Arşiv: Nisan, 2009

Un Chien Andalou – Endülüs Köpeği (1929)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Un Chien Andalou - Endülüs Köpeği (1929)Deli Profesör tarihinde 2. kez yazdığım yazılardan birini sansür uygulamasına sokup – en azından bir süreliğine – ortadan yok etmem, bende ister istemez bir huzursuzluk duygusunu da yanında getirdi. Seçim zamanı koltuk aşığı siyasetçilerin afişlerle zorla aşıladığı zorlama bi duyguydu belki. “Sen yoksan bir kişi eksiğiz” demeleri gibi. “O yazı yoksa, diğerleri de yarım kalmıştır” gibi oldu. Diğer yazılar kabuslarımda beni kovalamaya başladı “Onu niye ölülerin dünyasına gönderdin?” diye. Bi önceki yazımı okuyanlar, yazıyı yok edeceğimin sinyalini yazımın başında gördükleri için hangi sebepten ötürü yok ettiğimi epey iyi biliyor olmalılar, ama bu konuda gıklarını çıkarmasınlar. Bu sansürler tabi ki başkalarının isteğiyle değil, kendi öz irademle kendime sunduğum kararlar. Gidip argo dolu yazımı değil de, en insani yazımı yok ederim siteden o da apayrı bi mesele.

Birileri ensemden tutup da “Elin klavyeye değmişken 2-3 yazıver bari” dediğinde dayanamadığımı oldukça iyi bildiğini tahmin ettiğim Kıbrıslı okur Tuğçe‘nin bu talebinin yarattığı huzursuzluğun etkisinden yazıyorum bugün. Uzun zamandır üstünde durmayı unuttuğum bi başlık üzerine. Kısa filmler kategorisini açmışım, ama onun yerine diğer kategorilerin içini sünnet düğünü araba konvoyu gibi doldurmuşum. Esasında bugün bahsedeceğim filmi teknik açıdan düşündüğümüzde kısa gelmemesi lazım. 1929 standartlarına baktığımızda, film makaralarının uzunluğu ve kameralarının ilkelliği tabi ki bu kıstaslar. 1929 için düşündüğümüzde 17 dakikalık bir film, günümüzün Yüzüklerin Efendisi triolojisine bile eşdeğer olabilir benim gözümde. Filmleri kısa, orta, normal diye yaftalamamamız bile lazım. Çünkü dikkat ettiyseniz sarı lira gibi akıp giden ömrümüzle birlikte her filmde kullanılan makara sayısı da uzuyor. Günümüzde belli bir ticari başarıyı yakalayan her halefinin öncüsü film, zaman kavramında yeni uzamalar, genişlemeler yaratıyor. Ben eminim ki bundan 50 sene sonra ardımıza baktığımızda bu 2-3 saatlik filmler bize mini filmler olarak gelecek. 2060′ta yaşarken, 1929′da çekilmiş bu filme de muhtemelen “Mikro film” deriz.

Peki, belki de bir günün 24 saatini komple kapsayacak eşzamanlı film deneyimleri yaşamaya başladığımızda şu 17 dakikalık filmden aldığımızın daha fazlasını mı alacağız? Görsel olarak muhtemelen evet, lakin fikir ya da zihnimizin çehresinde daha geniş bir boyut oluşturabileceğini sanmıyorum. Filmlerin belli şirketlerin maddi baskısı yüzünden yönetmenlere ticari amaçlarla çektirildiğini hepimiz biliyoruz. İyi bir film çekmek isteyen yönetmen bu Hollywood çakallarına muhtaç kaldığında kendi özel projelerine nakit oluşturabilmek için neredeyse tuvalet komedisi diyebileceğimiz dejenerelikte filmler sunabiliyor. Sinema dediğimiz olay bir yardım hizmeti değildir, salak insan toplulukları için film çekmek durumunda kaldığınızda yardım ettiğiniz hissiyatından çok, zorundalık hissedersiniz. Elinize bir hikaye verirler ve sadece ne kadar şişirdiğinize bakarlar. Kabul etmediğin zaman seni sektörden sürgün/aforoz etmeleri pek de kolaydır. İşte bu yüzden filmleri uzunluğuna göre kategorize ederken uzunluk janrından öte, niteliğini irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Şişirmek de güzeldir elbet. Ben sitede 2 satırda yazılacak şeyleri şişirdikçe şişiririm mesela, ama bunu kendim keyif aldığım için yaparım, birilerine hitap etmesi için değil. Sadece kaliteli kısa filmlerin aslında kısa film olmadığını söylemekti amacım. Ama yine oldukça fazla satır işgali yaptım.

Marangoz, sihirbaz, yönetmen Georges Melies‘in 1800 sonu, 1900 başı çıkardığı önemli görsel ürünlerin ardından ekmeğini tahmin edeceğiniz üzere onun fikrinden etkilenen başkaları yemişti. Çizdiği tablolarda sürrealizm çerçevesine sığmayan Salvador Dali ve Fransız sinemasının öncüsü olarak belki de bu filmle anmamızı sağlayan Luis Bunuel de keza. Salvador Dali’den bahsediyoruz tabii. Onu değil portrelerin içine, hayatın içine sığdırmak, anlamlandırabilmek oldukça zordur. Sürrealizm ismini verdiğimiz, her simgesinde binlerce anlam yüklü bu karmaşık, vurgusuna göre anlam kazanan sanatta, yıllar içinde kendi milyonlarca kelimelik sanat sözlüğünü oluşturması pek de zor olmamıştır. Dünyayı 300 boyutlu görmesinin etkisiyle birlikte çizdiği herhangi bir portreye baktığımızda içinde yüzlerce kompozisyon, yüzlerce hikaye bulabiliriz.

Her noktaya apayrı bir hikaye fırça darbesi vurmak için oldukça karmaşık, ama bağlantı kabloları doğru yerinde bağlı bir bilinçaltı gerekiyor. Arızanın teki sonuçta, gece ne gördüyse, sabahında onu çiziyor, oturup düşünüyor değil ya. Nasıl oluyorsa bir gün rakı sofrasında Bunuel’le hoşbeş ederken aklına milletin aklını tablolarıyla yeterince laçka ettiği yetmezmiş gibi bir de rüyalarını filme aktarmak geliyor. Bunuel zaten dünden razı, o da Dali’nin bir alt seviyesinde psikopatlığa sahip. Millet anlamasa da Salvador’un embesil rüyalarıyla birlikte voleyi vuracağının farkında. E anlayın artık, Un Chien Andalou diyorum, Türkiye’de daha çok bilinen adıyla, Endülüs Köpeği.

Filmi büyük bir iştahla seyre koyulduğumda ilk seyirde anlamayacağımı bildiğim için, filmin sonunda pek de panik yapmadım esasında. Bir araba yarışı düşünün, biri Need for Speed serisi gibi, gidecek tek takip yolun var, seni finişe çıkaracak kısımlar haricinde diğer yolları kapalı olduğu için sonuca rahatlıkla ulaşıyorsun. Bu bahsettiğim, sıradan bir yönetmenin kolay hazımlı, seyircinin hayal gücünü yosunla dolduran bayağı film türüdür. Bir de Burnout’u düşünün, bitiş çizgisine ulaşmak için gidebileceğiniz 100lerce farklı alternatif var ve hangisinin daha kestirme olduğunu kestiremiyorsunuz, tek yapmanız gereken haritayı daha dikkatli okumak. Şehri oldukça fazla gezmelisiniz ki yolların dilini anlayabilesiniz.

Bu filmin istediği tek şey bu. Gerçekleri savunmaktan yanayım, ne yalan söyliyim, film son derece karmaşık. Sürrealizmin cilt cilt oluşmuş sözlüğünün pek çok simgesinin farkında olmanız gerekiyor. Bu yetenek de bu konudaki sanatçıları takip etmekle kazanılacak türden. Bu tabi sadece doğru anlamlar yüklemeniz için gerekli bir durum, yoksa her şekilde yapılan her harekete bir anlam verebilirsiniz. Bir söylentiye göre Luis’le Salvador’un rüyalarından yola çıkarak yaptıkları bu başyapıtın ne anlama geldiğini onların da bilmediği söyleniyor, ama bu tabi ki safsata. Eşşek gibi de biliyorlar, ama sadece filmi belki 50 kere izleyenlerin, sinemaya ve boya sanatına gönül verenlerin anlamalarını istemişler.

Bu filmin ismi gibi afişini de çok iyi bildiğinizi tahmin ediyorum. Gözü kesmek için gözbebeğinin önünde tutulan bir ustura, berber edasıyla. Dünya’nın ilk sürrealist filminde kullanılan, film sırasında net olarak görebildiğimiz bu kesme sahnesinin kullanılması tesadüf mü sizce? Ayın üstünden jilet gibi geçen keskin bulutu gördükten sonra kadının gözünü usturayla çizerek kesen Bunuel’in gerçeküstü dünyaya geçiş simgesi verişi pek de anlaşılmaz değildir burada mesela. Gözle görülemeyen, zihin ve nur aşamasına geçen başka bi evren gibi.

Tabi bu sembol onların dünyasına uğramanız için sadece bir “Hoşgeldiniz” paspası. Yoksa filmin geri kalan kısmı bu anlattığım örnek kadar kolay sindirilebilir değil. Ben yaklaşık 10 kere izledim ve çoğu parçasını hala yerine oturtamadığım için hikayeyi anlamakta zorluk çekiyorum. Bir bölümünü izlemediğinizde ufak tefek şeyler kaçıracağınız bir dizi gibi değil bu. Bütün parçaları doğru sembolle bir kriptograf gibi tanımlayamadığınız sürece hikaye hep eksik kalıyor. Ortada karakterler var, hiçbirinin ismi belli değil. Hikaye bir kadın ve erkeğin arasındaki aşk hikayesi olarak cereyan ediyor. Erkek karakter filmin muhtelif bölgelerinde sürekli bir etken tarafından ölüyor, başka bir kısımda diriliyor, kendini öldürüyor ve bu sefer başka şekilde diriliyor.

Öldüğü zaman ruhu ikiye bölünüyor. İki zıt karakter oluşuyor kendisinden. Kötü olanı elindeki delikten çıkan karınca yuvası ve karıncalar metaforundan farkedebiliyoruz. İyi olan da sonra şapkayla içeri girdi derken bir anda karakterler birbirinin tersine dönüyor ve kötü iyi, iyi kötü oluyor, hatta bi an hangisinin doğru karakter olduğunu anlayamayacak kadar afallıyorsunuz, çünkü bu da muamma olarak kalıyor. Bir kısmında sokakta öldükten sonra kadının yanında beliren adam evin içinde ona tecavüz etmeye çalışıyor. Pabucun pahalı olduğunu, kızın kaçtığını gördükten sonra ise sırtındaki iple kilise ögeleri olduğu içindeki 2 papaz ve piyanodan belli olan kocaman bir dekor çekiyor. O sahnede piyanonun üzerinde ölü eşek kafası görüyoruz mesela. Bu kafa belki de Gotfather’ın yönetmeni Francis Ford Coppola’nın yataktan çıkan ölü at kafası sahnesinde esinlendiği kafa, bilemeyiz ama bu filmin içinde çok önemli bir manayla konumlandırıldığı gerçek. Ben bu konuların uzmanı olacak kadar derinlemesine bilemiyorum tabii.

Bunun haricinde filmde adamın ağız kısmının kaybolup, kadının koltuk altındaki kıllarının o bölgede çıkması, içinde ne yazdığını bilemediğimiz kitapların bir anda silaha dönüşmesi, hikayenin sekiz yıl sonra, on altı yıl önce gibi farklı zaman dilimlerinde dönerken bizim aynı zamanda döndüğünü sanmamız ve bunun gibi çoğu sahnede gizli ufak tefek pek çok rahatsız edici ayrıntı var. Bir sahnenin rahatsız edici olması için, içinde yarılmış dalakların, parçalanmış bağırsakların olması gerekmez pekala. Bana göre tanımlayamadığımız olaylar insanı her daim daha fazla ürkütür. Bu filmin rahatsız ediciliğinin bir numaraları sebebi de budur.

Endülüs Köpeği’ni izledikten sonra 1960 ve 70′ler civarında çekilen bazı filmlerin bu şaheseri referans aldığını göreceksiniz. Anlar anlamaz, ama kendi kafasına göre filmi tanımlayan yönetmenlerin farklı yorumlarıdır bunlar. Sırf sinema değil, müzik alanında bile unutamayacağımız etkileri vardır dinlerken zihnimizde filmi canlandıran. Pixies‘in Debaser şarkısı ise filme gönderme yaptığını bariz ve açık bir şekilde belli eden, ondan eğlenceli bir şekilde bahseden güzel şarkılardan biridir. Geyik bi şekilde şarkıda filmden bişey anlamamalarından bahsetmeleri de filmin uydurma olma mitini güçlendirmiştir. Belki de Bunuel’in kıs kıs gülmek için fedailerine yazdırdığı bir şarkıdır kim bilir.

Pixies – Debaser

Yazı bittiğinde “Pixies – Debaser” çalıyordu.

Anekdot Silsilasyonu : Part X

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Tequila! Have You Hugged Your Toilet Today?Bir önceki Anekdot Silsilasyonu’nun kırkı çıkmadan yenisini koymak durumunda kaldım bu sefer. Halbuki öncekini yazdığım gün, size de belirttiğim üzere “Elimde yaklaşık iki silsilasyonluk malzeme var, bunu pazarlama stratejicisi mantığıyla parçalara bölüp sunarsam, arada yaşadığım tecrübeleri de ekledikçe sınırsız tespit döngüsü yaparım” türünden aşşağılıkça sözler sarf ediyordum. Baktım ki olay o değil. Hazıra dağlar dayanmıyor. Elimde nasıl olsa dünya kadar tespit, anekdot var diye düşündükçe algılarım dış dünyadaki şapşallıklara, uyanıklıklara kapandı. En sevmediğim şey yani, şu dünyanın teknoloji devi firmalardan biliyorum. Adamlar basın mensuplarını çalışma alanlarına çağırıp, piyasaya gelecekte çıkaracakları envai çeşit ürünleri gösteriyorlar, ama hakkında en ufak bilgi verirsen, ömrün boyunca jigololuk dahi yapsan ödeyemeyeceğin kadar tazminat. Resmen eziyet lan bu elin dergi editörüne. Sanki adamın eline yasak meyveyi verip “Aha bu var ya öyle lezzetli ki baldan tatlı, ama onu yersen akabinde yarra yering” der gibi. Geleceği üretiyor adamlar. Tabi onlar, “Biz 2 yıl sonrasına yetecek kadar ürün ürettik, biraz da kebap yapalım” demiyorlar. Adamlar profesyonel. Hararete düşenin harını alıyorlar, işinden şutluyorlar. Ama blog dediğin şey keyif işi, amatör ruhu. Ondan kendi kendine sahip çıkacan. Tabi biliyorum ki, insanoğlu genel olarak kendini ya da toplumu değiştirmek için illa ki birinin gütmesine ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden başımızda matruşka gibi içini açtıkça bi üst kademesi çıkan yöneticiler ve yönetici pozisyonları var. O yüzden herkesin sorumluluk taşıdığı üst pozisyonu, kendi vicdanı ve mantığı olsun en kolayı. Olayı da anaşotluğa böyle bağlarım.

Bir sayfaya iki silsile yaraşır diyip, 10. silsilasyonun kurdelesini kesiyorum. Hepinize 1 litre karışım için ayarlanmış Tang poşediyle yapılmış, bol su çözeltili 10 litrelik limon suyundan birer bardak ikram edeyim.

Alaturka kenefle sadece yumurtanın kapıya dayandığı alternatifsiz anlarda ilişkim olur. Bağırsağı çalıştırsa da, tuvalet sırasında bişeyler okuma ihtiyacı hissettiğimden domalır pozisyonda bacaklarım kangren olsun istemem. Her alaturka kuburlu sisteminde olmasa da yüzde 50′sinde sifonize sistem vardır. Suyun kubura doğru aktığı 3 tane delik vardır bu yüzden. İşte girdiğim nadir anlarda o deliklerin içine hortumla tazyikli su tutarım. İçinde muhtemelen çürümüş, kurumuş tonla pislik olur. Deliklerden hangisine suyu tuttuysam diğer ikisinden pislik fışkırır. Böyle de eğlenceli bişey.

● Etrafınızda şakadan da olsa intihar edecem diyen insanlara bakın. Kulağınızı yanaştırın. Dertlerini dinliyormuş gibi yapın. Cümlelerinin birinin içinde kesinlikle “8. kattan atlayıp kurtulacam” geçecek. Peki neden 8. kat? İntihar için en uygun zemini oluşturan bu 8. kat neyin nesi? İstiap haddi dediğimiz olay gibi ölmek için en uygun yükseklik olsa gerek. Köprüden atlamanın bile bi standardı var, 50 metrenin üstünde olunca “Beton etkisi yapıyo abi” diye uyarırlar. Sert bir dokunuş ya da ince bir dokunuşla ölüm arasında ince bi çizgi olsa gerek, ölmeyen bilemez.

● Annem “Cereyanda durma felç olursun” mukabilinden kelamlar ederdi evveliyatta. Çocuk kafası ya, “ceylanda durma” şeklinde anlardım. Tabi ceylanda durma olarak anlıyordum ama bunu duyduğumda açık iki kapı ya da pencere arasındaki rüzgar akımına kapıldığımı biliyordum. Kafada “Rüzgar akımı” kelimesini bile canlandırıp, ceylanda durma diye anlayan kafa da ne menem bi kafadır, anlayan anlatsın.

● 2009 trendleri: Zira out, manidar in – Yav out, yahu in.

● Kuzenim 1. dereceden Kayserili bi adamdır, o bahsetmişti. Oraların gençleri buradaki gibi t-shirt, polo kazak türü sosyete gördüğü şeylerle gezmezler. Varsa yoksa ceket gömlek. Ama külhanbeyilik damarda ateş. Kravat takmadan bağrı açık gezerler. Beğendiklerine “iyi, güzel” de demezler, onlar için soft ve sıradan kaçar. Kendi aralarında yeri gelir ayakkabı, yeri gelir gömlek alırlar, birbirlerine sorduklarında şayet karşı taraf beğenirse sırayla “Sıçmııık, akıyooo, kokuyooo, yılaaan” dermiş. Bu dört sıfat kullanılıyorsa o mamul süper anlamına gelirmiş. Yerel kültür sonuçta beğenmeyip napacan?

● Sütyen dolgusu çok bilindik bişey de ç.k dolgusunu Otomatik Portakal’daki Alex’ten başka kullanan görmedim. Halbuki oldukça heybetli gösteriyor.

● İnternette dolaşan bi tuvalet veznedarı resmi vardı. Hatta Bobiler’de “The Çakaaal” adıyla afişe edilmişti. Camın üzerindeki fiyat tarifesinde turistlere normalin 2 katı para ödeten türden bi uyanıklık vardı. Hadi tuvalet veznedarı bunu yapar da, Galata Kulesi‘nin içine girip, yukarı çıkış tarifesine bakınca gözlerim pörtledi. “Bilet: Beş YTL, Ticket: 10 YTL” Tarifeye gel, lorke lorke. Gavurları kulenin tepesinden İstanbul semalarına kanatlarla uçuruyorlar sanki o ekstra paraya. Ama “Görmemiş adama o manzara daha değerli.” dersin, ya da “Elin gavuru gadir gıymet biliyo.” dersin o ayrı. İşin içinden sıvışın bakalım hanginiz yaptıysanız.

Pisa kulesini Pizza kulesi diye biliyoruz ya hani, acaba Galata kulesini Galeta kulesi diye bilen de var mıdır?

● Sırf dolmuşta olanları yazsam, hafta 10 güne çıksa bile tespit ettiğim malzemeler uçtan uca birleştirildiği zaman 1 zirilyor ışık yılı uzaklığa erişecek kadar uzun ve benzersiz olur gibime geliyor. Dolmuşta arka koltukta lise talebesi havasında dükkana doğru giderken her zaman olduğu gibi vasıtaya iki tane adam bindi. Ondan sonra şöyle efsanevi bi trialog oluştu sahnede:
- Binen ikili: Abi bizim paramız yok yalnız. (Bunlar başlı başına diyalog)
- Dolmuşçu: O zaman get outta here. (Trialog completed)
Hoppala paşam, malkara Keşan.

● Yine yol görünmüş. Gara gidip arabaya binilecek. Şahsi araba desen yok, babanınki ise kıymetli, yani onun malı kıymetli, yoksa araba orta sınıf bişey. Mecburen dolmuşa talim. Bekle Allah bekle, garda otobüs kaçacak, biz daha dolmuşu bekliyoruz. Kardeşim “Bak şimdi, dolmuş beklerken ne zaman sigara yaksam, iki fırt çekemeden, sigaramı mundar etmek için dolmuş gelir.” dedi ve çakmağı çaktı. Vay babayın kemiğine, dolmuş dibimizde bitti. Senin ağzını yerim, bu zamana kadar nerelerdeydin dedim.

● Çocukluk sanırtıları training mode: Eşofmana eşortman der idimdi.

● Peynir kültürünü zirvede yaşayan, hayatının üçte birlik bölümünü peynir yemekle geçirmiş bi insan olarak sokak kültürüm eksik kaldı. Simit peynir olayı yani. Çok alıp yemişliğim oldu da, üçgen peyniri ne zaman açmaya kalkışsam kabı eciş bücüş oldu, açılmadı, peyni ezildi, yarısı mundar oldu. Öğrenmenin yaşı yok, basit bişey ama elinden tutan olmayınca bilmiyorsun. Üstünde kırmızı çekilecek bi şerit olur genelde. Basit bi mantıkla ona asılır yarım yumalak açardım. Meğerse orada üst üste iki şerit varmış. İkisini ayrı ayrı çekince öyle bi güzel açılıyo ki kurban olduğum.

● Burada yazdığım hiçbir şeyin üstüne tabi ki tam anlamıyla genelleme yapamam, ama kadınların genç yaşlardayken olgun/büyük, yaşı ilerlediğindeyse genç gözükmeye çalışması ne denli bi dengesizliktir hele?

● Hazal’la gelenekselleştirdiğimiz cafe/bar buluşmalarından birindeyiz. Müşterilerin mekanı doldurmasına 1 – 1,5 saat var, grup elemanları bi yandan içki götürürken, bi yandan müzik icra ederek kendilerini eğlendiriyorlar. Biz de haliyle birer bira atıyoruz. Tuborg veriyor adam. “Nefes almam, Efes alırım” jenerasyonunun en dirayetli ve kararlı neferlerinden olsam da boyun eğerekten içiyorum. Hazal’a bakıyorum, bira şişesinin yapışkanını söküyor bi yandan. Sıkıntıdan hobi olsunundan değil ama. “Aynı şişenin içine bira doldurmasınlar diye söküyorum” diyor. Be Hazal’ım ortamın çakalları bi etiketle yılacak mı sanıyorsun, 55 bilmemne kaç güvenlik özelliğine sahip teknoloji manyağı paramız bile anında taklit edilirken? Gözlerini kaçırma cevap ver.

● Serdar Ortaç’ın o meşhur çıkış şarkısını Filistin’de ölen suçsuz siviller için benimle coverlayacak bi metal grubu arıyorum: “Haydi Gazze’lim, gece yanar tenin, haydi Gazze’lim, bu gece cihad edelim.

● Abur cubura gelince Agop’un kazı gibi homini gırtlak da, onu anlamazdım işte ufaklıkta. Haplar, yutarken nefes borumu tıkayıp beni öldürecek gibi gelirdi. O yüzden hapları çiğneyip yutardım. Böyle iğrenç, paslanmış demir yiyorsun gibi bi lezzet. Dilimden hala gitmez tadı.

Yazı bittiğinde “Brutaliator – Metal Commandos” çalıyordu.