Arşiv: Şubat, 2009

Ex Drummer – Eski Davulcu (2007)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Ex Drummer (Eski Davulcu)Yazar olduğunuzu düşünün, ya da bir yönetmen. Böyle bi durumda görevinizin insanların yüreğindeki duyguları açığa çıkarmak olduğunu gayet iyi bilirsiniz. Mutluluk, hüzün, nefret, şapşallık, aşk ve daha nice duygunun içinde yüzdüğü duygu deryasından bazen bir anda ya da çoğu anlarda birkaçını insanların hizmetine sunmanız gerekir. Zamanında çektiğiniz problemlerden, sırtınıza binen marazlardan sonra belli duyguları insanlara yaşatmanız zor değildir. Ama çoğu zaman işler şöhret olunca değişir. Çoğu problem yoluna girer çünkü. Cebinde tomarla para olabilir, her gün birileriyle sevişebilir, ya da tek eşliliğin zirve noktasında seni sevebilecek yegane birini bulmuşsundur. Anlayacağın hayatında huzur ortamı hüküm sürdüğünde üretkenliğine ket vurulduğunu hissedersin.

Böyle anlarda acı çekmek istersin. Bir yerden bir sorun çıksa da peşinden sürükleneyim mukabilinden hissiyatlar bunlar. Acı çekmeden diğer insanlara acının nasıl bişey olduğunu tasvir edemezsin. Peki acıyı bilmeyen insan, mutluluğun huzurunu, keyfini nasıl anlatabilir? Hepsi bütünü oluşturan, birini elde etmeden diğerlerine sahip olamayacağımız karmaşık hisler. Sadece uzaktan, okuduğunuz bir kitaptan ya da izlediğiniz filmden basit gözükebilir. İşte bu basitliği oluşturan, yazarın noksan duygu sahibi olmasıdır.

Ünlü olmanın ego şişirici bedeliyle kuşku içine girmiş umarsız bir adamdır Dries (Dries Van Hegen). Kuşku içinde umarsız olmak. Buna sadece ruhu kuvvetli insanlar dayanabilir. İçinden daimi alevler geçen bir suda yürümek gibi. Evinin manzarası kuş bakışı mükemmel bir dünyayı gördüğü zaman bulunduğu monotonluğu o da fark eder. Bir gün evini metal grubu kurmaya kalkan 3 tane ezik, özürlü, onu davulcu olarak dahil etme amacıyla ziyaret eder. Elemanlardan Koen De Geyter (Norman Baert) peltek bi adamdır ve grubun solistidir. Dili dönmeyen şarkıcı. Ayrıca kadınların konuşmalarından, hareketlerinden, yüz ifadelerinden nefret ettiği için fırsat bulduğu her anda onları öldürmek hobisidir. Jan Verbeek (Gunter Lamoot) ise kolunun biri tamamen kıpraştıramayacak kadar kaskatı kesilmiş i.ne bir gitaristtir. Üçüncü eleman Ivan Van Dorpe (Sam Louwyck) ise grubun sağır gitaristidir. Elemanları tanıttıktan sonra niye ezik özürlüler dediğimi anlamış olmalısınız.

Yazar Dries de tam öyle düşünüyordu. Fakat yaratıcılığının körelmemesi için bir yandan da bu eziklerin acı dolu dünyasına girip, onların çöplüğünün kokusunu hissetmeli, acısını yaşamalıydı. Bu kapkara ve iğrenç dünyanın içinde, hüzün içinde güçlü olmaya çalışarak gezerken, bir yandan da zamanı gelince sevgilisinin şefkat dolu kollarına döneceğini bilerek mutlu olarak. 2 duyguyu da aynı anda kuvvetli olarak yaşamak sadece güçlü insanların işidir.

Gruba, özrü davul çalmayı bilmemek olarak giren Dries film boyunca müzik yarışmasına katılmaktan ziyade, gruptaki elemanların ailevi hayatlarını merak eder durur. Verbeek’in deli olduğu için yatağa bağlanan babası, Geyter’in kadın öldürme hastalığı ve kamera çekim tekniğine de yansıyan komple terso olmuş dünyası ve Ivan’ın ailevi problemleri. Hepsinin katmerlenmiş berbat problemleri vardır ve esasında müziği bir kaçış rotası olarak görmektedirler. Çoğu zaman grup müzik icra ederken davulunu bırakıp, motoruna atlayıp basıp giden Dries ise sadece olanlara, geldiği noktaya anlam verme çabasındadır. Grubun içinde -haliyle- en normal gözüken kişi olsa da onun da çoğumuza garip gelecek hareketleri yok değil. Başka kadınlarla sadece yanında sevgilisi varken sevişir mesela. Yanındaki 3 morondan sıkıldıkça da bu ve benzeri hareketlere girer.

Ama zamanla farkeder ki, aslında bu sefer acı çekip, yazı yazmak için girmemiştir bu eziklerin dünyasına. Bu sefer romanı yaşamak, elleriyle interaktif halde istediği yöne çekmek istemiştir. Aptalları yönetmenin, bir kuklayı tutmaktan farksız olduğunu bilir çünkü. Bu insanlara müzik yarışmasını kazanmak için yardım ediyor olsa da, aslında bu onlar için idamdan önceki son dilek gibidir. Tabi bunu sadece Dries bilir ve belki Jan Verbeek’in babası.

Film başladığı ilk dakikalardaki reverse motion çekim tekniğiyle doğrudan insana bu izlediğinin sadece bir sinema filmi olmadığını hissettiriyor. Hikaye şaşırıp kalacağımız derecede karmaşık ya da kördüğüm değil belki, ama yarattığı dünyayı hissettiriş ve insanı bunalıma sokuş şekli hepsinin üstüne çıkıyor, olayı görsel bir boyuta taşıyor. Filmin afişinde gördüğünüz yer ise Geyter’in evi. Geyter’in evinde yalnız yaşadığı anlardaki ruh halinin metaforu aslında bu. Ev sadece ona ters, kamera onun bakış açısını yansıtıyor. Eve herhangi biri geldiğinde gelen kişi düz dursa da, o bize göre tavanda kalıyor. Batak dünyasının içinde kontrollü ve kontrolsüz cinsellik olmadan olmazdı tabii. Film boyunca Dries’in karısının da müdahil olduğu grup sekslerinden sonra daldaşak evin içinde gezmesinden tutun da, Koca Kamış lakabındaki rakip grubun gitaristinin -kendi tabiriyle- inikken 50 cm. diye tabir ettiği malafatıyla ondan anal seks isteyen bir i.nenin kıçını dalgasıyla kanlar içinde paramparça yarmasına tanık oluyoruz. K.çını tuta tuta giden, toplumda parya sınıfına sahip olan bir i.ne aslında bu. Dries’ten de dayak nasibini alıyor yeri gelince.

Filmin çoğu anına cesur çekim sahnelerinin içinde kan deryaları hakim. Hani şu yaş grubu izlesin, şu insan tipi izlesin diye bi kaygısı yok yönetmenin. Sadece hikayeyi bağlanması gereken noktada Dries’in yerine geçerek bağlamak istiyor. Hikayenin anlatımındaki en güzel yanlardan biriyse, herhangi biri öldüğü/öldürüldüğü anda parçalanmış uzuvlarıyla masaya oturup hayat hikayesinden bir kısmını anlatması. Ölüm sonrası sorguya çekilmek gibi. Öldükten sonraki pişmanlıkları ya da düşünceleri yansıtma fikri son derece devrimci bir fikir, ki zaten film şu ana kadar saydığım özelliklerle diğerlerinden fersah fersah öne geçiyor.

Bu bir yandan da müzik filmi. Yani müziğe verilen önem çok fazla. Bu yukarıda saydığım tüm özellikler ilginizi çekmese dahi, rock dinleyen bünyeye sahipseniz sizi kendinizden alacak türden bir müzik listesi var. Tabii bu kadar güzel parçalardan oluşan bir soundtrackten bi bu kadar daha yazı çıkacağı için gelecek zamandaki yazılardan birinde incelemeyi düşünüyorum. Ama tahmin edeceğiniz üzere Belçika’da çekilen bir filmin müzik listesinde herhangi bir Türk grup olmasa şaşardım. Bu film sayesinde Madensuyu grubunu da keşfedebilirsiniz.

Bittiğinde hikayede çok da fazla gedik kalmıyor. Tanık olduğum bunca gariplikten sonra bir filmi izledikten sonra belki de ilk defa “Bu filmi izlemesem sinema konusunda eksik kalırdım.” dedim. Gariptir ama ilk defa bir filmi izledikten sonra o an yazı yazasım geldi. Ama sonra doğrudan seyir akabinde yapılan incelemelerin sağlıklı olmadığını, bir film için oluşan kanaatlerin yerine oturması için en azından 1 hafta geçmesi gerektiğini düşündüm. Bana bu denli ciddi bir yazı yazdırdığına, defalarca kez üst üste “film” kelimesini kullandırttığına göre var bişeyler.

Yazı bittiğinde “Brutaliator – Terminal Breath” çalıyordu.

Pazarlamanın 22 Kuralı

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Pazarlamanın 22 KuralıKimsenin bana “Politikayı tanımlar mısın?” diye bi istekte bulunacağını sanmıyorum, ama öyle bi adam olsaydı eminim dünyanın en zıt kutuplarında düşünceye sahip olsak dahi sesimizi 0,2 desibel dahi arttırmadan sakince konuşurduk. Birbirimizi zerre dinlemediğimiz son derece ateşli konulardan biri. Paris Hilton‘un “That’s Hot” diyip salak salak sırıtabileceği türden ateşli bi konu. “Halkı pazarlamanın sanatıdır.” derdim. Dünya çapında bunun aksini yapan, halka mal olan liderler de var, fakat genel üzerine kafa patlatttığımızda halka mal olduğunu sandırtarak halkı pazarlayan insanlar diyebiliriz. Benim için şu ülkedeki riyakarların pezevenkten pek de bi farkı yoktur. Pezevengin pazarladığı kitle daha özele inmiştir sadece. Politikacılarsa genel olarak pazarlar.

Koskoca dünyada sadece 2 çeşit mi pazarlama dehası kafa vardır? Sistemliler politikacı, sistemsizler pezevenk mi oluyor Allah aşkına? Peki bu iki meslek kolundaki insanların başarısının sırrı nedir? Pazarcı kafasıyla 2-3 elma sattıktan sonra bu işi kavradığını düşünen zihni kapalı insanlardan farklı yanları vardır. Pazarlamanın da tıpkı Fizik gibi kuralları olduğunu bilirler. İçlerinden geldiği gibi, kendi zevklerine göre değil, insanların algısına göre çalışırlar. Çünkü, pazarlama algıların savaşıdır. Pazarlamanın kuralları yıllar içinde, ihtiyaçlara göre değişebilir elbette. Fakat her zaman takip edilecek bir strateji sistemi vardır.

Kuralların değişmesinin de değişmez yegane sebebi vardır. İnsanlar çoğu ürün tecrübesinin heves mi, yoksa trend mi olduğunu bilemezler. Şöyle odanıza ufaktan bir göz atın. Etraftaki çoğu objeyle en son 3-4 ay önce ilgilendiğinizi farkedebilirsiniz. Tabi Feng Shui türü düzen olayına girip, ne var ne yok çöpe atmadıysanız. Sitemi okuyan çoğu insanın blogcu olduğunu farzederek (Ki bu da çok büyük bi hata, okurların sadece blogcu olduğunu düşünerek salt onların isteğine hitap etmek, sizi yanlış kitleye yönlendirir.) örneğimi blog dünyası üzerine yoğunlaştırabilirim. Bloglar geleceğin pazarlama araçları haline gelmeye başladı. Fakat Friendfeed, Twitter gibi ortamlarda takip ettiğim çoğu muhabbetten gördüğüm kadarıyla çoğu blogcunun kafasında blogculuk trendten ziyade heves. Öyle adamlar var yani, blog yazdığı için kendini dünyadaki en farklı insanmış gibi hissediyor, blog aşağı, blog yukarı, başka da bi kelamı yok. Herhangi bi kavramla tanıştığın andan itibaren temcit pilavı gibi onu tekrarlar durursan, hem kavrama zarar verirsin, hem de onu kendinde ve etrafında bi heves haline sokarsın. İşte tüketicinin zihnindeki pazarlama algısı da tam bundan ibaret. Bir ürünü sürekli “En iyisini biz yapıyoruz” diyerek sunduğun zaman belli bir vakit dahilinde satışların tavan yapar, ama akabinde  ürünle birlikte yüksek beklenti sahibi olmuş insanlar bu ürünün tanıtımındaki beyanın doğruluk payının zayıf olduğunu düşünür ve ürünü üreten firma elinde patlamış yüzbinlerce ürünüyle ortada kalır.

Düşünün ki “Pornocudan, az kullanılmış, kız gibi araba” diye ilan veriyorsunuz. Kim inanır buna allasen sevgili okur? Pazarlama her daim ürününü övmek değildir ki. Tüketici kendisine yaklaşanın samimi olmasını ister sadece, o kadar. Pornocu arabasını satabilir, ama en azından şöyle demelidir: “Pornocudan, malumunuz kız gibi bi araba çıkmaz, ama emin olun ki içinde sevişmedim, yani beti bereketi yerinde.” Bazen elinizdeki ürünün, ya da vasfınızın kötülüğünü kabullenmek işlerin daha yolunda olmasını sağlamak için önemli bir etkendir. Eğer elinizde zayıf bi özelliğiniz varsa, rakibiniz ortaya çıkmadan önce kendiniz farkına varıp bunu bu şekilde bir cümleyle avantaja çevirmelisiniz, yoksa siz ürününüzü pembe vaatlerle övdüğünüz bir anda rakibinizin ufak bir sözüyle satışlarınız taban yapabilir ve satış diliminizden önemli bir pay gelmemek üzere çalınabilir.

Bu bahsettiğim satırların en önemli ortak yanı, bir ürünü halka mal etmek için elinizde bir slogan, güzel bir markanın olması gerektiği gerçeğidir. Kolay okunuşa ve ürünün amacıyla alakalı bir isme sahip olan bir mamulü zekice bir sloganla bezemek son derece önemlidir. Kuralları önemsemeyen insanlar, şans eseri bu kuralı uygulamış olsalar dahi, ikinci aşamada tökezlerler. Ürünün hedef kitlesini dünyada yaşayan bütün insanlar üzerine kurarlar. Tabi ki böyle birşey olmaz. Başladığınız gibi batarsınız. Çocuk bahçesine dönmüş mekanlarıyla, palyaço maskotuyla McDonalds’ın asıl kitlesi veletler gördüğünüz üzere. Sizce Burger King de aynı yönteme başvursa fast food sektöründe ayakta kalabilir miydi? Hiç sanmıyorum. Burger King’in içerisinde ortalıkta manyaklar gibi koşuşan çocuklar göremezsiniz, çünkü onlar McDonalds palyaçonun himayesindedir.

Hitap edeceğin kitleyi spesifik kılmak çok önemlidir. E-ticaretin emekleme yıllarında, Gittigidiyor‘un kuruluş zamanlarında bir sitenin içinde ne ararsan satılması çok cazip geliyordu. Fakat, yıllar geçtikçe ve siteler çoğaldıkça, bu inşaat amelesi mantığını halk mezara gömmeye başladı. “Ne ararsan bulabilirsin” konsepti Gittigidiyor’a aitti ve e-ticaret pazarı onun yanında en fazla bir site daha taşıyabilirdi. Haliyle ne bulsa satmaya kalkan bütün siteler son zamanlarda patır patır dökülüp, kepenk indirmeye başladı. Çünkü insanlar biliyordu ki, her ürünü satan bir site belli bir ürüne odaklanmadığı için, o ürünü gerçek fiyatından daha pahalıya satar, ya da o ürün üzerine yeterli hizmeti sunamaz. İnsanlar çok meşgul olmasa da sürekli bi işle meşgul oluyormuş gibi görünüp, zaman yetmezliğinden dem vurmayı, isyan etmeyi pek bi severler. Bu yüzden bi siteden ürün alacakları vakit, 2 saat o kategoriyi aramak istemezler. O yüzden bundan 5-10 yıl önce temeli atılan “her şey burada” konseptlerinin temelleri bir bir çöküyor ve “Sadece Ofis Mobilyası“, “Sadece Solak Yemek Malzemeleri“, “Sadece Tuvalet Temizlik Malzemesi” gibi spesifik konseptler sağlam temeller üzerinde yükseliyor. Dikkat ettiyseniz “Sadece mobilya”, ya da “Sadece solak malzemesi” demiyorum. Günümüzün pazarlamasında bu denli genel konsept kurmak bile son derece tehlike ihtiva eder. Sadece tek bir alana yoğunlaşmak ve onun üzerine adınızı duyurmak, ama ilk duyurmak sizi inanılmaz başarılı kılacaktır.

Özel bir konuda ilk olarak bilinmek, duyulmak çok önemlidir. Bir tüketici kafasına o özel başlık altında ilk olarak hangi madde girerse onu kafasında asla ikinci kategoriye indirmez. İnsan algısı böyledir çünkü, ilk duyduğu şey, devrimci ve en iyisidir. Dünyada nereye giderseniz gidin, Pepsi kıçını ne kadar yırtarsa yırtsın bu payeyi Coca Cola’nın elinden alamaz. Pepsi dünyadaki en lezzetli aromaya sahip olsa dahi birşey farketmez. Pepsi, “Pepsi Jenerasyonu” kampanyasıyla ardında gençleri toparlasa dahi Coca Cola birincidir. Çünkü o ilktir. İlk üretilen koladır demiyorum ama, ilk duyulan koladır. Zaten önemli olan da budur.

Al Ries ve Jack Trout, Pazarlamanın 22 Kuralı isimli kitaplarında aklıma kıyas yapılamayacak derecede bu ve benzeri mühim düşünceler soktu. Bazı insan tipleri vardır, her okuduğu kitabın etkisine girer. Bu insanlar genelde karakteri oturmamış hıyarlar ve her okuduğuna inanan denyolardan oluşur. Halbuki bi kitabın etkisine girmek, o kitapta anlatılan gibi yaşamak değildir asıl olay. Bir kitap bunun için yazılmaz en azından. Mühim olan bir kitaptan bilgi kefene ne kattığındır. Ya da o kitabın beynindeki bileşenleri farklı dozlarda tepkimeye sokup yeni düşünceleri ortaya çıkarmasıdır. Bu kitap hayatımı değiştirmedi, fakat ileride ticarete meraklı bir insan olarak izleyebileceğim yöntemleri kafamda daha net oluşturmam için mükemmel bir yol gösterici oldu. Konuyu pazarlama ve girişimcilik üzerinden anlatıyorlar. Fakat anlattıkları başlıklar o denli önemli ki, hayatımın her alanında pek çok problemde ön plana çıkmam için yardımcı olacak. Ben böyle kitabı alır, başımın tacı yaparım arkadaş.

Anlattıklarıyla içinde hiçbir zaman çelişmeyen, zafere ulaşmanın bir değil, zıtlıklarla dolu birden fazla yolu olduğunu kafana vurarak değil, beynini okşayarak anlatan bir kitap bu. Bu tür konularda ahkam kesen insanların kitaplarının kapakları olsun, içeriği olsun bi şekilde çelişir. Ama kapak dahi bunu doğrular nitelikte. Son derece sade. “Pazarlamanın 22 Kuralı” diyor. Kitabı gördüğünde, okuduğun zaman sana neler verebileceğini tahmin edebiliyorsun. Her zaman karmaşık, allı pullu isimlerin başarılı olamayacağının en güzel örneği. Seyirciyi adeta tetikleyecek, kitabın içindeki yazılanlara saygı duruşu niteliğinde de bir sloganı var: “Rakiplerim inşallah bu kitabı okumaz diyeceksiniz.” Gerçekten de önemli fikirleri at nalı takmışlığından ötürü çöp değeri dahi kazanamayan insanlar var ve emin olun kitabı okuduktan sonra bu önermeyi sonuna kadar kabul edeceksiniz. Ama, gün gelir de, benim alanımda bana rakip çıkmaya kalkarsanız façanızı alırım. Şurada büyük bi güzellik yapmışım, hıyanet etmeye kalkmayın.

Yazı bittiğinde “Zdob si Zdub – Nenea Gorbaciov/Hora Cosmica” çalıyordu.

Anekdot Silsilasyonu : Part IX

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Beer, Helping Ugly People Have Sex Since 1862Yazmayalı elde iki silsilasyonluk mahsül birikmiş. Hepsini ufak ufak başlıklar halinde not ediyordum bulduğum yerlere. Sonra toparlaması biraz meşakkatli oluyor. Neyse ki takım taklavatı toparladım. Tombala çekme adını verdiğimiz sistem aracılığıyla silsilasyonların yarısını bir sonraki buluşmamıza sakladım. O ana kadar muhtemelen üstüne bi o kadar daha eklenir, bi tombala daha çekerim. Baktım, tespitlere yetişemiyorum, Nouma’nın daşhak arasından içeri atarım, çıkarır çıkarır verir. Daşhak kokulu tespitlerdeki insani duygular.

* Yaşlılara görmüş geçirmiş, hayatın türlü madiklerine karşı koymuş, belli bi bilgeliğe ulaşmış diye saygı duyarız. Ne zaman bi çocukla muhabbet girişiminde bulunsalar kulak kabartıyorum. Tek bi muhabbet açma ve devam ettirme cümleleri var: “Ee evladım okul nasıl gidiyor, sınıfını geçtin mi?” Böyle ihtiyar bilgeliğini skeyim ben, afedersiniz. Bunu da merak ettiğinden sormuyor. Sadece komşunun yanında veletle ilgilenmiş olmak için yaptığı bişey. Gidip de Tarkovsky’nin Stalker’ından dem vur demiyoruz ki.

* Eğer içinizde biraz gereksiz ahlaki frenleme sistemi, ya da  alternatif olarak dış dünyanızda odanızı paylaştığınız biri varsa muhtemelen her geldiği anda yerli yersiz osuramıyorsunuz. Böyle durumlarda bir bahaneyle yorgan içine girilir ve bağırsakta ne kadar kokuşmuşluk varsa zangır zangır yorganın gözenekleriyle buluşturulur. Ama böyle doğal bi eylemi tatbik ederken dalgınlıktan yaptığınız eylemi unutabilirsiniz. O an çiş bastırır. Gidip hacetimi gidereceğim diye ani bi hareketle yorganı açıp içinden çıkarsınız. Daha gaz taze tabi, gözenekler emmemiş, filtrelememiş. Gaz molekülleri dağınık takılmayı sever, haliyle ne var ne yok odanın atmosferine dağılır. Çişten dönüşte oda arkadaşınız tarafından kafanıza inmek üzere güzel bi zopa sizi bekliyordur.

* Arkadaş ortamında sağa sola durduk yerde geyiğine hakaret savurduğum çok olur. Sit-comlardaki gibi zeka pırıltısı yansıtan kıvrak espriler yapma gibi bi derdim yok. Bu da öyle anlardan birinde çıktı. T.şşak pütürü. Her konuda çıkıntılık yapan birine dedim sanırım. Anlamını da iyi karşıladı. Herkes duysun herkes bilsin, literatüre kazısınlar. Alternatif bir anlam bulmaya çalışanlar belirtebilir tabii.

* Markette rutin bi şekilde sadece bi ekmek almak için takılırken, herhangi bir eşantiyon tattırmalık kısma denk gelince günüme kutsal bi ışık inmiş gibi oluyor. Başka şeylerle ilgileniyormuş gibi yaparak, oradaki tattırıcı beni görüp “Ürünümüzü denemek ister misiniz?” desin diye aheste aheste yürüyorum. Nitekim çağırıp tattırıyor da. O tattırma anı içinde 2 şansın var. Birincisi, ürünü beğenmiş olmana rağmen, cebinde paran olmamasından ötürü beğenmiyormuş gibi b.k atmak. İkincisi de “Mm bu acayip lezzetliymiş” dersin. Bunu dediğinde tattırıcı tekrar devreye girer, “Efendim bu ürünü yeni piyasaya sürdüğümüz için özel kampanyamız var, bi alana bi tane daha veriyoruz.” Onca diyaloğun üstüne beklentide olan tattırıcıya nasıl kalkıp “Ehem, öhö param yok ki benim.” derim. Yıkım lan bu. Teselli olmaz ama üzülmesin diye “Bi dahaki geldiğimde kesin alıcam” diyorum.

* Can’a vereceğine bana versin.

* 30 saniye içinde bu mesaj kendini ihya edecektir.

* Ömrümü bisküvilerin ardında eksperi olacak kadar harcadım diyebilirim. Carmen Electra hanım kızımızın 2-3 dakikada bir seksi düşündüğünü iddia etmesi gibi, günün her anında sevdiğim insanlardan bile daha fazla düşünürüm bisküvi ve çikolatayı. Ama bu genelde sevdiğinle paylaştığın bi aktivitedir. Her ne kadar sevgilinin son Rondo’su yenmez dese de, dost, eş, canan ile birlikte yenir. Genelde bir bisküvi 2 ya da 3 kardeş üzerinde eşit paylaştırılır. Peki niye bisküvi firmaları ağız birliği yapmışçasına bir paketin içine 11, 13 gibi asal sayılarda bisküvi koyup, kardeşi, sevgiliyi birbirine düşürürler? 12 tane koysana kardeşim, hem 2, hem 3, hemi de 4′e bölünsün. Acaba amaçları madalyonu tamamlamak gibi bir paket daha alıp 26, 22 gibi bölünebilir bi sayıya mı ulaştırtmaktır? Ayrı ayrı paketten yedikten sonra paylaşmanın tadı nerede kaldı?

* Canın bedenden birden çıktığı gibi, vakti geldi mi aniden boxerın sağ ya da sol bacak kısmından tenasül organı çıkıverir, bi anda dış ortamla arasındaki tek yüzey pantolonun kumaşı olur. Böyle anlarda çaresiz duhul organı her adımda pantolonun kumaşına sürttükçe açıkcası acır ve yanar, erkek olana sormak lazım. Hele ki kot gibi taşlanan türden sertliğe meyilli bi pantolonsa, denize fileli şortla girmişten beter aşındırır. Ani çıkışları engellemek için testesteronları aldıracak değiliz ya, pantolon üretenler böyle ani çıkışları da düşünüp, pamuk oranını daha yüksek tutan pantolonlar üretsin ki, yol ortasında birden sürtünmeyi engelleyip, olduğu yere döndürmek için topallaya topallaya yürümeyelim.

* Alaturka yemek kültürümüze tasarruf dolu bir meteliksizlik bakışı: Az kuru, az pilav.

* Anlatılmaz yalanır.

* Mekke’de şeytan taşlaması sırasında bilinçsiz taşlamayla telef olmayın. Unutmayın, şeytan değil, bilinçsiz taşlama öldürür: “Yeni Taşlayanlar İçin Şeytan“. 24 saat içinde alırsanız “Kabe: Dön Baba Dönelim” görüntülü eğitim setine de ücretsiz sahip olacaksınız.

* Ailede kalıtsal olarak şemsiye parçalama bağlılığı olduğunu düşünmekteyim. Öyle ki, ani bastıran bi yağmur anında fırsatçı lavukların birinden 2-3 liraya aldığım şemsiyem en ufak rüzgarda un ufak ters döndüğünde dayanamadım, yere vurarak parçalamaya çalıştım. En ufak rüzgarda dağılmaya meyilli şemsiyezade, bu vuruşlarım karşısında adeta La Resistance adını verdiğimiz kuvvette bir direniş gösterdi. Demek ki kıllığı banaymış. Hakkını verdim ama. Kalıtsal parçalama bağımlılığının farkınaysa, 2 gün sonra da kardeşimin, babamın yıllardır kullandığı, pazar şemsiyesiymişçesine geniş o yağmursavarı yağmurda açamadığı için sinirden paramparça edip getirdiğinde vardım.

* Buraların mevsimler ılıman olsa da havaya güvenip cırıl cılbak gezince bünye cortluyor hafiften. Ufak ufak öksürmeler insanın içini gıdıklıyor, kaşıyamasan da güzel bi his yaratıyor yaratmasına da, tuvalete gidip ayak üstü işemeye gelince durum değişiyor. Geçen sidik torbalarımı boşaltmam esnasında, bi anda gıdıklanma zirve noktası yaptı. Hani ne gelen çişi, ne de hapşırmayı geri gönderebilirsin. İşeme esnasında hapşırma da patladı. Aleti elinde tutarak işemene rağmen kontrol kopup gidiyor tabii. O an 3-4 kişi tutsa anca kontrol altına alabilir. Klozetin içi hariç her yere işedim sağolsun. Bi de öyle bi tazyikle geliyor ki normalde çıkanın 5 katı geliyor bi anda. Tuvalet kağıdıyla üstünkörü sildim yerleri.

* Norveçli balıkçıların elleri nasır içinde kalmış da bu kadar kremlemiyorlar Neutrogena’yla. Benim pederi görün hele. Adam eline krem sürmeye başladıktan sonra saate bakıyorum, 20 dakika o kremi ellerine yediriyor. Elleri bırak, artık ruhuna işleyip, bebek poposu kadar yumuşacık yapıyor. Ben böyle şeylere yine takılmam da kıllığına mıdır nedir başımızda dikilip yarım saat onu yediriyor haşur huşur. Elden garip bi sürtünme sesi çıkıyor.

* Benim için sakal sıvazlamak, bıyık burmak pek bi anlam teşkil etmiyor. Varsa yoksa cücüğümü yiyeceğim. Çeneyi içeri doğru sokup üst dişleri cücüğe cayırt diye geçiriyorum, sonra o vazgeçilmez aromanın tadını çıkarıyorum. Cork cork cork.

* Bu kadınlar adet dönemlerinde kan mı yoksa su mu görüyorlar? Bi tane ped firması da babalar gibi çıkıp, reklamlarında, dayanıklılık testlerinde şu pedin üstüne kan döksün. Bi tuvalet kağıdı firması da reklamlarını kuğu tüyleriyle, bulutlarla, para testleriyle dolduracağına g.tündeki b.ku silen yetişkin bi insan göstersin. Yapın abicim bunları, tüketici gerçekleri görmek istiyor.

* Eskiden, kredi kartının Türkiye’de ilk zamanlarında millet kartı çaat diye çıkarıp dünyaları satın aldığında onlara özenen insanlar vardı. Bu özentiliğin akabinde 70 milyonun kart sahibi olması pek de gecikmedi. Herkesin cebinde olup, kişiyi özel yapma durumu yok olunca insanlar başka türlü bi ödeme biçimine özenmeye başladılar. Bir kağıt vereceksin, onunla ürünü alacaksın ama sonra senden bunun parasını almayacaklar. Ticket tabii yaa. Ailemde hiç amir memur olmadı, haliyle Ticket’ım da. Ara sıra arkadaşlarla yemeğe gittiğimde içime çok oturur. Ben cüzdandan para çıkarıyorum, o babasının Ticket’larını toparlamış, çatır çutur geçiriyor. Olmaz.

Yazı bittiğinde “Jeff Martin – World is Calling“le dünyaya isyanım henüz yeni başlamıştı.

Sevgililer Günü Tavsiyesi: Zarasutra

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

T-Box ZarasutraToplum adını verdiğimiz demet demet yumurta insanlardan oluşan kültür sosyetesinin ne kadar yadırgak olduğunu söylemem, muhtemelen Amerika’yı zilyoruncu kez yeniden keşfetme teşebbüsü gibi bişey olurdu. Ama gelin görün ki, bu yadırgak insan güruhlarımız benimsedikleriyle kalıplaştıktan sonra, o kalıplaştıkları değerlerle bir olduklarını, yani o değerler olmadan yapamayacaklarını sanmaktadır. Bunun en geyik örneğini İstanbul’da yolları ottübüslerle, dolmuşlarla, taksilerle arşınlamaya çalışırken gördüm. Adeta 2 benimsek grup oluşmuş. Vasıta sürenler ve vasıtaya binenler. Ya da isyankarlar (kabullenemeyenler) ve “Kader diyemezsin, sen kendin ettin“ciler olarak sınıflandırabiliriz. 2. kategoride bulunanlar, İstanbul trafiğinin rezalet derecede yavaş ve karmaşık olduğunu o kadar benimsemişler ki, trafiğin akıcı olduğu vakit, artan saatlerinde yapacak bişey bulamayacaklarını sanıyorlar. 1. ihtimal olarak böyle düşünüyorum. Ya da nüfus yoğunluğunun yüzde 90′ının Taksim-Beyoğlu’nda biriktiğini düşünürsek, insanların yola çıkma korkusunun oluştuğunu da tahmin edebiliriz. Buradaki insan sayısı hiç azalmıyor fark ettiyseniz. Hep sabit, ya da artıyor. Bir sebebi var tabi ki. Bu insanlar burada yaşıyor, sürekli başından sonuna, sonundan başına volta atarak, arabaya binmeden İstanbul’da yaşıyorlar. Giren bi daha çıkmıyor. 2 turda bi ayak üstü yeni bi hatunla tanışıyorsunuz mesela. Taksim’de ilişkiniz başlıyor, Beyoğlu’nda bitiyor. Günümüz sabun köpüğü ilişkilerinin bi simgesi gibi. Aşklar bile böyle kabullenilmiş. Geometrik diziler gibi kısalan ilişki sürelerimi düşünürsem, benim için son derece normal kalıyor. Takriben 1 saat.

Kabullenmişlikten bahsediyordum. Taksim’den Anadolu Yakası’na, Kozyatağı arabasına bineceğim vakit bi otobüs kuyruğuyla karşılaştım. Herkes uslu bi şekilde, gıkını çıkarmadan otobüsünü bekliyordu. Bu temponun içinde akşama kadar haşat oluyorlar haliyle. “İstanbul’un düzenli tek olayı, bu otobüs kuyruğu zaar.” dedim. O da olmaz olsun. Gideceğim yere 4 vasıtayla gittikten sonra daşhağıma kadar. Orada emmilerden birine sordum tabi meraktan, “Ne kadar sürer karşıya geçiş.” diye. Adam o denli sakin ve huzurlu bi ses tonuyla söylüyor ki, sanırsınız 2-3 saat, karşıya geçmek için uygun bi süre. Yine yol yapıyoruz diye bi yerleri kırıp döküyorlarmış. Bi de eğleniyor anlatırken, “Yiğenim sen bi de kar yağdı mıydı görecen, 6 saatte gittiydik eve.” İşte, her an direksiyon sallayan dolmuşçular, ottübüsçüler haricinde İstanbul insanının yollar hakkındaki tutumu bu. Son derece memnunlar. 1 günü yolda geçse gıkı çıkmayacak. Bu manyaklığın içinde vasıtadan indim, diğerine bindim, o yetmedi bi başkasına. Ben her türlü eğlenirim, şuraya 2 gün gelmişim, skim daşhağıma denk. İstanbul’u oturduğum vasıtanın koltuğundan panorama gibi izlerim demo babında. Ama bu insanların bu denli koyun kıvamında duyarsızlaşması, siyaset konusunda eline düştüğümüz vampirlerin gelecek vakitte dübürümüze çakmasına inanılmaz derecede yardımcı olacaktır.

Taksim’de modernlik skinin belasına bardakları bile bi ayrı havalı tutan İstanbul insanı, konu seks veyahut cinselliğe gelince kabuğuna çekilmiş tosbağa gibi muhafazakar oluyor. Toplumun böyle bir özelliği var, izole insan sayısı belli bir oranda bulunduğu vakit, diğer insanları da içlerine sindirmeleri çok kolay oluyor. Tabi bu muhafazakarlık, tabulaştırma durumu sadece İstanbul’a özgü bişey değil, her yerde var. Her an, sürekli belli konularda sindirilmeye çalıştığımı kolayca hissedebiliyorum. Bu alenen olan bişey değil, farkedebilmeniz için insanlara sürekli obje gibi bakmanız gerekiyor bazı ortamlarda. Özellikle cafe ortamlarının bu konuda yardımcı olacağını söylememe gerek yok.

Seks diyince herkesin suratı ekşiyor. Sanırsınız ki ben sapığım, etrafımdakiler frijit. Kapıların ardına gelince frijit mrijit tanımıyorlar tabi, çat çut. Laf var, icraat yok derler. Ben bu adamları anlamadım. Ne laf, ne icraat var. Tutturmuşlar bi misyonerdir gidiyorlar. Bi ortamda geyiğine 2 seks kelamı yapmaya görün, etrafınızdakiler peygamber soyundan kesilir. Misyoner pozisyonundan öte yol yok onlara. Takılmış kalmışlar. Ama dediğim gibi, bana da Kasımpaşa. Çocukluktan hatırlarım. Kadınlar, altın günlerinde, hamam toplaşmalarında, nerede belden aşağı fıkra varsa anlatır anlatır kahkahayı basarlardı. Erkekleri zaten bilirsiniz, onların da kendi arasında her gördüğü hatun hakkında fikri sabittir: “Uff şunu bi verecekler bana var ya ne çakarım.” Eşşek sıpasına bakın hele. Toplum henüz pezevenk babalık, mama annelik müesseselerine açık/hazır değil. Yani gelip herhangi bi ebeveyn, elindeki köpeğinin soyunun çoğalmasını istediği gibi kızını teslim etmiyor bu tip abazanlara, Allah’tan. Otosbüsteki yaşı kemale ermiş teyzelerin tiplere bakıyorum gerçi, ufak bi kısmında eline düşen kızları yoldan çıkaracak Aliye Rona potansiyeli var. Allah bu potansiyeli taşıyanlara kız vermesin.

Cima eylemek tabi ki güzel bi olay, fakat toplumun düzen kurallarını, insanların gönül hassasiyetini, bu işin özel, paylaşılan yanını bozmadan. “Çıkar zekeri, çıkar mokarı tokmakla” değil olay yani. Tabi biz, hayatı ne zaman tiye alabildik ki? İnsanlarda hep bi, “Laf etse de, evire çevire pataklasam” durumu var. Ağzını açanın ağzına çarpıyorlar. Ne olursa olsun, her ortamdan geyik çıkarabiliyor olmak süper bi ruh halini yaratıyor açıkcası. Her konuya “A-aa, ne kadar ayıp” denilen ortamlarda, yersiz yüksek dozajda edepsizlik yapmak apayrı keyif. Elden geldiğince ortamı kendine göre uydurmak en güzeli tabi ki. Bi yerden sonra laçkalaşabiliyor.

Yeri geldi mi, ahlakın dibine vuracaksın. Firma ahlakın olacak mesela. Yani etiğin olacak, hizmet anlayışın olacak. Ama firman ahlaksız olabilir pekala, yani fikirleri ahlaksız olabilir. Çünkü insanların buna da ihtiyacı var. Dediğim gibi, çoğu insan hemcinslerinin yanında belden aşağı orjinal espriler yapmak için çabalıyor. 6 tonluk basınçla sıkıştırılmış kutularda elbise satan T-box da yer yer cinsellik ögelerini güzel kullanan bir girişim. Arşimet, “Bana bir kaldıraç verin, dünyayı yerinden oynatayım” demiş. Büyük başarılar elde etmek için elinizde illa ki büyük şeylerin, bulunmaz fikirlerin olmasına gerek yok. Sadece bir zar. Olağandan biraz daha irice ama. Bir yüzünde mekanlar yazıyor, asansör, kütüphane, mutfak tezgahı gibi. Bi yüzündeyse çeşitli seks pozisyonlarının karikatürize resimleri. Zarı sallayıp masaya attığınızda elinize 36 farklı seks halinden biri geçiyor. Pozisyon zenginliği diye buna derim. Zarasutra adını verdiği bu girişim dehasıyla kitleleri coşturacağına eminim. Olaya bakın hele, evvelden biz matematikte bir zar atıldığında kaç defa üst üste 4-3 geleceğini hesaplardık. Günümüzün rejenere olmuş sorusunda ise, “Ali’yle Ayşe mutfak tezgahında kaç kere üst üste doggy style yapabilir?” diyebiliyoruz. İnsanlara bunun geyiğini yapma şansını vermek cesurca, zekice ve düşük maliyetli bi iş.

T-Box’ın sahibi utanmamış, sıkılmamış, insanlar bi nebze eğlensin diye bu zarı üretmiş, enejisini, mizahını paylaşma adına. İster zarı ciddiye alır, üzerinde yazanı yapmak için uçak tuvaletine doğru partnerinle yola koyulursun, istersen de herhangi bi arkadaş ortamında birinden zarı atmasını istersin. Her türlü eğlence vaad ediyor. Alınan tepkiye göre icraatı ciddi ya da gerçek uygulamak elzemdir. Ulan böyle diyorum da, gerçi bizim insanlar da iyi şeyleri öğrenmeye gelince sittin sene öğrenmiyorlar, kötü bişey öğretegör anında yoldan çıkıyorlar. Ben nasıl gidip de bu zarı kullandırtayım insanlara? Her duyguyu dozajında yaşamayı bilmiyolar ki. Mokar manyağı olacaklar ondan sonra.

T-Box’ın Taksim’de şubeyi ayak üstü görmem iyi oldu. İnternetten sipariş etmeyi düşünüyordum bu zarı. Kasa görevlisi Ezgi var orada. “Bi tane Zarasutra istiyorum” dediğimde gülmekten tezgahın arkasında yuvarlanacaktı neredeyse. “Ne kadar sapıksın” dedi. Ah be ablacım, sen T-box konseptine oturamamışsın ki, bulunduğun yer üç aşağı beş yukarı +18 zaten. Her Zarasutra isteyene zenci y.rrağı istiyormuş gibi gülüyorsan, orada pek bi ömrün olmaz gibime geliyor. Kampanya mı vardı, yoksa sahici mi içinden geldi bilemiyorum, “Sana bi zar daha hediye edesim geldi” dedi. Eşe dosta dağıtırız canım nolacak, hayatları şenlensin. Giderayak aldım zarları. Bu zarın, etkileri sayesinde kelime anlamı olarak kulağımdaki ehemmiyetinin zirve noktası yapacağının kanaatindeyim. Buyrun size güzel bi sevgililer günü tavsiyesi. “Uzaklarda arama, çünkü sen içimdesin.” diyebilir mesela erkek arkadaşına bu zarı hediye eden bir dişi.
Yalanım olmasın, yazı bittiğinde “Muscadine – Big Balls” çalıyordu.