Arşiv: Eylül, 2009

Düşünmeyi bilemedik bir türlü, tomruk olduk

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Birkaç yazımı takip etmişseniz spoiler verme, katil uşağın kim olduğundan bahsetme gibi hususlarda çekincem yoktur. Filmi olayların başladığı yere kadar değil de, her zaman ucu bucağıyla bütün olarak ele almışımdır. Bu yüzden de genelde bahsettiğim filmi izleyen insanlara hitap ettiğim anlamı çıkarılabilir. Yani madem olanı biteni anlatıyorsun bre deyyus-ül aziz, bu filmi izlemek için bana bi sebep ver ki izlerken senin verdiğin spoilerlar yanında gereksiz bi ayrıntı olarak kalsın denilebilir bu serzeniş hissedarları aracılığıyla.

Film yazısı mı yazmışım o gün, o zaman öncelikle gelmeden önce konuya çalışacaksınız sevgili okurlar. Konu hakkında öncelikle kendi temelinizi kendiniz oluşturacaksınız. Burası üniversite sonuçta, hepsini anlatamam ki, zorttiri zort desem zaman doluyor, sonrası da zaten şu epizotun şu çaptırı felan filan onlar size kalmış işler. Bana sorun mesela, bi incelemeyi, ön inceleme dahi olsa filmi izledikten sonra okuduğumda zibilyon katı kadar daha orgazm oluyorum. İzlemeden okuduğumda “Sununla şunun arasında bi olay örgüsü oluşur”dan başka da bi kısmını pek kapamıyorum, ama hani okumak iyi şeydir, o yüzden izlemeyeceğim filmlerin incelemesini önceden okuyorum. Lakin inceleme dediğimiz şey zaten filmi izleyip izlememize karar vermemizi sağlayacak karar mekanizmamızı harekete geçiren kritik zinciri değil midir? Benim için biraz muallakta kalmış bi durum.

Şu 3. paragrafa gelene kadar dikkat ettiyseniz – ki etmemeniz için öküz olmanız lazım, kör göze parmak sokmuyoruz burda – hep bi alttan alttan film ya da sinema menşeili bi inceleme geliyor mesajı verdim. Tabandan adeta bir göstebek gibi arzı dele dele ruhunuza aktı bu mesaj. Karaciğerlerinizin içinde zilyon tane skindirik hormonun etkisinde asıl vermek istediğim mesajın acı etkisinden arındırılmaya çalışıldı, fakat, evet, bugün kenarda tuttuğum güzide, ender demiyorum bakın, sadece güzide bir Türk sineması parçasını sizlerle paylaşacağım. Biraz önce yukarıda bahsettiğim sebeplerden önce filmi hep beraber izledikten sonra yazıyı okumanızı istiyorum, o yüzden şu an yazı dizgisini ayarlamadım, emin değilim ama sol üst kısımda, herşeyin başladığı yerde Youtube çerçevesine gömülmüş bi video görmeniz lazım. Orada eşşeğin ziki iriceliğinde bembeyaz bi boşluk görüyorsanız, sorununuzu anında çözüp tam kadro kritizasyona tabi tutum hareketine geçmek için makat isimli programı şu linkten anında indirip, ileri ileri next next yes ok diyip kurmanızı istiyorum, akabinde hep birlikte makattan giricez, adeta bi parmak boyu fitilcesine delip geçicez yasaları. Bi kere delmekle bişey olmaz diyip ırzına geçecez o yasaların sevgili okurlar.

Sayfayı F5 tuşuyla yenileyip hem videoyu gösterttirip hemi de bana ekstradan hit sağladığınıza göre artık hazırız.

Facebook jenerasyonun yarattığı “Al gülüm, izle ve gül gülüm, gülmekten yarıl gülüm” mantalitesinin saat başı 250 farklı videoyu kontrolsüz bir biçimde internete yaymasından beri, pek çok kısa film ve benzeri amatör video çekimlerine karşı frijit oldum açıkçası. İnternetin bi köşesinde inanılmaz alımlı bi video gördüm müydü “Ben bunu paylaşırım blogumda” diyerekten kalbimin küt küt çarptığı mevsimler şu an adeta hüzün yapraklarını yerlere sapsarı pespaye yapmış vaziyette. İstiyorum ki şurada hep birlikte konumuz hangi videoysa, filmse üstüne birkaç sayfa yazalım, bana göre en azından her kritiker başına bunu hak ediyor bu videolar. Ama birkaç Facebook bebesinin klavyesinin ucunda elin bebelerine meze oluyorlar, “Puaaaa yharıldmmmm” yorumları alt alta dizilirken aslında o video daha fazla şöhrete değil, daha fazla yalnızlığa ve anlaşılmazlığa erişiyor.

Neyse ki şu vakte kadar elimdeki video en azından bana bu homo ortamında denk gelmedi. Belki de şu an benimle arkadaş olmamış başka denyoların elinde alay malzemesi oluyor, bilmek, hissetmek istemiyorum. Alay malzemesi dediysem, tabii ki şu siteyi okuyan kitle için geçerli olan bi durum değil bu. Kadir İnanır’ın ilk yönetmenlik denemelerinden biri “Ah Gardaşım”dan bahsediyorum. Öncelikle bu filmi başından sonuna kadar izlemediğimi belirtmem lazım. TV’de sıkıntılı bi günde boş boş zapping yaparken Kanal 1′de son 10 dakika civarına denk gelmiştim, ki filmin başını bucağını hiç merak etmeden adapte olabildiğim, belki de filmin mesajının en yoğun verildiği andı bu. Öyle bi anında denk gelmiştim ki, sanki film sadece bu 10 dakikadan ibaretti. Tam anlamıyla kısa film tadındaydı. Tabii ki bu kısmın ilk 2-3 dakikasını izlerken bunu sıradan bi Yeşilçam filminden farksız görüyorsunuz, ama daha önce denk gelmediğim için bir süre izlemeye koyuldum.

Kadir ve Levent İnanır‘ın filmin “namına” saygı duruşu yaparcasına adeta bir “Brother Union” içinde ekmek parası için ağaçları cayır cayır devirdiğini görüyoruz. Etrafta kalın, bembeyaz bir kar örtüsü var, yer yer adım atmayı zorlaştıran cinsten. Sonrasında Kadir ağacı keserken bi an nereden ineceğini mi hesap edemiyor diyelim, yoksa rüzgarın azizliği mi, tomruk üstüne doğru bi devinim hareketi içine giriyor. O anı gördüğünüzde “Ulaa o tomruk düşene kadar 50 kere kaçardı altından” demeniz kuvvetle muhtemel. Ama gerçek hayatta işler o şekilde yürümüyor ki burada yürüsün sevgili okurlar. Lütfen artık Yeşilçam filmlerine bok atmak için mantık hatası arayan bünyelerinizden vazgeçin. Hiç üzerinize araba çarpması gibi bi tehlikeyle karşı karşıya kaldınız mı çok da skimde değil esasında, ama arabadan kaçmak için 5 saniyeniz olsa dahi, şok hali vuku bulduğunda o 5 saniyenizde vücudunuz kilitlenip kendisini arabaya teslim edercesini kımıldamıyor, bu da öylesine bi tutukluk hali, al tabancayı suya sok ateş etmeye çalış, ona benzer.

Levent bakıyor ki abisine bağırıp çığırmasına rağmen tomruk altında kalmış. İşler bi kere yolunda gitmeye görsün, zincirleme şekilde ivedi aksilikler çıkar. Eline elektrikli ağaç testeresini alıp bi kaç kere cihaza yükleniyor ama soğuktan mı desek, yoksa abisinin tomruğu devirmeden önce gövdeye aşırı yüklenip motoru yakmasından mı desek çalışmıyor. Orda durup tornavida takımını açıp onun tamiriyle uğraşacak hali yok tabi, adam ölüyo laaan! Allah’ın sittirettiği ıssız dağın başında son bi depar koyayım diye runaway modunda ötelemeye giriyor kendini Levent yardım amacıyla da her yer bembeyaz. Bi yere gideyim edeyim dese, gardaşının götü donacak orda.

Şu anlattığım kısmını izlerken kavrayamamıştım mesela iyi amaçla yaptığını, dönüyor gardaşının yanına, başlıyor nefetini kusmaya, “Dahası var, öyle ki şu tomruklardan, şurdaki karlardan soğuktan beter.” “Sen buralarda tomruk altında kıvran, senin avrat benim altımda aylar boyu meşgullerde kızak oldu bi o yana bi bu yana kaydırdım” diyor. “Dahası, bunca vakit kendi tohumun sandığın çocuk bile benden düşün artık karına ne zamandan beri kaktırdığımı” diyince artık Kadir tomruğun altında UFO’nun InfraRed ısıtıcıları misali domates rengine bürünüyor öfkeden. Şuradaki muhabbeti dinlediğimde itiraf ediyorum “Öeeeh, klasik bi o onu skertti, öbürü diğerine tokuşturdu muhabbeti” diyordum. Yıllarca filmlerin haslarını izlemem şuradaki mevzuyu anlamam için hiçbir katkıda bulunmamış meğerse, öğrenecek şeyin sonu yok diyip devam ediyorum. Her neyse, Kadir intikam ateşiyle tomruktan çıkmak için öfkesiyle kavrulurken, bu bizim elemanları kurtarmak için arayan elemanlar havaya iki el sıkıyor, bakıyorum Levent’in suratı gülüyo o da havaya sıkıyo bulunmak için. Yani adam havaya sıkmasına rağmen oradaki hareketin iyi niyetli olduğunu anlamayacak kadar öküzmüşüm ya, sinema izlemeyi o an bırakmam lazımdı. Hayıflanmadan edemiyorum kendime.

Kurtarıcı ekip bunların yanında bitiverip kardeşi dahil hepsi birden el atıp da Kadir’i çıkardığında, Deli Kadir’in gördüğünüz üzre yaptığı ilk iş gardaşını kevgire çevirmek oluyor piştovla. Mıhlamaya dönen gardaşı yere yığılırken, “Nedeeeeeen?” diye haykırıyor yanındakiler ağlamaklı. “Karda kıyamette sen donmayasın, nefretinle güçlenesin de bizim yardımımıza kadar hayatta kalasın diye bunu yaptı kardeşin” diyorlar. Adama nası anlamazsın böyle olduğunu diye soruyorlar bi de. Ulan ben burda skim daşşağıma denk izlerken anlamamışım, Deli kadir ölüm halinde nası düşünsün öyle bi amaç olduğunu, hadi diyelim düşündü bu sefer öfkesi dinip ölmez mi bu adam? Adam ayağa kalkar kalkmaz uzanacağı kolaylıkta yere silah koy, sonra adam 3 el ateş ederken sağa sola kımıldatmadan, elinin titremesini engelleyerek direkt hedefe yönelmesini sağla, ondan sonra nedeeeeen diye ağla. Kadir işte, bizim bildiğin deli ormanlı, filmleri değişse de tez canı değişmiyor. Otur bi dinle değil mi kadir kıymet bilmez Kadir? Sonra al bi de kendi kafana sık, ne kıymeti kaldı?

Kafaya sıkmadan önce kendisi de yakınıyor zaten. “Bize düşünmeyi öğreten olmadı ki, ağaçları, odunları kese biçe biz de apayrı bi tomruk olduk, sandık ki hayatta herşey ekmek parasının peşinden koşmak. Bazı erdemleri anlayamadık, bazı insanları tanıyamadık, güvenmeyi öğrenemedik, dinlemeyi bilemedik” diyerekten yakınıyor. Bu vakte kadar boşuna yaşadığını farkeden çoğu insan gibi kafasına sıkıp da kardeşine karşı diyetinin bir kısmını ödüyor.

Sinemamızda kolay kolay rastlanır türden bir 10 dakika değil bu açıkcası. Artık işin kolayına alışıp hikayesini pişkinliğe vurmuş birbirinin benzeri otomasyon ürünlerinden hiç değil. Ki bi filmin içinde bi ters köşeye yatırma çabası varsa, o film üzerine kafa patlatıldığını bilip her türlü saygı duyarım. Bana göre Türk sinemamız üzerine örnek olarak gösterilecek bir 10 dakika bu, hele ki yıllar geçtikçe genç yönetmen adaylarının yüzüne bakılmaz filmleri ülke çapında gösterime soktuğunu gördükçe. Şu anları biraz yönetmen makyajıyla bir Ingmar Bergman kılıfına bile sokabiliriz, ama diğerleri için hiçbir umut olduğunu sanmıyorum, zira görüntü eksikliği yanında anlatım dili de bomboş filmlerin çöplüğüne dönüyor ülkemiz sineması. Halbuki başkalarının filmlerine özenmeyi bir kenara bırakıp, kendi düşüncelerimizi makaraya aktarmaya çalışsak?

Yazı bittiğinde “Александр Пушной – Britney” çalıyordu.