‘ Kişisel ’ Mevzubahis Arşivi

Anekdot Silsilasyonu : Part XI

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

* Pimp My Ride programında ne külüstürlerin, ev olarak bile kullanılacak kadar yaşanılası hale geldiğini gördük, ama açıkcası ben çok merak ediyorum, birisi bu programa Arçelik’in şu 3 tekerlekli meşhur triportörüyle başvursa, nasıl bi heybet kazandırırlardı?

* Kuzenin düğünü olunca ister istemez memleket Kayseri’ye doğru bir ılıman hava ziyareti. Düğün öncesi tantanası, herkes ordan oraya koşuşturuyor. Kına akşamı tabii haliyle. Kayseri’nin gençlik jenerasyonu hafiften mafyöz özentisi adamlardan oluşur. Damadın kınası kurumadan “Hadi eğlenceye” naralarıyla, noluyoruz lan dedim. Kayseri’de bar falan mı vardı diye düşünüyorum bi yandan. Gecenin bi vakti dağın başında bara değil bağa gidiyoruz, elde biralar, mangalda kızartılacak tavuklarla. Bizim gibi hoppa gençliğe biraz garip geliyor, ama adamların yegane eğlence kültürü bağ evinde gece 3, 4′e kadar mangal yapıp kafaları çekmekmiş. Süreklilik kazandığında iğrenç olarak adlandırabileceğiniz bi eğlence türü olabilir ama damadın özel arıza seçkisinden oluşan arkadaş çevresi bütün bu handikapları kotarıyor. İçki oldu muydu her yer güzel desenize.

* Bağ evindeki en karikatürize tipin yakınında durup gözlemledim eğlence bitene kadar. Sonuna kadar bu adamın mizahından istifade etmek istiyordum çünkü. Damada kına yakılmış, taze daha kına, kan kırmızıya meyilli. İnsanoğlunda hafif bi falım fallansın ruhu var, biraz da uzuvlarına ne olursa olsun heybetli görünsün isterler. Kuzen eline baktı, sonra bize döndü “Elimdeki kına aslana benziyor değil mi?” dedi. Millet “Hakkatten, vay anasını” falan derken, bizim karikatürize sağdıç kendi elindeki kınaya baktı, şöyle bi durdu, “Lan benim elimdeki kına amcığa benziyor.” dedi. Nası bi mastürbatör ruhuysa o an coştu gürledi.

* Karikatürize sağdıç ayak üstü tavuk yerken bi yandan bize anlatıyor. Tabii muhabbet nereden buraya geldi bilmiyorum. 1 ay öncesi civarı bunun kardeşinin parmağı kapı arasında kötü şekilde sıkışmış, tırnak düşecek gibi dursa da çıkmak bilmiyormuş. Parmak zonklar bi yandan, tırnak emanet dursa da inatla düşmez. Bizim bu akıllı sağdıç arı bulmuş bi yerden, kardeşinin tırnağı düşsün diye arıya sokturmuş parmağı bi de. Parmak artık bildiğin felç hale gelmiş o acıdan, şişlik iki katına çıksa, acı zirveye ulaşsa da o tırnak düşmek bilmemiş. Sonrası nedir bilmiyorum ama adamın bu pratik zekasına hayran olmadan edemedim o an.

* İki kapılı bir Honda, gidiyorum gündüz gece (Özgür Baba’ya eyvallah)

* Geçirdiği ufak trafik kazasından kelli iflah olamadı boynu gardaşımın. Boyun ve sırt arasında belli bi nahiye belli aralıklarla ağrıyor. Doktora gitti, krem ve antrenman vermiş. Valide kremi sürerken izledim, yarısını boca etti adamın üstüne ilk sıkışta. Gardaşım Mürad, “Uhhh çok yaktı sırtımı” diyerekten hafiften sızlandı. Valide üstüne kremi komple boca ettiğinin farkında değil sanırım, bombayı patlattı, “Yakıyorsa krem işe yarıyordur, iyi iyi.” Tedavinin cevap verdiğini 5 saniye içinde acı verip vermemesiyle anlayabiliyorsunuz yani.

* İnsan açlığın getirdiği iştahla önüne cennet meyveleri gelse, bedeli karşılığında ruhunu ipotek ediyor. Yemek bitip garrrk diyerek geğirdikten sonra cennet meyvesiyle, kerevizin tadı bir. E haliyle yemek bittiğinde iş para ödeme kısmına gelince tok karına pek bi koyuyor. Yemekten önce alsalar ben en azından yediğim yemekten çok daha memnun olurum.

* WinRar’ın setup dosyasını rarlayıp Rapidshare’e koymak nasıl bir eşşoğlueşşekliktir? Özel bi gelenek mi bu acaba?

* Ambalajından taze çıkarılmış teknolojik cihazların bir hafta boyunca üzerinden çıkmayan taze ürün kokusu var. Böyle ürünleri ilk başta çalıştırmadan önce burnuma yaklaştırarak uzun uzun kokluyorum, beni mest ediyor. Kokunun tek bir zerresini havayla paylaşmadan vücudumun içine çekiyorum ilk 2 gün belli aralıklarla.

* Evlerdeki kilerlerin içindeki eşyalar genelde çöpe atılmaya kıyılmayan, ama bi yandan da ölene kadar kullanılmayacak kondisyonda hurda türü parçalardan oluşur. Öyle bi kalıncasına içi dolu dolu demir vardı. Üstünde “1 T” gibi bişey yazıyordu sanırım, ya da çocukluk hayalimle ben ürettim. Gözüm yiyip bi kere kaldırdığımda, o kaldırdığım şeyi belli bir yaş seviyesini ulaşana kadar 1 ton sanmıştım. Titan’ların oğlu da olabilirim, ama ağırlık birimlerini öğrenecek yaşa geldiğimde bi bok olmadığımı farkettim.

* Kahpe falı

* Berberde tıraşın belli bi safhasına gelindiğinde “Ense nasıl olsun?” diye soruyor. Ense türlerine dair en ufak bi bilgim yok. Arkayı hiç görmediğimden, insanlar da görmüyor sanıyorum belki de onun etkisi. “Naturel yap” diyorum ama naturelin ne olduğu hakkında en ufak bi fikrim yok. Uzun bi süre önce berberde tıraş olurken, yanımdaki tıraş olan adam, berbere derken duymuştum, cahil gözükmeyeyim diye o gündür naturel derim. Umarım iyi bişeydir.

* 2-3 parça abur cubur aldıktan sonra ben istemeden poşet vermeyen bakkallara bi daha uğramıyorum. 2 kuruşluk torba yüzünden yekünde kim bilir kaç milyar para kaybediyor bu tür cimri bakkallar?

* Cumshot Collection, pornocuların “Greatest Hits”i midir?

* Bundan iki yıl öncesinde bulunduğumuz apartmanın zemin katında otomobil hırsızı ikamet ediyordu. Komşular altlı üstlü rahatsız. Sanıyorlar ki kendi evlerine girecek. Halbuki ben o adam oradan hiç ayrılmasın isterdim. Apartmanın sigorta güvencesi gibiydi. Hırsız bu sonuçta, her işte olduğu gibi bunun da kuralı var. Bulunduğu mevkinin evine, arabasına dokunmaz. Bi de her hırsızın kendi bölgesi vardır, o bölgeler dahilinde başkasının borusu ötmez, hırsız hırsızın malını çalmaz. Adamı yaygara yapa yapa polisin eline verdirttiler. Ondan sonra gidin 20-30 milyar güvenlik sistemlerine harcayın. Aklınızı seveyim sizin.

Yazı bittiğinde “Dead Family – Mirror” çalıyordu.

The Big Race In Paddock

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Evin salonunda bulduğum bir ucu çakmakla yakılmış, diğer 2 ucu ise tahminimce doğanın abanım gücü yüksek yok ediciliğiyle aşınmış yırtılmış haritaya göre evimizde açacak bayağı bi kapı, cam varmış. Sırf bildiğin gerçek kapı sayısı bu, daha bunun manevi kapısını, gönül kapısını hariç tutuyorum. Sabah kalktığımda sıcaktan vücudum inhibitör yemiş bi haldeydi. Neredeyse saat başına metabolizmamın yaklaşık 2,25 dakika kaybettiğini farkettim. Uyanması da en az uyuması kadar zor oluyordu çünkü. Haritanın sağlam kısımlarında bulabildiğim pencereleri elimde daha yeni gazlanmış meşaleyle birlikte ufak bi araştırma sonucu açtım. Evin içine müdahil olan cereyan sirkülasyonu beni bi yerden diğer bi noktaya savuracak kadar kuvvetli gelip bünyemdeki sıcak ifrazatını yok ediyordu, ama pencereleri stratejik açmamdan dolayı merkezi kuvvet beni tam anlamıyla bulunduğum alanın 1 cm’lik çapı içinde tuttu. Hata payını görmezden geldiğimizde bu mükemmel bi oran. Evin içindeki bu aerodinaminin, hava sürtünmesinin mükemmeliyete ulaşması sonucunda 2,25 dakika kaybolan saat başına metabolizma faaliyetim, bir anda +7,5 dakika ile olan biteni telafi edip, yeniden liderliği sürdürecek konuma ulaştı.

Bilirim ki manyetizmanın babası Daniel Faraday’ın da belirttiği gibi “Olan oldu.” sevgili okur. Yani üzerinden bir hafta geçmiş mükemmel bir Formula yarışıyla ilgili gördüklerimi 1 hafta sonrasında anlatmamın pek de bi bahanesi olamaz. Tabii üniversitedeki final haftasının tam arasında mükemmel bir planla hem orada olup, hem de biter bitmez sınavlarıma girdiğimi belirterek bu mevzunun içine de hata payı eklerim. Sonuçta bu da bi insan bedeni, Formula mühendisleri geliştirmiyo yani. Arkamdan kuyruk takıp da bana süre, hız, ivme kazandıran var mı ki size sorarım ben. He ama nedir, yaz boyu metabolizmik aerodinami yüzünden saat başına dakikalarca zaman kaybeden memelilerin arasında şu an geçen sezondan beri geliştirilen bir araba gibi, ya da gün boyu yüzlerce kahve içmesinden dolayı diğer insanların 250 katı hızlı hareket eden bir zibidi gibiyim. O yüzden bu fark kapatma ve ışık yılını kat edip, geri dünyaya dönerek zamanı ileri ya da geri sarabilme vasıflarımla, size seneye olma ihtimali olan F1 Türkiye GP’sini 1 ay önceden yaşananlarla anlatabilirim. Yöntemimi sakın medyum bozuntularınınkilerle kıyaslamayın. Onlar koca g.tleriyle her daim oturdukları yerden yıldızları sayarken, ben zamanda yolculuk yapmanın gerektirdiği bünye gücüyle ışık yılı uzaklıklara gidip, oradan InfraRed dalga boyunda göz renkleri saçan teleskobik uzvumla gelişmeleri aktaracağım.

Formula 1 insanın bi yandan da hep buna benzer düşüncelerle çocuk kalmasını sağlıyor. Futbol, futsal, hentbol ya da buna benzer sporların verebildiği türden bişey değil bu. Her yarışta daha bi ilgiyle seyrettiğimiz arabaların arkasında çok özel teknolojilerin olduğunu farkediyoruz. Elde ettiğin hızın her salisesinde daha yükseğini isteyen arabalar bunlar. Tamam, belki Transformers vasıtaları gibi dünyayı kurtarma amaçları bulunmayabilir, fakat hız manyaklarına haz sağlamakta üstlerine pek de yok. Her erkeğin cinsel heybetinin, testesteron hormonlarının altında bir yandan da hız güdüsü yattığını hatırlarsak, içindeki çocukluğu ortaya çıkaran, kaslı ya da kelli felli göbekli adamların bu mükemmel yarış serisini izlemek için dünyayı arşınlamasının en basit sebebine ulaşmış oluruz.

Genelde top peşinde koşulan spor türlerinde çabuk bayatlama, çabuk tüketilme durumu söz konusudur. Eski maçlar, içinde çok önemli zaferler içermediği sürece geriye dönülüp de bir daha bakılmaz. Maç ertesi günü birkaç özet ve hararetli ufak spor tartışmaları, o kadar. Her yarış sonunda kupa almanın getirdiği hırs ve yüksek mühendislik tutkusu ise beraberinde haftalarca süren tartışmalar ve yıllarca izlenilse sıkılınmayacak yarışları getirebiliyor. Pek çok spor dalını klasik bakkal ekmeğine benzetirken, F1′ı ise kolaylıkla bir haftada bile bayatlamayan Vakfıkebir ekmeğine benzetebiliriz. İşte benim bu final sebepli gecikme yazımın da sırtını bu sebebin avantajına yaslıyorum ve içinde Formula One geçen bir konu nasıl olsa sıkmaz, eskimez diyorum.

Bridgestone ve Yalçın Pembecioğlu‘nun birlikte düzenlediği yarışmayı kazanmamın akabinde Kibariye misali “İstanbul benden büyüük, onla başa çıkamam” demek yerine büyük adamların büyük sözlerine uyarak Fatih Terim kaş çatışıyla “Dünya büyükse, biz de büyüğüz hüleeaaayn” dedim. İstanbul gerçekten çok büyük. Spam kutuna doluşan “Get a Huge C0ck” subjektli maillerdeki Huge sıfatı kadar devasa. Bana her zaman başlı başına bi ülke gibi gelmiştir zaten. Pek Türkiye’yle alakası olduğunu düşünemiyorum diğer illerde hiç olmayan organizasyonları bünyesinde kolaylıkla barındırabildiği için. Ebat konusunda tırsaki olmamın sebebiyse İstanbul’un bi ucunda konaklayıp, diğer bi ucuna yarışa gidecek olmamdı. Bu sorunun yükünü de İstanbul’un trafiğine masaj yapan vasıtası Metrobüs kendi üstüne aldı. Yokuş çıkamıyo diyenlere aldırmayın, metro yerine geçici olabilecek çözümler arasında şu an bana göre çok başarılı.

Her yarışta izlediğimizde hayran duyduğumuz bu kusursuz arabaların arkasındaki olanı biteni görme düşüncesi beni inanılmaz heyecanlandırıyordu. Böyle bi heyecan içinde olduğumu çaktırmamak kolay değil benim için. Sonuçta cool takılıp “Amaan onlar da sıradan insan nihayetinde” diyecek adam değilim. Bu vakite kadar yaptıklarınla kıyaslandığına göre, ikimizin de insan olma seviyesi aynı olamaz sonuçta. Ha, sıradan insan gibi davranır, bizim gibi alt mevkidekileri hakir görmez, o adam benim gözümde gönlümde ayrı bi kraldır ama bu adamlar her türlüsü en azından prens.

İstanbul Park, dünyayla bağını koparmış bi çölün içine kurulmuş yaşam kaynağı gibi. Pisti arabaların hızlıca yarışmaları anlamında canlandırmış ama geçen yılların sonrasında çölü belki de bir gıdım yeşillendirememişler. Yeşilliğin gerçeğini görmeyi bırakın, serabını dahi göremiyorsunuz. İnternette yeşillik neyim hafiften görüyordum pisti incelerken. O yeşillikleri de sadece Paddock girişine döşemişler. Yani illa ki zengin olanlar apayrı bi ortam görsün düşüncesi var. Cuma günü serbest antrenmanlardan sonra oraya gireceğimi bildiğim için bana tabii ki sorun değil, fakat insanlar bu sıcağın altında kavrularak bi yeşillik bile bulamadığı bu çöle gelmek istemediklerinde Ecclestone ve pisti işleten diğer kişiler ağlamamalı. “Gerçek seveni her türlü gelir” palavrasının ardına sığınmaktan ziyade “Bu pisti ailelerin geldiğinde gölgede izleyebileceği rahat bi mekan haline nasıl getirebiliriz?” sorusu olmalı. Ülkemizde her insan Gold tribünde gölgede yarış izleyecek kadar varlıklı değil. Canına yandığımının pistine yağmur da düşmüyo ki kavrulan bedenlere su serpsin.

Yalçın Bey’in serbest antrenmanlardan sonra yaklaşık saat 16:00 civarında kazanan kadromuzu toparlayıp Bridgestone yetkilileriyle Padok kapısının ağzına getirmesiyle unutulmayacak Happy Hour bütünleşmelerimiz başladı. Pek de bi efemine duran pembe, padok alanı manyetik kartlarımızı dıtlatarak Formula insanlarının yaşam alanına adımlarımızı attık. Dünyanın en meşhur sporcularının sağdan soldan birileri üstüne atlayıp fotoğraf çektirecek korkusunu taşımadan rahatça gezdiği bi yerdi burası. Her şeyden önce herkesin girebileceği bi bölge değil ve girenlerin de belli bi bilinç seviyesinde ve magandalıktan uzak olduğunun fakındalar. Sağınızda solunuzda birileriyle sohbet halinde bulunabiliyorlar mesela. Tabi gördüğüm kadarıyla bu diyalog içindekiler hep takım elemanları ya da spor basını. Gördüğümüzde fotoğraf için yanına koştura koştura gittiğimiz bu adamlar isteğimizi kırmadan fotoğraf çekiliyorlar. Aralarında Timo Glock gibi kıçı kalkık 2 günlük bebeler de var tabii. Yanına gittiğimizde “No, no” diyip kaçtı denyo. Yanına Alonso’yu al bakalım kimle fotoğraf çekilirdik? Massa’yla Raikkonen’i gözlerim römork binaların dış gövdelerini portakal kabuğu gibi soyarcasına aradı, ama Ferrari’nin onlara kız çocuğu gibi baskı yapıp evden dışarı salmayacak kadar tutucu olduğunu biliyordum.

Pilotların arasında en iyi karşılayanı, en insancılı Williams pilotu Nico Rosberg olsa gerek. Williams’ın garaj kapısının önüne içeri girmek üzere gittiğimizde kapıda karşıladı bizi. Tam Türk misafirperverliğini hissettirdi anlayacağınız. Biz de panik yapıp, ürkütmeden, sırayla çekildik fotoğraflarımızı ve ardından teknoloji hırsızlığı olmaması sebebiyle kamera ve fotoğraf makinesinin yasak olduğu Williams garajına girdik. İçeride tatlı tatlı gelen tiner kokusunun beraberinde hummalı bir çalışma vardı Cumartesi günkü sıralama turları için. O küçücük alanı bu kadar verimli kullanılacak şekilde böldüklerine inanamadım. Takım taklavat, herşey ortada. Kaç yüzbin parçadan oluşuyo bilmiyorum, teknisyenin biri Lego gibi motorun bi yerlerine bişey takıp çıkarıyordu. Diğer tarafta bilgisayar analizi yapanlar, lastikleri hazırlayanlar.

Epey bi süre padoğu didikledikten sonra çıkışımıza yakın Red Bull’un cafesine uğrayıp soğuk enerji içeceklerimizi mideye indirdik. Bi yandan da balkondan bakıyorum tabii. Basın bizden daha görgüsüz diyorum. Adamlar rahatsız olmasın diye biz kendimizi pilotların üstüne uçmamak için sıkarken eşşek kadar optikleriyle etraflarında çember oluşturuyorlar. O adamları sıksa sıksa basının bu keneliği sıkar sanırım. BMW’nin takım patronu TIR’ın yanında 2 dakika konuşurken kameralar kaç kere deklanşöre bastı, sayamadım.

Bugün buluşmamızın ve padoğa sızabilmemizin birincil sebebi Bridgestone Lastik Geliştirme Direktörü Hirohide Hamashima‘nın römorküne doğru ilerledik bi de evvelinde. Tabii olayların kronolojik sıralaması kafamda biraz karıştı. Bu Red Bull mevzusundan daha önceydi çünkü. Böyle bi devler liginde bile sıradan insanlar tarafında kapı ağzında sevecen bi şekilde karşılanmak insanın gururunu okşuyor. Bizim mutluluğumuz da geri dönüşüm olarak söyleşimiz sırasında Hamashima’nın suratına yansıdı. Sorular genel olarak tabii ki klasikti, zaten oradaki maksadımız birbirimizi görüp yarım saat selamlaşmaktı ve bu da gayet eğlenceli biçimde vuku buldu. Oradan çıkıp Bridgestone çalışanlarının lastiklerle, jantlarla uğraştığı bölgede de bir bayan teknisyen tarafında bilgiler aldık yine. Kimilerimiz orada gördüğü lastikleri eve götürmek, kimilerimiz ise yalamak istedi. Oluksuz lastiği kim görse aynı hislere kapılır diye düşünüyorum.

Cuma günkü güzel padok gezimiz saat 19:00 civarında bittiğinde memnun kalmış bir şekilde padoktan dışarıya doğru yola koyulurken Aylin Hanım daha manyetik kapıdan çıkışımızın ağzında kartlarımızı istedi. Formula’nın belki de en önemli mevkisinin anahtarı sonuçta. Kartı ilk boynuma taktığımda neden bunu pembe yapmışlardır acaba diye düşünüyordum. Sorumun cevabı o an kafamda canlandı: Pembe renkli bir kartı erkeklerin geri vermesi, hatıralık olarak eve götürmekten vazgeçmesi, efemine renginden ötürü daha kolay oluyor. Bi de bi yandan bu girdiğimiz alana parayla bile giremediğimizin, Bridgestone’un müthiş kıyağı sayesinde girebildiğimizin farkındayız, o yüzden orada kart inatçılığı yapmak öküzlük olur sanırım.

Cumartesi Paddock Club girişimiz sabah erken vakitlerde başladığı için bi uçtan taa Tuzla’daki servise sabah vakti nası yetişecem diye bi yandan paçalarım alev aldı. Dolmuş seferi Cumartesi kaçta olur onu dahi bilmiyordum. Sağolsun ev sahibinin arıza arkadaşı sabahın 5:30′unda Metrobüs’ün başladığı Avcılar durağına bıraktı beni. Herkesten önce Kadıköy’e vardım ve servisle hep beraber Tuzla’ya doğru yola koyulduk. Servisle giderken hızlı olduğu için pek yol uzunluğunu farketmiyorsunuz ama Cuma günü otobüsle gittiğimde bi an Gürcistan sınırından dışarıya doğru çıktığımı sandım. Servisimizin indiği yere yine Aylin Hanım geldi ve bu sefer elimizde hatıralık olarak eve götürebileceğimiz, sadece Cumartesi günü çalışan manyetik Paddock Club kartlarımızı dağıttı. İnsan kendini pek bi yetkili hissediyo bunlardan takınca, her bi halta karışası geliyo ama kartın açtığı yer pit alanı.

Pit alanına uğramadan önce günlük güleryüzlü surat ihtiyacımızı karşılamak üzere gün boyu yarışı takip edebileceğimiz Bridgestone Paddock Club‘a girdik ve meyve suyuyla ufak bi kahvaltımız oldu. Ardından “Pit Lane Walkabout” tabelalarını taşıyan adamların ortada peyda olmasıyla kameralarımızla birlikte alt kata indik. Yarışın sonucunu belirleyen en önemli etken olduğu için pilotları gerginleştirse de pit alanında lolipop adamların yaptığı pit stop antrenmanları sırasında çok eğlenceli anlar yaşanıyor. Arabayı pite sokup sokup çıkarıyolar. Sürekli bi parça değişimi var. Bu sürede değişim mükemmeliyetine ulaşacak yetilere sahip olmak pek de kolay değil, ama keyif alarak taktıkları için pek de kısa süreler yaptılar. Yarış sırasında işler bu kadar yolunda gitmiyor pitlerde ne mutlu ki. Başından sonuna kusursuz bir yarışı kimse izlemek istemez değil mi?

Pit Lane Walkabout bittiğinde pist görevlisi gençler ellerinde uzunca bir “Please kindly leave pit area” yazan bir yazıyla geliyorlar. Nazikçe “S.ktirin gidin balkonunuzdan izleyin, yarım saat bile gelip böyle dibimizden izleyemeyenler var dorrağım” diyolar yani. Haklılar abi millet biraz daha durup samimiyete girse “Ver bi el de ben çıkarıp takayım lastiği” diyecek. Masamızda homini gırtlak içecek yudumlarken Touring Car yarışı başlıyor. Ben bu kadar alakasız arabaların pistte bulunduğu bi yarış izlemedim ömrümde arkadaş. En önde BMW, Audi türü arabalar var. En arkada adam Clio’yla bunlara meydan okuyor. Kaza yapmadıkça arabalar arasında sıralama mümkün değil değişmez yani. Ama bak Porsche Cup candır, saygımız vardır. Aynı klasmandaki arabaları kastırdığında sonucu pilot yeteneği ve takım stratejisi belirliyor. Formula 1′in çırak sanayisi GP2 de öyle. Dıştan yanmalı egzostlarıyla geleceğin F1 pilotları Renault motorlu, birbirinin aynısı arabalarla kendilerini ön plana çıkarıyorlar. Paddock Club’taki günümüz boyunca bi yandan balkona çıkıp takip ederken, bi yandan içeride ekrandan her yönüyle izliyoruz yarışları. Yarış araları boşluklarda ise Club’ın padoğa bakan arka tarafının balkonunda bi yandan olanı biteni izlerken diğer yandan Formula Garden isimli mekanda cafe ortamında takılıp, simülatörde yarış yapıyoruz. Simülatörü normal insan ebatına göre ayarlamışlar tabii, kilolu olan giremiyor, girse de çıkamıyor. Normal kilolu olan kimileri de öndeki ayak kısmını çıkarabilmek için kıçını kaydırarak çıkmasını beceremediği için içinde kaplumbağa gibi debelenebiliyor. Simülatörde Alonso’yla şerefli bi beşincilik alabildim. Oyun biraz pratik isteyen türden. F1 2006 sanırım.

An gelip sıralama turları vakti çattığında hepimiz balkondayız. Altımızda pit alanları, bi yandan herkes aracını hazırlıyor. Olanı biteni burnunun dibinde yaşamak gerçekten mükemmel. Kulak zarlarını sızlatan yüksek motor sesi, şayet sağır değilseniz bazen üzerinize kulak tıkacı takma isteğini doğuruyor. Start-finiş düzlüğü bu, en yüksek hıza ulaşılan bölge mirim. İçeri girip sonuçlara bakıp, dışarı çıkıp yarışı devamında takip ediyoruz. Vettel’in 2.liği sevindirip, Button’ın 1.liği üzüyor.

Gün boyu 2 Pit Lane Walkabout yapıyoruz ve veda busesi niteliğinde son garaj ziyareti vakti geliyor. Benim kurama BMW gibi sevdiğim takımlardan birinin gelmesine sevindim. BMW görevlisi içeriye almadan önce tercümeye ihtiyaç olup olmadığını soruyor. Biz hayır diyince ingilizce olarak “O zaman test edelim bakalım biliyor musunuz. İçeriye kamera ve fotoğraf mekinesiyle girmek yasaktır.” diyor. Ben hınzırca çıkıştım tabi orda, durur muyum, “Yok yok ben ingilizce anlamıyorum.” dedim ingilizce. “İşine gelmeyince bilmezsin i.neee” demiştir kesin içinden. Bizim ziyaretimizin şanslı yanlarından biri de teknisyenin kasanın içinden BMW’nin direksiyonunu çıkarıp göstermesi ve dokundurmasıydı. KERS butonuna kadar gösterdi. “Kubica öküz gibi olduğu için ona KERS takamıyoruz” dedi. Direksiyonu istedim bi ara, eve götürmek için ama vermedi. Ne istesek gülüp geçiyo anca, çocuğu avut teknisyen bey. BMW içeride pek fazla bişey göstermedi. Bilgisayar odasına soktu, bilgisayarlara baktık, adamlar Windows XP kullanıyo. Ben kendi sistemlerini yazıyorlardır diye düşünürdüm hep.

Sindire sindire 2 gün boyunca yaptığımız padok turları sonucunda backstage maceramız Cumartesi günü bitti. Zati yarış günü de pilotları konsantrasyon ve panik halindeyken oralarda gezmenin tadı pek olmazdı. Öğrendiğim en önemli şey pilotların Cuma günü melek gibi, Cumartesi hafif stresli olduğuydu. Tabi Pazar günü yaklaşsan muhtemelen yumruğu kafana geçiriyodur ama o sırada içlerde olmadığım için işin ehli gibi söyleyemem.

Beklentilerimin o kadar üstünde şeyler yaşayıp gördüm ki, almak için ruhumu şeytana vereceğim 8. tribün bileti sıradan bişeymiş gibi gelmeye başladı. İstanbul Park’ta yarışlarda pek bi çekişme de olmuyo bi de. Düşünün artık Barrichello’nun ön kanadından ufak bi kanat parçası koptu diye millet nası seviniyor. Türkiye Malezya gibi olsa, ortalık yağmurdan bi anda kırılmaya başlasa 8. virajda mükemmel kapışmalar ve kazalar seyrederiz gibime geliyor. Bana kalırsa bu yarışın takvim zamanı değil Haziran. Tam anlamıyla yağdur mevlam su vakitlerinden birine alınmalı. Öyle olduğu vakit seyirci sayısı ve keyif de artacaktır bana kalırsa.

Button kazanıp şampanyayı arkadaşlarının üstüne boca ettiği sırada sonraki gün İzmir’deki sınavıma girmek için Harem garına doğru yola koyuldum. Dönüşte trafik dakikada 0,34 mm ilerlediği için bi ara paniğe büründüm. Otobüsüm saat 20:00′deydi ama İstanbul’un trafiğinin madiğinin nereden patlayacağı bilinir bilinmez bi gerçek. Neyse ki yarış haftasının her anında şansımın yaverliğiyle birlikte yakaladığım dakikliği kendisini burada da gösterdi ve görebileceğim herşeyi görmenin memnuniyeti, beklentilerimin üstündeki deneyimlerimle birlikte İzmir’e doğru yola koyuldum. Zihnime kronolojik sırası yanlış olsa da güzel bi şekilde kazınan yoğun hatıralarla bindim otobüse. Hani insan bazen çok sevdiği bi etkinliğe gittiğinde doymaz, evine dönerken aklındaki çoğu şeyi yapamadığı için oradan ayrılmak istemez ya, ben tam anlamıyla kafamda hayal ettiklerimi, hatta daha fazlasını yaşadığım için belki de hiç bu kadar huzurlu olmamıştım. Hatta bu geçirdiğim haftasonunu, sınıflandırmada “En güzel haftasonum” olarak kabul ettim. Bana bu güzel deneyimi yaşattığı için Bridgestone’a, Yalçın Pembecioğlu‘na, Burcu Şensoy‘a, manyetik kart tedarikçimiz, Motorhome’umuza neşe katan, böyle bi yerde dahi bu denli şen şakrak ve sevimli insanların olabileceğini bana kanıtlayan Aylin ve Deniz Hanım‘a çok teşekkür ediyorum. İstanbul Park’ta yaşanan bu güzel deneyimler daha da güzel şekilde yıllar boyu sizinle yaşanır umarım.

Buraya mezuraların ölçemeyeceği devasalıkta yazılar yazıyorum diye at koşturacak alanım bulunduğunu sanmayın. şimdi galeri sokuşturmaya kalksam zerre parçacığı kadar yer yok. Şurda bi resim havuzumuz var, hep beraber padokta yaşadıklarımızı paylaştık: http://www.flickr.com/groups/bridgestone-f1/

Dipçik not: Resimde Vettel’e abanmış kafa benimkisi.

Yazı bittiğinde “Accept – Neon Knights” çalıyordu.

Bridgestone F1 Experience ile Paddock Club Deneyimi

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bridgestone Experience - İstanbul Park - Paddock ClubHisterik, bi anda partiküllerine ayrılıp da bulunduğu yerden vücudumuzdaki 7-8 çıkış deliğine (Output? – Oha) fırlayıp tahliye olmaya çalışan kontrolsüz heyecan tornadosunun içindeyken duyguları anlatarak belli etmek zaten mümkün olmuyor da önceden becerebildiğin yöntemle, kendi kendine, barnaklarınla klavye tuşuna basarak heyecanı yalıtılmış kelimeler bile doğuramıyorsun. Heyecanlı bazı deneyimler, kazançlar, sevinçler düşünün. Mesela, aldığınız boyozun çıtırlığının, yağının tam kararında olduğu anlar gibi nadir anlar. Boyozda mükemmeliyeti yakalamak gerçekten zordur. Duştan önce yerde hiç kıl yokken, duştan çıktığınızda bi anda bütün banyo kıl yumağına döner mesela. Su deryasının içinde yuvarlanan bu kıl birikintilerinin bi kereliğine yerde oluşmadığını görüp banyodan çıkmak gibi. Tabii yere hiç kıl dökmüyor olmanızın açıklaması ya önceden geçirdiğiniz kemoterapi yüzünden vücudunuzda kıl kalmaması, ya da kadın olmanızdan dolayı bütün vücudunuzu ağda bandıyla yek parça yapmanız olabilir. Benim dediğimin sadece umulmadık derecede kıllı versiyondayken yaşanan bi mucize gibi düşünülmesi lazım.

İşte böyle anlarda zihninizden binlerce düşünce akar geçer. Blog tutanların bu konuda bi takıntısı vardır. Havada uçuşan binlerce kelimeyi, fikri, bi ağla kelebek yakalar gibi tıkıştırıp, kavanozda tutmayı düşünürlerOluşacak her kelime kombinasyonu için farklı ruh haline bürünmek gerekiyor çünkü. Bi yandan da sevinçli anınızda o anın ferahlığını yaşamak için beklersiniz. Sonrasında adrenalin ve serotonin azalmasıyla harekete geçmek normal mantık çerçevesinde daha verimli olacaktır ama heyecanınız 22 cc hormon değişimiyle birlikte geri çekilmeye başladığında bu sefer aklınıza gelenler de med cezir sonrası gibi geri geri akar. İstersen fikirleri depola ama o ruh haline ulaşamazsın. Kaçtı mı kaçar o, geri gelmez, yani aynı formda geri gelmez.

Formula 1 müessesesinden blogumda pek bahsetmesem de Twitter‘da yarış sonraları belli anlarda dellendiğimi görüp, üzerime deli elbisesi takıp ehilleştirmeye çalışanların çıktığı anlar olmuştur. Bunlardan birisi Massa’nın elinden alınan şampiyonluktu. Tamam, Massa’yı tutmuyor olabilirim, ama nedir, adam son derece efendi, Briatore gibi sağa sola laf sallayıp insanların sinirini bozmayan, işin magazininden uzak bi adam. Bu yüzden benim gibi milyonlarca, ya da yüzbinlerce kişinin takdirini alıyor ki milyon olması bu yüzden daha olası. Hamilton gibi bi denyonun, Massa’nın elinden son virajda şampiyonluğu alması bana çok koydu. İyisiyle kötüsüyle Federasyona, samimiyetsiz yarışçılara laf edip, belli bi kaliteye sahip olanları alkışlayarak yılları geçiriyoruz ekran başında.

Yıllar boyu bu deneyimleri içeriden yaşamanın planlarını yaptıysam da illa bişeyler çıktı. Bişeyleri ertelemek için bahane bulmak zor değil. Ben de öyle bi anlatıyorum ki sanki Formula 1′de yarışacakmışım gibi geldi yalnız. Tabi sadece İstanbul Park’ta bir seyirci olarak izleyeceğim. Ama www.carluvr.com‘da üstad Yalçın Pembecioğlu‘nun Bridgestone aracılığıyla düzenlediği yarışma sayesinde bir seyircinin yaşayabileceği en üst seviyeden bir F1 deneyimi olacak bu. Yarışamıyorsan, içine girebildiğin en iyi şekilde gir ama değil mi? Bi insanın hayatında en önemli yer tutan amaçlarından biri Formula 1 izlemek olmaz tabi ki. Cüzi fiyata satılan binlerce bilet bulmak mümkün. Ama insan gitmek istediğinde ortamı yeni doğmuş bi bebek gibi ıncığına cıncığına kadar kurcuklamak istiyor. İşte bu hayalin gerçek olma aşaması da yarışmada kazandığım Paddock Club biletiyle başlıyor. Paddock Club, bir seyirciye Formula 1′i en iyi şekilde izlettiren/yaşatan özellikleriyle, böyle bi deneyim olduğu öğrenildiği anda hayatta yaşanılması gereken bi hedef haline geliyor. Tabi bir F1 fanatiği olarak bu benim ideallerimden biriydi sadece. Yoksa biliyorum ki hiç alakası olmayanlar için “Bir futbol topunun peşinde koşan 22 aptal” geyiği gibi, Formula 1 de “Bir yolun etrafında deli gibi dönüp duran arabalar silsilesi” örneğinden öteye gitmez. Bu sene yapılan ve seneye yapılacak ufak değişikliklerle birlikte yarış taktiksel yönünde biraz uzaklaşsa da her yarışta adeta bir takım stratejisti gibi yakıt, lastik, ağırlık, aerodinami hesabı yaptığımızı bir biz biliriz, bir de Serhan Acar bilir sanırım. (Okay Karacan diyecek değilim herhalde, onun F1′den haberi yok.) Yarışmayı Bridgestone ve Yalçın Pembecioğlu sayesinde kazandım. Fakat samimi bi yorumumu da buraya tarafsızlık açısından eklemek isterim. Formula 1′de hem Bridgestone, hem de Michelin’in lastik tedarikçisi olduğu zamanlar yarışlar daha bi rekabete dayalıydı. Bi yandan pilotlar, arabalar arasındaki puanları ölçerken, onların da hangi yarışta hangi lastik setlerine önem verdiğini, nasıl randıman verdiğini incelerdik. Moto GP’de bu hala önemli bi unsur.

Formula 1′in teknik detayından çıkıp, Paddock Area’nın detaylarına inmek lazım bi yandan da. Sonuçta bu “Ben kazandım oluuum, siz bilgisayar başında oturun, ben tribünde olacam naaaber” türünde bi yazıdan önce benim için bana bu ödülü (Hediye diyemem, zira gerçekten bi insanın ölmeden yapması gereken şeylerden biri, tabi benim listeme göre. Yoksa size komik gelebilir böyle bişeyin üstünde çok durmam.) verenlere minnet yazımdır. Bu yazıda müteşekkir olduğum kişilerin böyle bişeye tabi ki ihtiyaçları yok, ama bi yandan hala devam eden bu yarışmanın içine aranızdan hevesli birkaç F1 fanını katabilir, en azından minnet duygumu bu şekilde bir nebze göstermiş olurum. Paddock Area, yalnızca yarış ekiplerinin, basının, görevlilerin ve parayı bastırıp bu ayrıcalığı kazanan şanslı kalantor, g.tlü göbekli seyircilerin girebileceği bir alan. Takımların pit stop alanları, garajları, tırları bu alanın içinde bulunur. Soframıza sunulan ekmeğin arka planı, hamur yoğrulma kısmı diyebiliriz bi yandan. Sağda solda yarışçılar, takım direktörleri dolaşır bi yandan. Siz de benim gibi Briatore’nin mahalle karıları gibi cak cak sağa sola dedikodu/laf yetiştirmesine kızıyorsanız, ya da onunla iki lafın belini kırmak istiyorsanız burada dikilip gözlerinizin yaşlı bi adam ve yanında güzel bi hatun araması gerekiyor. Yarış tulumu içinde çenesi düşük, kimi görse konuşup havadan sudan bahseden Mark Webber var mesela görme ihtimalimizin yüksek olduğu elemanlar arasında. İlla Räikkönen‘le iş pişirecem diyorsanız, ben de kupa aldığında bile sevinmeyip, ilgi göstermeyen bi adamı nası yanınıza çekeceksiniz diye sorarım. Bunun haricinde yeşil kartla girilen bölgemizde güzel bir açık büfedeki mutlu öğünümüzden sonra yarışı izleyecek lokasyon alternatiflerimiz var. Koskoca haşmetli Paddock Area haliyle, bahçası var bağı var, terası balkonu var. Oraya kadar gelip de yarışı içeriden izleyecek kadar manyaksanız televizyon da var içeride. Açık büfe dedik ya, tıkınmaktan dışarı çıkmayan olur bi bakarsın. Şarabı şişesiyle alıp gazeteye sarıp içenler olsa fena komik olurdu. At yarışı tribünlerindeki gibi kafayı bi yandan çekip, bi yandan yarışanlara sövenler gibi. Ne mutlu ki F1 izleyen insan kitlesi, çimende yarışı takip eden, üzerindeki atlette “Go Alonso!” yazan göbekli abimizden tutun, Paddock Area’da ensesi sıvazlananına kadar kültürlü insanlar. Hani adamların cebine çakmak koy, eline Molotov kokteyli ver, piste atmayı bile düşünmezler.

Bu ve bunun gibi araştırıp da heyecanımı azaltmasını istemediğim pek çok sürprizi yaşayacağımı öğrendiğim an kendimi ufaktan kaybettim. Coşkuyla dolup taşma devinimleri içeren bu an, benim için gerçekten pek çok insanın el üstünde tuttuğu tonlarca duygunun üstündeydi. Elime belki de bir daha asla geçmeyecek bu deneyim bana bi an okulumdaki finalleri hatırlattı, sonra daha hızlı bi şekilde finalleri unutturdu. İki haftalık finalin tam ortasında olacak yarış için programımı ayarladım. Bi anda inanılmaz bi ders çalışma isteği geldi hele ki, herhalde o gazla bütün dersleri şimdiden halledip, yarışa rahat kafayla giderim.

Bu ayrıcalığı, bu yukarıda anlattığım duyguları yaşama şansı Bridgestone Experience yarışması ile sadece 10 kişiye sunuluyor. Ben kazanan 4. kişiydim. Yani geriye 5-6 kişilik kontenjan var. Çıkmaz diyip suya sabuna bulaşmamaktansa şansın limitlerini Formula 1′in hız limitlerini zorladığı gibi kanırttırmak lazım. Yalçın Bey soruları http://www.carluvr.com/index.php/category/bridgestone-f1-e-xperience/ adresi altında soruyor ve kazanmak için -genelde- ilk yanıtlayan kişi olmanız önemli değil. Kendisinin hayatında önemli bi yeri olan rakam vardır örneğin, “Doğru yanıtlayan 6. kişi” diyip soruverir. Bu durumda biraz ballı olmak gerekiyor. İlk yanıtlayan kişi olma yükümlülüğü düşük olsa da http://twitter.com/bridgestone_f1 adresinden anlık olarak takip edip, soruları gördüğünüz en kısa süre içinde şakkadanak yanıtlamak lazım. Ben öyle yaptım oldu, nedir yani ben sayborg değilim bişey değilim, siz de değilsiniz. Demek ki, hayatımızda gördüğümüz bazı şansları, benim kaşımın üstünde gözüm var deyip itelememek gerekiyor. Ama öyle adamlar var, F1 hakkında “Araba yarışı”ndan öteye gidememiş bilgi kapasitesiyle sorf gidip ortam göreyim mantığıyla bu bileti kazanmak ister, belki de şansına kazanır, sevgili böyle adamlar, lütfen kendi ilgi alanınızı kapsayan konulardaki yarışmalara girin de burada şu Paddock Club bileti için ruhunu şeytana satacak derecede Formula 1 hastası insanların hakkını engellemeyin. Derim ben. Yarışın.

Kısaca Paddock Club deneyimi size şunları sunuyor (Ben Bridgestone’un yalancısıyım, siteden kopyalıyorum bu kısmı):

* Sweatshirt, şapka, boyun ipi, VIP pass ve günün programını içeren bir ‘hospitality package’
* Belli bir noktadan İstanbul Park’a transfer
* Bridgestone Suiti’nde karşılanma ve güzel bir kahvaltı
* Pit lane walk
* Garaj ziyaretleri
* Paddock Alanı turu ve tüm takımların ‘motorhome’larını ziyaret ederek, pilotları görme ve fotoğraf çektirme imkanı
* Bridgestone Motorhome ziyareti
* Bridgestone Suiti’nde, premium bir öğle yemeği
* Diğer sponsor firmaların ve takımların suitlerini ziyaret
* Tüm gün açık büfe ve bar
* Sıralama turlarını klimalı ortamda, plazma TV’den veya suitin önündeki tribünlerden izleme
* Vending zone ve Bridgestone Standı’nı ziyaret ve alışveriş imkanı
* İstanbul Park’tan belirli bir noktaya transfer

Yazı bittiğinde “Glenn Hughes – Soul Mover” çalıyordu.

Anekdot Silsilasyonu : Part X

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Tequila! Have You Hugged Your Toilet Today?Bir önceki Anekdot Silsilasyonu’nun kırkı çıkmadan yenisini koymak durumunda kaldım bu sefer. Halbuki öncekini yazdığım gün, size de belirttiğim üzere “Elimde yaklaşık iki silsilasyonluk malzeme var, bunu pazarlama stratejicisi mantığıyla parçalara bölüp sunarsam, arada yaşadığım tecrübeleri de ekledikçe sınırsız tespit döngüsü yaparım” türünden aşşağılıkça sözler sarf ediyordum. Baktım ki olay o değil. Hazıra dağlar dayanmıyor. Elimde nasıl olsa dünya kadar tespit, anekdot var diye düşündükçe algılarım dış dünyadaki şapşallıklara, uyanıklıklara kapandı. En sevmediğim şey yani, şu dünyanın teknoloji devi firmalardan biliyorum. Adamlar basın mensuplarını çalışma alanlarına çağırıp, piyasaya gelecekte çıkaracakları envai çeşit ürünleri gösteriyorlar, ama hakkında en ufak bilgi verirsen, ömrün boyunca jigololuk dahi yapsan ödeyemeyeceğin kadar tazminat. Resmen eziyet lan bu elin dergi editörüne. Sanki adamın eline yasak meyveyi verip “Aha bu var ya öyle lezzetli ki baldan tatlı, ama onu yersen akabinde yarra yering” der gibi. Geleceği üretiyor adamlar. Tabi onlar, “Biz 2 yıl sonrasına yetecek kadar ürün ürettik, biraz da kebap yapalım” demiyorlar. Adamlar profesyonel. Hararete düşenin harını alıyorlar, işinden şutluyorlar. Ama blog dediğin şey keyif işi, amatör ruhu. Ondan kendi kendine sahip çıkacan. Tabi biliyorum ki, insanoğlu genel olarak kendini ya da toplumu değiştirmek için illa ki birinin gütmesine ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden başımızda matruşka gibi içini açtıkça bi üst kademesi çıkan yöneticiler ve yönetici pozisyonları var. O yüzden herkesin sorumluluk taşıdığı üst pozisyonu, kendi vicdanı ve mantığı olsun en kolayı. Olayı da anaşotluğa böyle bağlarım.

Bir sayfaya iki silsile yaraşır diyip, 10. silsilasyonun kurdelesini kesiyorum. Hepinize 1 litre karışım için ayarlanmış Tang poşediyle yapılmış, bol su çözeltili 10 litrelik limon suyundan birer bardak ikram edeyim.

Alaturka kenefle sadece yumurtanın kapıya dayandığı alternatifsiz anlarda ilişkim olur. Bağırsağı çalıştırsa da, tuvalet sırasında bişeyler okuma ihtiyacı hissettiğimden domalır pozisyonda bacaklarım kangren olsun istemem. Her alaturka kuburlu sisteminde olmasa da yüzde 50′sinde sifonize sistem vardır. Suyun kubura doğru aktığı 3 tane delik vardır bu yüzden. İşte girdiğim nadir anlarda o deliklerin içine hortumla tazyikli su tutarım. İçinde muhtemelen çürümüş, kurumuş tonla pislik olur. Deliklerden hangisine suyu tuttuysam diğer ikisinden pislik fışkırır. Böyle de eğlenceli bişey.

● Etrafınızda şakadan da olsa intihar edecem diyen insanlara bakın. Kulağınızı yanaştırın. Dertlerini dinliyormuş gibi yapın. Cümlelerinin birinin içinde kesinlikle “8. kattan atlayıp kurtulacam” geçecek. Peki neden 8. kat? İntihar için en uygun zemini oluşturan bu 8. kat neyin nesi? İstiap haddi dediğimiz olay gibi ölmek için en uygun yükseklik olsa gerek. Köprüden atlamanın bile bi standardı var, 50 metrenin üstünde olunca “Beton etkisi yapıyo abi” diye uyarırlar. Sert bir dokunuş ya da ince bir dokunuşla ölüm arasında ince bi çizgi olsa gerek, ölmeyen bilemez.

● Annem “Cereyanda durma felç olursun” mukabilinden kelamlar ederdi evveliyatta. Çocuk kafası ya, “ceylanda durma” şeklinde anlardım. Tabi ceylanda durma olarak anlıyordum ama bunu duyduğumda açık iki kapı ya da pencere arasındaki rüzgar akımına kapıldığımı biliyordum. Kafada “Rüzgar akımı” kelimesini bile canlandırıp, ceylanda durma diye anlayan kafa da ne menem bi kafadır, anlayan anlatsın.

● 2009 trendleri: Zira out, manidar in – Yav out, yahu in.

● Kuzenim 1. dereceden Kayserili bi adamdır, o bahsetmişti. Oraların gençleri buradaki gibi t-shirt, polo kazak türü sosyete gördüğü şeylerle gezmezler. Varsa yoksa ceket gömlek. Ama külhanbeyilik damarda ateş. Kravat takmadan bağrı açık gezerler. Beğendiklerine “iyi, güzel” de demezler, onlar için soft ve sıradan kaçar. Kendi aralarında yeri gelir ayakkabı, yeri gelir gömlek alırlar, birbirlerine sorduklarında şayet karşı taraf beğenirse sırayla “Sıçmııık, akıyooo, kokuyooo, yılaaan” dermiş. Bu dört sıfat kullanılıyorsa o mamul süper anlamına gelirmiş. Yerel kültür sonuçta beğenmeyip napacan?

● Sütyen dolgusu çok bilindik bişey de ç.k dolgusunu Otomatik Portakal’daki Alex’ten başka kullanan görmedim. Halbuki oldukça heybetli gösteriyor.

● İnternette dolaşan bi tuvalet veznedarı resmi vardı. Hatta Bobiler’de “The Çakaaal” adıyla afişe edilmişti. Camın üzerindeki fiyat tarifesinde turistlere normalin 2 katı para ödeten türden bi uyanıklık vardı. Hadi tuvalet veznedarı bunu yapar da, Galata Kulesi‘nin içine girip, yukarı çıkış tarifesine bakınca gözlerim pörtledi. “Bilet: Beş YTL, Ticket: 10 YTL” Tarifeye gel, lorke lorke. Gavurları kulenin tepesinden İstanbul semalarına kanatlarla uçuruyorlar sanki o ekstra paraya. Ama “Görmemiş adama o manzara daha değerli.” dersin, ya da “Elin gavuru gadir gıymet biliyo.” dersin o ayrı. İşin içinden sıvışın bakalım hanginiz yaptıysanız.

Pisa kulesini Pizza kulesi diye biliyoruz ya hani, acaba Galata kulesini Galeta kulesi diye bilen de var mıdır?

● Sırf dolmuşta olanları yazsam, hafta 10 güne çıksa bile tespit ettiğim malzemeler uçtan uca birleştirildiği zaman 1 zirilyor ışık yılı uzaklığa erişecek kadar uzun ve benzersiz olur gibime geliyor. Dolmuşta arka koltukta lise talebesi havasında dükkana doğru giderken her zaman olduğu gibi vasıtaya iki tane adam bindi. Ondan sonra şöyle efsanevi bi trialog oluştu sahnede:
- Binen ikili: Abi bizim paramız yok yalnız. (Bunlar başlı başına diyalog)
- Dolmuşçu: O zaman get outta here. (Trialog completed)
Hoppala paşam, malkara Keşan.

● Yine yol görünmüş. Gara gidip arabaya binilecek. Şahsi araba desen yok, babanınki ise kıymetli, yani onun malı kıymetli, yoksa araba orta sınıf bişey. Mecburen dolmuşa talim. Bekle Allah bekle, garda otobüs kaçacak, biz daha dolmuşu bekliyoruz. Kardeşim “Bak şimdi, dolmuş beklerken ne zaman sigara yaksam, iki fırt çekemeden, sigaramı mundar etmek için dolmuş gelir.” dedi ve çakmağı çaktı. Vay babayın kemiğine, dolmuş dibimizde bitti. Senin ağzını yerim, bu zamana kadar nerelerdeydin dedim.

● Çocukluk sanırtıları training mode: Eşofmana eşortman der idimdi.

● Peynir kültürünü zirvede yaşayan, hayatının üçte birlik bölümünü peynir yemekle geçirmiş bi insan olarak sokak kültürüm eksik kaldı. Simit peynir olayı yani. Çok alıp yemişliğim oldu da, üçgen peyniri ne zaman açmaya kalkışsam kabı eciş bücüş oldu, açılmadı, peyni ezildi, yarısı mundar oldu. Öğrenmenin yaşı yok, basit bişey ama elinden tutan olmayınca bilmiyorsun. Üstünde kırmızı çekilecek bi şerit olur genelde. Basit bi mantıkla ona asılır yarım yumalak açardım. Meğerse orada üst üste iki şerit varmış. İkisini ayrı ayrı çekince öyle bi güzel açılıyo ki kurban olduğum.

● Burada yazdığım hiçbir şeyin üstüne tabi ki tam anlamıyla genelleme yapamam, ama kadınların genç yaşlardayken olgun/büyük, yaşı ilerlediğindeyse genç gözükmeye çalışması ne denli bi dengesizliktir hele?

● Hazal’la gelenekselleştirdiğimiz cafe/bar buluşmalarından birindeyiz. Müşterilerin mekanı doldurmasına 1 – 1,5 saat var, grup elemanları bi yandan içki götürürken, bi yandan müzik icra ederek kendilerini eğlendiriyorlar. Biz de haliyle birer bira atıyoruz. Tuborg veriyor adam. “Nefes almam, Efes alırım” jenerasyonunun en dirayetli ve kararlı neferlerinden olsam da boyun eğerekten içiyorum. Hazal’a bakıyorum, bira şişesinin yapışkanını söküyor bi yandan. Sıkıntıdan hobi olsunundan değil ama. “Aynı şişenin içine bira doldurmasınlar diye söküyorum” diyor. Be Hazal’ım ortamın çakalları bi etiketle yılacak mı sanıyorsun, 55 bilmemne kaç güvenlik özelliğine sahip teknoloji manyağı paramız bile anında taklit edilirken? Gözlerini kaçırma cevap ver.

● Serdar Ortaç’ın o meşhur çıkış şarkısını Filistin’de ölen suçsuz siviller için benimle coverlayacak bi metal grubu arıyorum: “Haydi Gazze’lim, gece yanar tenin, haydi Gazze’lim, bu gece cihad edelim.

● Abur cubura gelince Agop’un kazı gibi homini gırtlak da, onu anlamazdım işte ufaklıkta. Haplar, yutarken nefes borumu tıkayıp beni öldürecek gibi gelirdi. O yüzden hapları çiğneyip yutardım. Böyle iğrenç, paslanmış demir yiyorsun gibi bi lezzet. Dilimden hala gitmez tadı.

Yazı bittiğinde “Brutaliator – Metal Commandos” çalıyordu.

Anekdot Silsilasyonu : Part IX

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Beer, Helping Ugly People Have Sex Since 1862Yazmayalı elde iki silsilasyonluk mahsül birikmiş. Hepsini ufak ufak başlıklar halinde not ediyordum bulduğum yerlere. Sonra toparlaması biraz meşakkatli oluyor. Neyse ki takım taklavatı toparladım. Tombala çekme adını verdiğimiz sistem aracılığıyla silsilasyonların yarısını bir sonraki buluşmamıza sakladım. O ana kadar muhtemelen üstüne bi o kadar daha eklenir, bi tombala daha çekerim. Baktım, tespitlere yetişemiyorum, Nouma’nın daşhak arasından içeri atarım, çıkarır çıkarır verir. Daşhak kokulu tespitlerdeki insani duygular.

* Yaşlılara görmüş geçirmiş, hayatın türlü madiklerine karşı koymuş, belli bi bilgeliğe ulaşmış diye saygı duyarız. Ne zaman bi çocukla muhabbet girişiminde bulunsalar kulak kabartıyorum. Tek bi muhabbet açma ve devam ettirme cümleleri var: “Ee evladım okul nasıl gidiyor, sınıfını geçtin mi?” Böyle ihtiyar bilgeliğini skeyim ben, afedersiniz. Bunu da merak ettiğinden sormuyor. Sadece komşunun yanında veletle ilgilenmiş olmak için yaptığı bişey. Gidip de Tarkovsky’nin Stalker’ından dem vur demiyoruz ki.

* Eğer içinizde biraz gereksiz ahlaki frenleme sistemi, ya da  alternatif olarak dış dünyanızda odanızı paylaştığınız biri varsa muhtemelen her geldiği anda yerli yersiz osuramıyorsunuz. Böyle durumlarda bir bahaneyle yorgan içine girilir ve bağırsakta ne kadar kokuşmuşluk varsa zangır zangır yorganın gözenekleriyle buluşturulur. Ama böyle doğal bi eylemi tatbik ederken dalgınlıktan yaptığınız eylemi unutabilirsiniz. O an çiş bastırır. Gidip hacetimi gidereceğim diye ani bi hareketle yorganı açıp içinden çıkarsınız. Daha gaz taze tabi, gözenekler emmemiş, filtrelememiş. Gaz molekülleri dağınık takılmayı sever, haliyle ne var ne yok odanın atmosferine dağılır. Çişten dönüşte oda arkadaşınız tarafından kafanıza inmek üzere güzel bi zopa sizi bekliyordur.

* Arkadaş ortamında sağa sola durduk yerde geyiğine hakaret savurduğum çok olur. Sit-comlardaki gibi zeka pırıltısı yansıtan kıvrak espriler yapma gibi bi derdim yok. Bu da öyle anlardan birinde çıktı. T.şşak pütürü. Her konuda çıkıntılık yapan birine dedim sanırım. Anlamını da iyi karşıladı. Herkes duysun herkes bilsin, literatüre kazısınlar. Alternatif bir anlam bulmaya çalışanlar belirtebilir tabii.

* Markette rutin bi şekilde sadece bi ekmek almak için takılırken, herhangi bir eşantiyon tattırmalık kısma denk gelince günüme kutsal bi ışık inmiş gibi oluyor. Başka şeylerle ilgileniyormuş gibi yaparak, oradaki tattırıcı beni görüp “Ürünümüzü denemek ister misiniz?” desin diye aheste aheste yürüyorum. Nitekim çağırıp tattırıyor da. O tattırma anı içinde 2 şansın var. Birincisi, ürünü beğenmiş olmana rağmen, cebinde paran olmamasından ötürü beğenmiyormuş gibi b.k atmak. İkincisi de “Mm bu acayip lezzetliymiş” dersin. Bunu dediğinde tattırıcı tekrar devreye girer, “Efendim bu ürünü yeni piyasaya sürdüğümüz için özel kampanyamız var, bi alana bi tane daha veriyoruz.” Onca diyaloğun üstüne beklentide olan tattırıcıya nasıl kalkıp “Ehem, öhö param yok ki benim.” derim. Yıkım lan bu. Teselli olmaz ama üzülmesin diye “Bi dahaki geldiğimde kesin alıcam” diyorum.

* Can’a vereceğine bana versin.

* 30 saniye içinde bu mesaj kendini ihya edecektir.

* Ömrümü bisküvilerin ardında eksperi olacak kadar harcadım diyebilirim. Carmen Electra hanım kızımızın 2-3 dakikada bir seksi düşündüğünü iddia etmesi gibi, günün her anında sevdiğim insanlardan bile daha fazla düşünürüm bisküvi ve çikolatayı. Ama bu genelde sevdiğinle paylaştığın bi aktivitedir. Her ne kadar sevgilinin son Rondo’su yenmez dese de, dost, eş, canan ile birlikte yenir. Genelde bir bisküvi 2 ya da 3 kardeş üzerinde eşit paylaştırılır. Peki niye bisküvi firmaları ağız birliği yapmışçasına bir paketin içine 11, 13 gibi asal sayılarda bisküvi koyup, kardeşi, sevgiliyi birbirine düşürürler? 12 tane koysana kardeşim, hem 2, hem 3, hemi de 4′e bölünsün. Acaba amaçları madalyonu tamamlamak gibi bir paket daha alıp 26, 22 gibi bölünebilir bi sayıya mı ulaştırtmaktır? Ayrı ayrı paketten yedikten sonra paylaşmanın tadı nerede kaldı?

* Canın bedenden birden çıktığı gibi, vakti geldi mi aniden boxerın sağ ya da sol bacak kısmından tenasül organı çıkıverir, bi anda dış ortamla arasındaki tek yüzey pantolonun kumaşı olur. Böyle anlarda çaresiz duhul organı her adımda pantolonun kumaşına sürttükçe açıkcası acır ve yanar, erkek olana sormak lazım. Hele ki kot gibi taşlanan türden sertliğe meyilli bi pantolonsa, denize fileli şortla girmişten beter aşındırır. Ani çıkışları engellemek için testesteronları aldıracak değiliz ya, pantolon üretenler böyle ani çıkışları da düşünüp, pamuk oranını daha yüksek tutan pantolonlar üretsin ki, yol ortasında birden sürtünmeyi engelleyip, olduğu yere döndürmek için topallaya topallaya yürümeyelim.

* Alaturka yemek kültürümüze tasarruf dolu bir meteliksizlik bakışı: Az kuru, az pilav.

* Anlatılmaz yalanır.

* Mekke’de şeytan taşlaması sırasında bilinçsiz taşlamayla telef olmayın. Unutmayın, şeytan değil, bilinçsiz taşlama öldürür: “Yeni Taşlayanlar İçin Şeytan“. 24 saat içinde alırsanız “Kabe: Dön Baba Dönelim” görüntülü eğitim setine de ücretsiz sahip olacaksınız.

* Ailede kalıtsal olarak şemsiye parçalama bağlılığı olduğunu düşünmekteyim. Öyle ki, ani bastıran bi yağmur anında fırsatçı lavukların birinden 2-3 liraya aldığım şemsiyem en ufak rüzgarda un ufak ters döndüğünde dayanamadım, yere vurarak parçalamaya çalıştım. En ufak rüzgarda dağılmaya meyilli şemsiyezade, bu vuruşlarım karşısında adeta La Resistance adını verdiğimiz kuvvette bir direniş gösterdi. Demek ki kıllığı banaymış. Hakkını verdim ama. Kalıtsal parçalama bağımlılığının farkınaysa, 2 gün sonra da kardeşimin, babamın yıllardır kullandığı, pazar şemsiyesiymişçesine geniş o yağmursavarı yağmurda açamadığı için sinirden paramparça edip getirdiğinde vardım.

* Buraların mevsimler ılıman olsa da havaya güvenip cırıl cılbak gezince bünye cortluyor hafiften. Ufak ufak öksürmeler insanın içini gıdıklıyor, kaşıyamasan da güzel bi his yaratıyor yaratmasına da, tuvalete gidip ayak üstü işemeye gelince durum değişiyor. Geçen sidik torbalarımı boşaltmam esnasında, bi anda gıdıklanma zirve noktası yaptı. Hani ne gelen çişi, ne de hapşırmayı geri gönderebilirsin. İşeme esnasında hapşırma da patladı. Aleti elinde tutarak işemene rağmen kontrol kopup gidiyor tabii. O an 3-4 kişi tutsa anca kontrol altına alabilir. Klozetin içi hariç her yere işedim sağolsun. Bi de öyle bi tazyikle geliyor ki normalde çıkanın 5 katı geliyor bi anda. Tuvalet kağıdıyla üstünkörü sildim yerleri.

* Norveçli balıkçıların elleri nasır içinde kalmış da bu kadar kremlemiyorlar Neutrogena’yla. Benim pederi görün hele. Adam eline krem sürmeye başladıktan sonra saate bakıyorum, 20 dakika o kremi ellerine yediriyor. Elleri bırak, artık ruhuna işleyip, bebek poposu kadar yumuşacık yapıyor. Ben böyle şeylere yine takılmam da kıllığına mıdır nedir başımızda dikilip yarım saat onu yediriyor haşur huşur. Elden garip bi sürtünme sesi çıkıyor.

* Benim için sakal sıvazlamak, bıyık burmak pek bi anlam teşkil etmiyor. Varsa yoksa cücüğümü yiyeceğim. Çeneyi içeri doğru sokup üst dişleri cücüğe cayırt diye geçiriyorum, sonra o vazgeçilmez aromanın tadını çıkarıyorum. Cork cork cork.

* Bu kadınlar adet dönemlerinde kan mı yoksa su mu görüyorlar? Bi tane ped firması da babalar gibi çıkıp, reklamlarında, dayanıklılık testlerinde şu pedin üstüne kan döksün. Bi tuvalet kağıdı firması da reklamlarını kuğu tüyleriyle, bulutlarla, para testleriyle dolduracağına g.tündeki b.ku silen yetişkin bi insan göstersin. Yapın abicim bunları, tüketici gerçekleri görmek istiyor.

* Eskiden, kredi kartının Türkiye’de ilk zamanlarında millet kartı çaat diye çıkarıp dünyaları satın aldığında onlara özenen insanlar vardı. Bu özentiliğin akabinde 70 milyonun kart sahibi olması pek de gecikmedi. Herkesin cebinde olup, kişiyi özel yapma durumu yok olunca insanlar başka türlü bi ödeme biçimine özenmeye başladılar. Bir kağıt vereceksin, onunla ürünü alacaksın ama sonra senden bunun parasını almayacaklar. Ticket tabii yaa. Ailemde hiç amir memur olmadı, haliyle Ticket’ım da. Ara sıra arkadaşlarla yemeğe gittiğimde içime çok oturur. Ben cüzdandan para çıkarıyorum, o babasının Ticket’larını toparlamış, çatır çutur geçiriyor. Olmaz.

Yazı bittiğinde “Jeff Martin – World is Calling“le dünyaya isyanım henüz yeni başlamıştı.