en az bir tane bulunan, sahiplenicilik üstlenen bitirimlere aittir. Hayatındaki cinsel boşluktan dolayı 50 yaşında gözüken bu gencimizi hayata kazandırmak amacıyla bitirimimiz derhal en yakın keraneye götürür ve parasını da karşılar. (bkz. Skmedim, sktirttim daha ne yapayım bee?) Bu hem oğlan, hem de mahallenin bitiriminin sokaklardaki itibarı açısından çok önemlidir. Zira ilk ilişkisini yaşadıktan sonra mahallenin bitirimini dünya ahiret kardeşten sayan oğlan, neredeyse etrafındaki bütün insanlara keranedeki deneyiminin detaylarını anlatır. Bu da mahalle bitirimine çoğu cinsel ilişkiden daha derinlemesine bir haz sağlar açıkcası. Bi tanesine denk gelmiştim, dinlerken bayağı bayağı yarılmıştım gülmekten. Kadının prezoyu ağzıyla takışını bile anlatıyordu göstererek. Eskiden de görmüş olduğum, vakti zamanında 50 yaşında gözüken o oğlanın kerane seansından sonra gözlerinin içine bir daha baktım, resmen hayat ışıkları fışkırıyordu. Para boşa gitmesin diye içtiği biraların kadın üzerinde olumsuz yarattığı uzun süreli etkisine kadar anlatmıştı. Sonuçta kapıda müşteri bekler, her ne kadar tatmin etmeye çalışsa da işini kısa bi sürede bitirmesi lazım, işin içine bira girince de pek mümkün olmuyor. Bir kişinin mutluluğu herkese faide sağlıyor esasında. Mado’nun garsonu olduğu için arada bolca bedava tavuk göğsünü götüren kişi olarak mutluluktan ufak bir pay da ben almıştım. Ben de o kadar tavuk göğsünün verdiği mutlulukla kime ne iyilik yaptım kim bilir.

Her ne kadar kendi babafingosundan başka bişey düşünmese de yeğeninin yüzü gözü suyu hürmetine bitirimlik adına kolları sıvayan bir Roger var filmde. Sürekli çenesi laf yapan, ve ettiği cesur sözlerle çoğu kadını bir gecelik ilişki doğrultusunda etkileyen bir adam. Bir gecelik diyorum, adamın adı boşuna Roger Dodger değil. Başı sıkıştığında derhal topukluyor. Torrentten istediği dosyayı indirdikten sonra seedlemeyi kesen vur-kaççılar gibi. İşini gördüğü insanla bir daha birlikte olma düşüncesinde değil. Filmin uzunca süren ve sadece Roger’ın dil döktüğü ve bolca Rezervuar Köpekleri‘ni andıran masa sohbeti sekansından sonra görüyoruz ki bu sefer asıl “Dodger (Kaçar)” Roger değil. Patronu olan kadın bir daha cinsellik ve sevgililik anlamında görüşmeyeceklerini söylüyor. E, haliyle iktidarı kırılmış olan bir eril olarak bu sefer kovalamak Roger’ımıza düşüyor. Bu hikayenin arka planda dönen ilk kısmı.

İkinci olarak da amcasının maharetlerinden haberdar olan Nick, sırt çantasını yüklenip geliyor ve ondan bu konuda destek istiyor. Çünkü kendisi biraz önce bahsettiğimiz binlerce tipten biri. Kendine göre büyük gibi gözüken dertlerin yanında bir de yeğeniyle uğraşmak istemeyen Roger, sonradan yufkalaşıyor ve kendi soyundan bi oğlanın kız meselelerinde bu kadar pasif olmasını kabullenemiyor. Tabi her öğretideki gibi asıl aşamaya geçmek için bir takım inceleme gerekiyor. (bkz. Chosen One hesaaabı) Bu yüzden yeğenini sokağa çıkarıp, etrafındaki kadınların çokluğunu göstererek, kafasına seksin, daha doğrusu se
ks yapabilme şansının her yerde ve çok yüksek
olduğunu sokmaya çalışıyor. Bunu bir şekilde farketmeden fırsatçılık yaparak yanlarına yaklaşamayacağını biliyor çünkü.

İlk testten geçer notla da olsa geçebilen Nick için artık amcasının öğretileriyle dolu gecenin kapıları sonuna kadar açılmıştır. Roger film boyunca iç (bar, parti) ve dış ortamlarda yeğenine bu konuda cesaret aşılamaya çalışırken çoğu zaman da kendi tecrübelerini baştan düşünmeye ve kendisini yargılamaya başlıyor. Tabi huylu huyundan tam olarak vazgeçmeyeceği için kadın patronuyla da uğraşıyor bir yandan paralel hikayesinde. Yeğeninin üstüne bir gecede yüklediği aşırı derecede yükü, onu son çare olarak genelev gibi berbat bir yere götürüp, oradaki fahişenin eline bıraktığında fark ediyor Roger. O andan itibaren de, asıl doğru olanın insanın bu denli önemli ilk deneyimleri zoraki yaşamaması, akışına bırakması gerektiğini anlıyor.

Film başlangıçtaki-devamındaki uzunca diyalogları ve anlattığı hikayesi itibariyle yetişkin filmi gibi görünse de, sonradan Nick ile ilgili irdelemelerin akabinde aslında gençler dahil, tüm insanlara cinsellik konusunda önemli mesajlar verdiğini görürüz. Campbell Scott‘un ete kemiğe bürüdüğü Roger gibi iğneleyici sözleriyle izleyiciyi kendine gıcık ettiren karizmatik bir karakterin bile hafiften adam olabileceğini görürüz. Tabi yine kendi mesleğini uygulamaya yetecek oranda azaltacağını biliriz denyoluğunu. Sonuçta o bir reklamcı ve dediği üzere “İnsanlara yeni birşeyler satmak için onlara kendilerini kötü hissettirmelisiniz.

Yazı bittiğinde “Markus Grosskopf’s Bassinvader – The Asshole Song” çalıyordu.