This Is Spinal Tap (1984)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Spinal Tap - Break Like the Wind“Let’s do this go go go!” derken bi yandan da ellerimi 30 Ghz frekansında çırparak yazıya giresim geldi. Öyle bi dolmuşum, içinden çıkılmaz bi odaklanma hali mi bilemiyorum. Elleri çırpınca yazı yazmanı engelleyecek aşırı enerjiyi, siyah tişört giydiğinde üzerinde biriken ufak miktardaki kepeği elinin ucuyla silkemen gibi atıyorsun. Tamam ikisini de kıyasladığımızda bunlar insanı yoracak ağırlığı olan şeyler değil, fakat üzerindeki kepekler nasıl kendi saçlarını tırt, dolayısıyla kendini insan içinde cırt hissetmeni sağlıyorsa, ekstra enerji de yazı yazma esnasında bi yerlere tam anlamıyla odaklanmanı engelliyor. Hani şurda yazı yazmam esnasında birisi gelip arkadan el ense çekse hayır demem, direkt güreşiveririm. Bilmez de benim nası bi negatif yükle dolu olduğumu. Geçen arkadaşlardan birine şöyle bi kulunçları sırtı biraz masajlandır dediydim. 2 dakika yoğurduktan sonra “Sende acayip elektrik var, ellerim masaj yaparken çok çabuk yoruldu” dedi. Uğraşmamak için ne şiş yansın, ne kebap mukabilinde bi bahane de uydurmuş olabilir ama enerjiyi ben kendi içimde hissediyorum onun tasdiğine bile ihtiyacım olmazdı. Cızır cızır gözümde şimşekler çakıyor daha ne olsun.

Enerjini yanlış yere harcıyorsun diyenler vardır benim gibilerine. Rockstar enerjisi derler. Rock cidden dinleyici olarak iyilerinden olduğum bi kavram. Ama tanrı bilir, beni bu konuda asla yapıcı bi insan olarak yaratmamış, yaratsa da o hevesi vermemiş. Bi kısmın yemeğin mutfağında çalışırken, diğerinin afiyetle yemesi gibi. Tek vasıf sahibiyim. Ama yaptığını bi yandan yiyenler, yani mangal başında hem yelleyip, hem de közlenmiş patlıcanı mideye indirenler asıl bu işten keyif alanlar. Sene başında kendimi geliştirmek için elektro gitar aldım da, boş fırsat buldukça müzik dinleyip de başka şeylere vakit ayırmaya fırsat bulamadım. Bi gün otururken gökten zembille yetenek inmesini mi umuyorum anlayamadım. Herhalde ani manevrayla yataktan fırlayıp Awesome John gibi dişlerimle solo atacağımı sanıyorum. Belki de gitar konusunda hevesimi kıran şey, dünyada bi çok grubun yaptığından, ortaya çıkardığı müziklerden haberdar olmamdır. Bi andan sonra yapılabilecek her atraksiyonun, her solonun, en dibine kadar kombinasyonuna girildiğini farkediyorsunuz. Bütün türleri birbiriyle kırma yapmışlar, yeni bi tür yaratayım desen yok. Geriye abuk sabuk 3-5 tür kaldıysa, onları da Anında Görüntü Show‘da doğaçlama olarak icra ediyorlar (bkz. Tribünik melodram) Üstünde uğraştığım konularda mükemmeliyeti, ya da yeni bi akımı yaratmayı çok isterim çünkü. Yani gitarı elime alıp Gülpembe ya da Güllerin İçinden çalacak olduktan sonra, emeklere yazık.

Dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarının 65%’ini oluşturan rockçılar -Burada rockçı derken, metalini falanını filanını da kastediyorum- kendilerine tapan yığınla hayranıyla konser esnasında sürekli dirsek temasında olsa da, bunun haricinde konser vakti dışında da takdir edilmek ister. Bunun için her grubun ayrı kendi namını yürütme şekli vardır. Kimisi dünya sorunlarına hassasiyet gösteriyor gibi davranır, bazıları Amerika’da meşhur olan Late Night programlarından birine çıkıp kendini halktan gösterecek bikaç muhabbet yapar. Ucuzluktan ayda bir 4 çift çorap alırım, her birini 1 hafta giyerim der en basitinden. O sırada şovmen, grup elemanıyla ufak dozda dalga geçer ve halkla arasında takdir toplama misyonu tamamlanmış olur. Türlü çeşidi var respekt puanları toplamanın. Bunlar arasında ayağı yere en basanı belgesel DVD’si yapmak olsa gerek. VHS zamanlarında grubun sadece sahne önündeki en iyi performanslarından oluşan derlemeyi sunan belgeseller, pek de uzak olmayan zaman önce bir yeniliğe soyundu. Şan, şöhret, zenginlik yüzünden canına kıyan rock starların bir eseri, çığlığıydı belki de bu. Artık gruplar, belgesellerinde doğa üstü sololar atan robotlar gibi gözükmekten ziyade insanlara ruhunu açmak istiyordu. Mükemmeliyetin zirveye ulaştığı sahnenin sadece bir süs olduğunu bilmelerini istiyordular, çünkü insanların onları kusursuz yaratıklar olarak görmeleri yoruyordu. Sonrasında kavgalarından tutun da, aldıkları psikolojik desteklere kadar sahne arkalarını yayınladılar belgesellerinde insanlara rezil olup olmayacaklarını düşünmeden.

İster inanın, ister inanmayın belgesellerde grupların insani yanına eğilme yeniliğini oluşturan grup ise aslında yok. Spinal Tap‘ten bahsediyorum. Bugün birçok grubun belgesellerini hazırlatırken referans aldığı gruptan. Yaşanmış örneklere sırtımızı dayamayı severken, dünya devleri rock yıldızlarının olmayan birşeye yaslanması çok yadırgatıcı gelebilir size. Metallica’nın bile Some Kind of Monster‘da uyguladığı bir anlatım yapısı, grubun yolunda gitmezliklerini kapsayan, göz boyamaktan çok uzak. Olmayan bir grup bile kendisine bir belgeselle bu kadar hayran edinebiliyorsa biz de yapabiliriz şeklinde ummuş olmalılar. Dünyada genellikle documentary olarak anılan bir türdür belgesel. Bunun haricinde uydurulmuş bir konu üzerine gerçekmiş gibi anlatılan metrajlara ise uydurmalığını belli etme amacıyla mocumentary denir. Mocumentarylerin de en bilindik temelini This is the Spinal Tap oluşturmaktadır. Fakat filmin yönetmeni Rob Reiner‘in filmdeki uydurma kimliği Marty DiBergi‘nin de buyurduğu üzere bu film dört başı mamur bir “Rockumentary” ve ortalığı fena halde sallıyor.

Filmin temel dayanaklarını oluşturan noktaysa çok basit. Sahne performansıyla seyircileri kavuran Spinal Tap’ten etkilenen yönetmen Marty DiBergi’nin, onların hayatının her anını makaraya alıp, onları neyin bu denli tanrısallaştırdığını görmek istemesi. İngiliz hard rock’ının efsane isimleri olacaklarını çıkardığı 10 küsür albümle kanıtlayan Spinal Tap‘i filme almak için çok uygun bir zamandır, zira grup yeni albümü “Smeel the Glove (Eldiveni Kokla)” tanıtımı için turneye çıkmaya hazırlanmaktadır.

İşin eğlencesi de tam bu noktada başlıyor. Bir Sıfırdan yükseliş/Nasıl yaptım? hikayesi değil bu. Bildiğimiz mekanikleri tamamen yıkan, sahte rock idollerini son derece rahatsız eden türden. Bir grubu zirvedeyken yönetmen ile alıyoruz ve yanlış kararlardan, kıçı kalkmışlıklardan ötürü çöküşünü izliyoruz. Sinüzoidal dalganın temsili gibi İngiliz yeni dalganın temsilcileri. Zirveye çıktıklarında başlarına musibet gelsin istiyorlar gibi, farkında olmadan bir basiretsizlik içinde debeleniyorlar ve dibi boyluyorlar. Bütün bu yaşananlar 80′lerin rock gruplarına “Nasıl çöküşe geçersiniz?” dersi niteliğinde. Kibirin insanlığı yavaş yavaş zehirlediğini hepimiz biliyoruz.

Spinal Tap, 80′lerin o rock cümbüşünü her hareketiyle yaşatır nitelikte. Sadece filmin başlangıcındaki grup logosunda N harfinin üstündeki umlautu görmek bile bu kanıya varmak için yeterli oluyor. O zamanlarda olmadık yerlere umlaut koyan gruplar az değildi çünkü. Motörhead‘ten sonra kopup gelen umlaut çılgınlığının bir simgesi bu. Bunun haricinde yiğidin malını doğrudan meydanda gösteren rengarenk, incecik taytlar sahne performansı sırasında niye bu modanın sadece o 10 yıl içinde kaldığını anlamamızı tekrar sağlıyor. Çoğu kişi tarafından erkek müziği olarak lanse edilen bir müziğin, diğer bir kitle tarafından bu kadar heybetsiz görünüme kavuşturulmasını açıklamak pek de zor değil. ‘Rock’ın, içine hatunları da bolca aldığı efemine bir geçiş zamanıydı 80 bloğu.

Rockumentary’miz pek çok anında adına yaraşır şekilde grubun en iyi sahne gösterilerinden uzunca seçkiler sunuyor. Sürüyle izleyici görüyoruz alevli bir şekilde Spinal Tap’e eşlik eden, etrafa kıvılcım saçan. Grup sahne şovuna son derece önem veriyor ve seyirci de bunun farkında. Liriklerin içinde bulunan yüksek dozdaki mizahi unsur ise aslında olmayan bir grubu zihnimizde somutlaştırmaya yarıyor. Turne arası muhabbetlerinden sonra her sahne performansında sizin de ateşiniz daha bir yükseliyor. Sizin ateşiniz yükselip, filmden aldığınız keyif tavan yapmaya başladıkça grubun işleri yolunda gitmemeye başlıyor. Albüm turnesine çıkan ama albümü bir türlü piyasaya sürememiş olan Tap’in strateji hatasının bir ürünü bu. Rengarenk taytlarla erkek olmaktan çok uzak görünen elemanlar, iş albüm kapağına gelince son derece sexist (Cinsiyet ayrımcısı) oluyorlar, yani erkekliklerine sahiplendikleri nadir anlardan biri bu. Boynuna ip taktığı kadına elindeki eldiveni koklatmaya çalışan bir erkek görseli var kapakta ve bu kimsenin hoşuna gitmiyor, kapağa yasak geliyor anlayacağınız. Sonrasında albüm kapağında yaptıkları Beatles – White albüm özentisi değişiklik bizi gülme krizine soksa da gruba kabul etmek istemedikleri kadar hazin kariyer düşüşü yaşatıyor.

Olmayan bir grup hakkında, tanıdığımız gruplardan bile daha fazla bilgi edinmiş oluyoruz sonlara yaklaştığımızda. Bu bir yönetmenin, olmayan bir grubu meşhur yaparak namını yürütme çalışması bir nevi. Diyaloglar kendini havalı göstermeye çalışan rock star balonlarıyla aşırı derecede dalga geçiyor. DiBergi sordukça grubun gitaristi Nigel Tufnel adeta aptal sarışınlar gibi kelimeleri bir saçmalık bualamacına çeviriyor. Gitar çalarak insanların düşü haline gelen bu adamların hepimizden aptal, becerebildikleri tek şeyin ise bu olduğunu, başka bişey yapmaya kalksalar açlıktan nefeslerinin kokacağını görüyoruz. Rob Reiner’ın kullandığı bu itin g.tüne sokma yöntemi, yarattığı grubun sempatikliği sayesinde inanılmaz bir pozitif etki yaratıyor ve grubu günahlarıyla dahi kabul ediyoruz. Reiner film esnasında sadece sanatçılara yüklenmiyor tabii ki. Kartlarını bi yandan da oldukça ağır magazin yapan, müzisyenlere hakaret ederek kendini okutturan basın için açıyor. Film herkesi yaralıyor, ama mizahi yönü bu yaranın hissedilmesini engelliyor. Sarhoş kafaya yumruk yemeniz gibi. Aslında kafanızda bir şiş oluşuyor, lakin acısının farkında değilsiniz, içten, bilinçaltından ilerliyor. Envai çeşit triplere, saçma sapan isteklere maruz kalan menajerleri de unutmuyor yönetmen. Yıldızların dünyasında hiçbir düzenin kendi kendine oluşmadığını gösteriyor bizlere. Görünmez yıldızlar bunlar esasında. Daima arka planda devrilen çamları toparlamaya çalışıyorlar. Ama sakın bunu bir kadının, evi çekip çevirmesiyle aynı kefeye de koymayın diyerek özellikle altını çiziyor film.

Film bittiğinde grup tüm yolunda gitmeyen işleri ve buna rağmen kendilerini sahnede asla demoralize etmeyen tavırlarıyla size gerçekten de öte geliyor. Sonra internet üzerinde grup hakkında araştırma yaptığınızda izleyen milyonların da hemfikir olduğunu görüyorsunuz. Çünkü grup 1992‘de piyasaya sürdükleri gerçek albümle (Break Like the Wind) toparlanarak kurgunun ötesindeki çizgiye geçip, gerçek dünyamızda sahne performansları sergilemeye başlıyor. Beatles, Motörhead, Rainbow, Black Sabbath, Whitesnake gibi pek çok gruptan esinlenerek ortaya çıkmış kurgu bir anda ete kemiğe bürünüyor. Özellikle Live Earth’teki James Hetfield dahil neredeyse bütün gitaristleri bas gitarlarla sahneye çıkarıp Big Bottom (Büyük Kıç) şarkısını çaldırması müzik konusundaki en geyik performanslardan biri oluyor. Dediğim gibi, yarı sahte, yarı gerçek olsalar da müzik dünyasında çoğu sanatçıdan büyük saygınlıkları var.

Bu bol neon ışıkları ile bezeli dünyada neredeyse her müzisyenin 3 aşağı, 5 yukarı yaşadığı bu tecrübeleri biraz daha mizah seviyesi arttırılmış biçimde yaşamak istiyorsanız, müzik dünyasında Fransız ihtilali etkisi yaratıp taytları kıçtan düşüren bu filme bayılacaksınız. Tabi Rob Reiner’in bu kadar marazı tecrübe etmesi için ne kadar sahne arkalarında tozuttuğunu/cozuttuğunu da unutmayın, asıl filmin hakkını ona verin. Sonra grubun Haziran’da çıkacak DVD’sine göz atın. Hiçbiri ikna etmiyorsa aşağıya kesip biçip koyduğum bu ufak sahne izlemeniz için yeterli olacaktır. Spinal Tap is the Best, F*ck the Rest diyerek ara gazıyla rampayı çıkmış oluyoruz. Müzik dolu günler.

Spinal Tap – Gimme Some Money

Spinal Tap – It’s Mach Piece

Yazı bittiğinde “Перкалаба – Теща” çalıyordu.

Bu yazılar da üsttekini andırıyo gibi

 Yorumunu ekle

6 yorum yapılmış bu güzide postaya

  1. Kelle Koltukta Der ki:

    “Aşk pompamı yala” :D
    D minörde aşk pompamı yala deseniz bile insanlar ağlıyor demek ki :D (Bu arada dediklerim videoyla alakalı yanlış anlamayın :) )

  2. sütveren Der ki:

    kepek, güreş, kişisel enerjiden rock enerjisine ordan spinal tap’a uzanan bir öykü. konuya hakim oldugunu anladıgın zaman izlemeden okumanın faydası olmayacak sanırım. bu enerji de nasıl bir adı acaip okunmayan hormon tarafından oluşturulmuşsa :razz: aralara rock dots serpiştirip ilgiyi başka yerlere de çekebiliyor. biçok bkz merak tadında. merak toto’ya kadar varabiliyor.
    spinal tap sanki gevezelikten alakasız bi kavramla çalışmış. ben borat’ı da severım ama ciddiyet göreceli bi kavram farklı farklı kişiler farklı konulara içerleyebiliyor. yanı bı amerikalıya annesıne kufrederek dalga gecme amacı güdersin ama annelik pek cok amerıkalı ıcın degerlı bı kavram degıldir. bu konuda kendilerine çemkirecek çıkmış mıdır mesela?
    hem gitar alcam özgün olcam diye de akdeniz akşamlarına haksızlık etmemek gerekiyor. hala çalamayabilenler var :roll:

  3. Taylan Der ki:

    :evil: toprak en iyi çare.

  4. Deli Profesör Der ki:

    @sütveren Nickin beni bekleme uyku moduna alınmış laptop ya da bekleme moduna alınmış televizyon gibi “Disable for 15 minutes” durumuna getirdi :D
    Valla artık olayın fak yor madır boyutundan çıktım, ben şu Bang Bus isimli müthiş organize araba pompacısı zencilerin yaptıklarına hayret ediyorum. Hangi Amarigalıya para karşılığı seks teklifinde bulunsalar kız ufak bi pazarlığın ardından arabay geçip, işi bitince de imzasını çakıyor. Toplumların esnekliğiyle alaklı yani bana göre hakaret algılayışı :D

    @taylan Bişey mi kaçırdım ne toprağı? Nerdeyim ben? Nası geldim buraya :shock:

  5. Cevval Portakal Der ki:

    Hocam aynı dert bende de var. Sen gerçi benden de azimliymişsin, en azından gitarı alıp bir köşeye koymuşsun. Ben lise yıllarımda kuzenimden bir klasik gitar edinip, 15 dakikalık eğitim sürecinin peşinden sıkılıp Age of Empires oynamaya devam etmiştim. Lise çağımda dahi “Awesome John”u okuduğumda kim olduğunu bilecek kapasitedeydim o ayrı. Ama nedense klavyeyi on parmak kullanırken ritim tutabilen bu eller başka hiçbir yerde ritim tutmayı beceremedi.

    Bu belgeselden habersizdim. Bana benzer bir film olan Rockstar’ı hatırlattı. Gerçi o film de Steel Dragon adında bir hayali grubun hikayesini anlatmakla beraber bu tip ince eleştrilerden, mizahi yaklaşımlardan çok uzaktaydı kör gözüne tombul parmağım kıvamında “şöhret aslında o kadar da iyi bir şey değildir, galiba” gibi kıytırık bir mesaj ile kapanıyordu. Kalanında müzik dinliyorduk, zira grubu oluşturan kadro Jeff Scott Soto, Zakk Wylde gibi taşaklı isimlerden oluşuyordu. Soundtrack albümü de muhteşemdir haliyle.

    Seksenlerdeki o tayt furyası benim fikrimce tabuları yıkma misyonunun bokunun çıkarılması ile doğdu. Hippiler fazla marjinaldi, rock müzik dinleyicisi kadar büyük bir kitle tarafından kabul görmediler. 70lerde ve 80lerde altın çağına giren rock kültürü ise daha amerikanvariydi, hem yırtıcıydıı, hem de aykırı oluşu cazip kılıyordu. Görmemişlerden oluşan kitlenin aykırılığa açlığı maksimum düzeyde olunca doyurmak gerekti; uzun saç, takılar, kahkül, makyaj kesmemeye başladı. Sonunda da ortaya barbi bebek görünümlü, taytlı adamlar çıktı. Şükür, estetiğin de önemli bir şey olduğunu farkedebildirler de devamı gelmedi.

  6. Taylan Der ki:

    dostum deve kuşu gibi sokacan dalgayı toprağa verecen elektiriği diyordum ki kalmışım. saygılar, sevgüler. :grin:

Anlat derdini Marko Paşaya