‘ Oyun ’ Mevzubahis Arşivi

Atalarımızın Yaprakları: Plants vs. Zombies

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Plants vs. ZombiesTarihin her gün (Oxi Action’la) çitilenmesine rağmen bir parmak leş gibi toz tutan iğrenç, kan gövdeyi götürmüş sayfalarında birbirlerine alerji kapan ırkların savaşlarından, birbirlerine görünümlerinden dolayı tiskinti duyan ‘tür‘lerin savaşına kadar geniş bi portföy var. Öldürülen canlının vücudundaki kan rengine bağlı olarak farklı tonlarda oluşan hudut çizgileri tarih sayfalarındaki bir parmak tozu ağzımızı ‘333 (Also known as: Çemçük ağız)‘ pozisyonuna getirip hohlayarak temizlememizi istetecek merakı oluşturmaktadır. Ama sabıkası bu kadar kabarık türden, bakkal defteri tabiatında karmaşık olaylar listesinde gözden kaçan, zamanında hak ettiği seyirci desteğini alamayan, bu yüzden sepetlenip hafızadan sildirilmeye çalışılan kavgalar var. 68 kuşağı gibi dirayetli kuşaklar bile keşfedememişken ben keşfettim sevgili okurlar.

Toplumların vicdanına asırlar boyu genlerle bir kara leke olarak işleyen bir kavgaydı bu. İyi taraf kendisini açık açık belli etse de, kötü olan tarafa da “Bunu neden yaptın?” demek insanın yüreğini kezzap içinde 2 saat bekletilmiş takma diş kadar sızlatırdı. Bilmiyorum düşündünüz mü, mezarlıklar neden evimizin kapısının önünde değil de, genelde şehir dışı lokasyonlarda yerleşke edilir? Ruhani bilinmezliklerden fellik fellik kaçtığınız için bunu tabii ki bilmiyorsunuz. Ama zamanında bizim için yapraklarını, gövdelerinden geçen turgor basıncını harcayan, sararıp solan binlerce bitkisel yaşam oldu, bitkilerin yaşamı oldu. Bu büyük savaş, kendisine yeşil rengi veren klorofil sayesinde ruhumuzu oksijen ile doldurup taşıran bitkilerle, mezarlıkların ruhani olmasa da kemik torbası liderleri olan zombiler arasındaydı. “Hak verilmez, alınır” mottosunun peşinde yıllar boyu gündüz demeden, gece diyip mezarlarından fırladıklarında, sırf bu amacı gözeterek insanlara saldırdılar. Her zaman, olmayan beyinlerinde bir tek istek vardı bu otomatiğe bağlanmış denyoların: Şehir merkezine ulaşıp, oradaki toprağın içinde yaşamak. Sonuçta topraktan fırlayıp da “Öeeeğğüüeee, braaains” diyen bi garabeti mantığımız ölü olarak kabul edemez. Şehir merkezinde alışveriş mekanları, sinemalar, barlar, ganyan bayileri ve bunun gibi pek çok keyifli mekan olduğunu bilirken, sessiz bi şekilde dağ başında, s.k kadar tabutun içinde inzivaya çekilmeyi kabul edebilir misiniz?

Nitekim onlar da kabul etmedi. Savaşlarını, amaçlarını hiçbir insan evladı anlamak istemedi. Savaşlarını anlamak istemeyen insan evlatlarının o beyinlerini boşuna kullandığını bilen zombiler de, beyin hak etmeyen insanların kafataslarını çıtır çıtır mangalda dahi kızartmadan yediler, çiğ etin lömbür lömbür mideye oturacağını bilerekten. Siz, insanın egosunu besleyen öküz saçması Hollywood filmleriyle, zombi ırklarını yok edenlerin, ellerindeki mermisi bitmek bilmez pompalı tüfekleriyle 2-3 kişiden oluşan aptal insan güruhları olduğuna inandınız. O zamanlardan bilinen pek çok gerçek, bazı şahısların işine gelmemesinden ötürü tarih defterlerine yanlış kazındı, çarpıtıldı. İşin gerçeğine dönmek gerekirse, bu savaşların her anında ırkımızın kıçını kollayan tek türdü bitkiler. Kendi meyvelerini, yürekleri yana yakara ölü canların üstüne fırlattılar, kaktüsler iğneleriyle, koçanlar mısır taneleriyle saldırdı. Ama meyveli, ama meyvesiz, bütün bitkiler bu savaşın içinde kıçımızı kolladı dostlar, zombilerle dertleri olmamasına ve insanlığın onlara hiçbir faydası dokunmamasına rağmen. Çünkü onların rengi yeşildi ve sadece kendi mekanları olan toprakları delip de yukarıya fırlayan zombilere karşı sinir sahibi olabilirlerdi.

Zaman çizelgesini incelediğimiz zaman hektar hektar ormanlar arasında nektarlarını korumaya çalışan kayısıların 1217 Dimes Harbi‘ni görüyoruz. Canhıraş bi şekilde ön cephelerde ayak altında ezilip, hoşaf olan pek çok kayısı oldu bu savaşta. 1452 yılına geldiğimizde ise Zehirli Mantar Cephesinin müdahil olduğu 1. Çayırbaşı Savaşı ve diğer cepheyi koruyan kaktüslerden oluşan 2. Çayırbaşı Savaşı‘nı görüyoruz. Bitkiler nasıl olsa kımıldayamıyor diyerekten 100 senelik zaman zarflarında tekerrür eden savaşların bitkiler açısından defansa dönük, canına tak ettirecek son versiyonu da Çamdibi Harbi olmuştur. Bu savaşın ardından tüm karasal ve denizsel gücünü insanlar aracılığıyla saksılara doldurtan bitkiler dev karmasını toplayıp Zincirlikuyu Kuşatması’nda zombilerin kökünü kurutmuş, geriye kalan aman dilemiş birkaç zombiyle ise Dülgerboyu Mütarekesi’ni imzalamıştır. Bu anlaşma zombilerin bundan kelli şehir merkezi dışında yerleşim birimleri oluşturmasını öngörüyordu. Şehir içine girmek isteyenlerin ise vize ve pasaport gibi birtakım işlemlerden geçmesi gerekiyordu. Böylece dökük yapraklar ve parçalanmış kollar, düşen burunlar içinde büyük 500 Yıl Savaşları sona erdi.

Hollywood kazığı kendine yontup, insanların şişen egosunu daha da kabartmak için galibiyeti her zaman insanlığa mal etti. Tabii ki bu güzel dostlarımızın saksıyla Zincirlikuyu’ya götürülmesinde büyük emek sahipleriydi, ama sorun bakalım, bir gün isyan edip bu zombilerin mezarlarına işeyeni oldu mu? Tam aksine koskoca ormanları bi kibritle yakan insanlara tanık olduk bu savaşlardan sonra. Köy korucularının arasında dolaşan söylentilere göre bu yangınlar gece vakti gizlice toprak ihlali yapan zombilerin ellerinden çıkmaktaydı, ama insanlığın ne kadar anasının gözü, arazi edinmelere doymayan bir puşt olduğunu biliyoruz.

Yıllar içinde bunca kapışmanın gizli kapaklı tutulduğuna kayıtsız kalmak istemeyen PopCap Games bu işe el atmakta gecikmeyerek vefa duygusunu 500th Anniversary çerçevesinde “Plants vs. Zombies” oyunuyla göstermiş oldu. PopCap Games ufak boyutlu, bilgisayarı kastırmayan, bilgisayar başına oturulduğunda 1 saat oynanan, ama 1 yıl boyunca oynanan, oyuna başlamanızın 2. yılında ise o oyunu anlamadığınız bi sebepten günde 5 saat oynamanıza sebep olan bağımlılık yapıcı oyun firmasının adı. Casual Games adını verdiğimiz bu oyunları zenginlerin elinden alıp, halkın kullanacağı maliyete getirmek için zamanında büyük anlaşmalar ve indirgeme çalışmaları yaptılar. Görüldüğü üzere başarılı olan herkesin savaşı vardı ve PopCap Games bu savaşlara fazlasıyla duyarlı.

Dünyanın en çok ses uyandıran olmasa da en büyük kayıpları verdiren bitki-zombi savaşının ardındaki gerçekleri bize yaşatmak için epey uğraştığı belli ekibin. Taslakları oyun metni olacak hale getirene kadar 827 ansiklopedi araştırmış ve aralarından 7625 sayfa ayıklamışlar. Storyboard aşamasına geldiklerinde ise savaş konusunda esneklik sağlayacak saldırı stillerini üretmeleri yaklaşık 629 günlerini almış. “Bu oyunu yaparken yaklaşık 287 milyon dolar zarar yapmamıza rağmen ahde vefa duygumuzu göstermekten ötürü vicdanımız rahat” diyor Boğaç Torlak. “Ufacık sabi sübyan fidanların yapraklarının tek tek koparıldığını, güllerin yapraklarının koparılıp, elin bi avucunun yuvarlatılıp üzerine koyulması suretiyle diğer elin ‘Nasıl koydum amaa’  hareketiyle vurmasıyla ortadan delinerek şaklatıldığını, aynı zamanda çimene basarak yürüyen zombiler gördüm. Savaşın belki de ne kadar berbat bişey olduğunu gösteren en önemli sahnelerdi bunlar. Fakat bizim klorofilli kahramanlarımızı bu denli savunmasız şekilde gösteremezdik. Zombileri nasıl ske ske yendiklerini göstermek ve oyunu çocukların da oynayabileceği şirinliğe taşımak için karakterleri pastel tonlara taşıdık.” diyerek oyun hakkında çok önemli bilgiler vermeyi de unutmuyor.

Oyuna başladığımızda savaşların ilk zamanlarındaki daha hafif kayıplarla bitenlerini tekrar ediyoruz. Günlük güneşlik bir bahçedeyken gün ışığı üreten bitkilerimizle yeni bitkiler oluşturup savaş hattımızı düzenliyoruz. Fakat sonlara doğru savaş adeta bir kördüğüm yumağına ve kör dövüşüne dönüştüğünde mükemmel taktik dehası stratejilere girip, arazimizi korumamız gerekiyor. Zira her bölüm geçişimizde elindeki ölü toprağını yetersiz bulan zombiler, daha büyük bir kara ve deniz kuvvetiyle üstünüze doğru geliyorlar. Başlangıçta oyuna 2-3 bitkiyle başlarken Adventure Mode sırasında her kazandığımız savaşın ardından daha özel stratejiler oluşturmak üzere yeni bitki çeşitleri kazanıyoruz ve bunlar savunmamızı daha kemikleşmiş yapıya kavuşturuyor. Bitkilerin çeşitli oluşu, zombilerin de çeşitli oluşunu gerektiriyor ne yazık ki. Michael Jackson’ın Thriller yapıp etrafında dans eden dört tane zombi çıkaranından, gazete okuyarak size saldıran, gazetesini yırttığınızdaysa inanılmaz bir hiddetle gözleri kan çanağı içinde üzerinize sizi yemek için koşturan zombiler var. Kiminin saldırı hızı yüksekken, kimininse dayanıklılığı fazla, ama yavaş. İşte bitki stratejisini de üzerinize gelecek zombilere göre ayarlıyorsunuz.

Oyunu oynadıkça daha fazla uzadığını farkettim ben. Adventure modu bitirerek zombilerin köküne kibrit suyu sıkmamın akabinde Puzzle, Mini Games ve Survival modları olduğunu farkettim. Bi de Zen Garden ski açıldı başımıza sonradan. Hepsinden ufak tefek bahsetmek gerekirse Zen Garden, savaş sırasında hediye paketinde bulduğunuz bitkileri yetiştirip, onların ürettiği paralarla teçhizat alıp daha kuvvetli bitkiler yaratmanıza önayak olan önemli bi bahçe. Buraya günaşırı girip bitkileri sulayıp paraları topluyoruz. 60 yaşına gelmiş ihtiyarlar hep böyle hıyar ekip, muz yiyeceği bi bahçe ister ya, onlara bu oyunu vermek lazım. Puzzle modunda vazoları kırıp, içinden çıkan zombileri öldürürken, Survival modda daha uzun süren zombi bitki savaşlarında bayrağı göndere çekmeyi hedefliyoruz. Mini Games ise oyunda size en çok keyif veren bölümlerden. Zombilere empati kurmamızı sağlayan bi bölüm var mesela. Elleriniz mousea gidecek kadar vicdansız mı bilmiyorum, bu bölümde zombilerle bitkilere saldırıyoruz. Bir başka bölümde ise akvaryumdaki zombileri besliyoruz. Kimi zaman görünmez zombilerle savaşıyoruz. Bölüm çeşitleri PopCap Games’in diğer oyunlarının Plants vs Zombies’e entegre edilmiş hali gibi. Savaş yapısı, internette oynarken yine bayağı zaman kaybettiğimiz Tower Defence oyunlarının stili üstüne kurulmuş vaziyette. Bitki upgradeleri ve modifikasyonları, ileri bölümleri kazanmanız için kullanmanız gereken taktiklerden.

Henüz sonuna varmasam da bu dünyada hepimizden evvel var olan atalarımızın, biz var olalım diye ne denli meşakkatlere, ne denli aşağılık zombilerin tırnaklarının altına girdiğini görünce gözümden bir damla yaş geliyor. Elime aldığım su kovasıyla koştuğum gibi Gülhane Park’ına gidiyorum ve bitkileri şefkatle sular iken şu sözler geliyor aklıma: “Ben bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Park’ında, ne sen bunun farkındasın, ne zombiler farkında…

DOWNLOAD: PLANTS VS. ZOMBIES

Yazı bittiğinde “Airbourne – Girls in Black” çalıyordu.

Zenci Koyun: Sven Bomwollen 004 XXL

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Sven Bomwollen“Düşünme,
Arzu et sade!
Bak, böcekler de öyle yapıyor.”

Sade böcükler öyle yapsa iyi be Orhan’ım (Veli). Senin zamanındaydı düşünen pasifist Atlas Okyanusu sakinleri. Böcekler hisli hayvanlar vesselam, arzu eder etmez partnerini bulup soyunu ürüttürüyor, hayvanlar desen k.çını koklamaya başladıysa sana bile basar yani o derece. Ki eril köpek besleyenlerin diz kapaklarının düzülmekten ne denli laçka olduğunu diğer laçkalaşmış, diz kapaklarının yağlanmaya ihtiyaç duyduğu dişi ve erkek köpek sahipleri bilir. Bu da garip bi mevzu esasen. G.tteki dışkıları koklayarak dişisine arkadan cinsel saldırıda bulunacağını bilen köppoğlu köpler, mevzu senin dizine gelince cinsiyet ayrımı gözetmeden iki ayak üstünde çeşit çeşit şekle şemale kayıkayıveriyorlar. Bu durumda diyebilirim ki, sevgili diz kapaklarımız tam anlamıyla toplu mekanlarda saçını sağa sola salıyan şuh kadınlarımız kadar fettan, onlar kadar femme fatale‘dir.

İnsanlar bu itlere nazaran daha bi beyni belleği yerinde kelle kabuğuna sahip tabii. Bu denli tehlikeli ve herşeyi kısıtlayan zekalarının bulunmasından ötürü de pek bi şikayetçi olmak yerine onun olmadığını varsayıyorlar. Birtakım kaçış yolları var mesela zekalarından. Nedir bunlar efendim bakınız, astroloji adı verilen öküz, geyik, sığır ve türevi hayvanların bünyesel ve iç dünyasal yapılarından çıkılarak girilen bir takım eylemler. Günlük astrolojinin içinde geçen “Bugün bunla, öteki gün şunla sevişeceksiniz.” cümlelerinden bahsetmiyorum esasında. Benim asıl odaklandığım nokta burada kullandığımız hayvanlar. Yani bi kadının “Boğa erkekleri çok vahşiii oluyooor” cümlesini edinecek kadar tecrübe sahibi olabilmesi. İşimiz astrolojiye kaldıysa erkek popülasyonu olarak mutluyuz ki, hayvanların ve simgelerin heybetini öğretecek kadar bol bol bel gücümüz, güdümümüz var diye düşünüyorum. Etken, ettirgen, tutturgan derken hepisini oluruz da, edilgen hep karşı cins sahibi olur.

Bakınız hayvanlar, böcükler arzuluyor dedik, olayı boğaya, sığıra bağladık. Bu durumda astroloji tablosunun kadınsı kıvrımlarından da birkaç metaforu yakalamamızın akabinde kadın aşığı görünümde belki de bir kadın avcısı olduk. Kah astrolojiyle ilgileniyorum ayağına yanımızdaki hatunizadenin aslında sadece gay friendi olarak düşündüğü bir kişi, gerekse tarottaki istikbal panzeri olduk onun için. Açcası ve seççesi bu hayvanlar hep biz olduk. Amma ömrümüz boyunca sabit bi hayvan olduk. Kırk yıllık katranı şeker ettirebilme olasılığımız olmadı.

Ama tavşanlar gibi sevişip, bakınız mevsimlik de değil, an be an nüfuslarını çoğaltan çekik gözlü alem yaşargaçları Çinliler zekerlere doyamadı. Adamların durmadan yılları değişiyor hayvanatlara, sakatatlara endeksli. Tavşan yılının, ejder yılının ve bilimum çeşitli yılların tesadüfen yerine geldiğini sanmıyorsunuz sanırım. Adam ömrünün bi kısmı ateşli geçsin istiyor, ejder yılına atlıyor. Tabi kıçını kaşıyarak teknolojiyi takip eden bir babun uygarlığıymışçasına şaşkın kalmıyoruz biz de sevgili okurlar. Onlar fındık kadar beyin kabuklarıyla, dünyayı güzellik kurtaracak nidaları altında birbirlerini pompalayıp, grup seks organizasyonlarıyla rekor kırıyorsa, ah şu biz seksomanyak Türkler diyorum, hiç bu fırsatları krize çevirmez mi sorarım size.

Dikkat ederseniz günümüzde ülkemiz civarında sekse biz normal insanlardan düşkün fotoğraf makineli, genç yetenek Arda’nın ne naneler yediğini izleyen abazan meslek sahipleri var, magazinciler. Hayatlarında takip edilesi bi damızlık aramaktan sıkılmışlar, yeni yeni adet getirmenin derdine sokulmuşlar. Bakınız, çok da uzak olmayan bir yakın zaman dahilinde doğum tarihlerimizi bir internet sitesine yazıp, hangi Çin hayvan burcuna sahip olduğumuzu gördük. Bu hayvanî bi dayatmadır sevgili okurlar. Bu, hayvanı dayatmadır. Ömrümüz boyunca hep bi hayvan olmuşuz, istiyorlar ki süperkahramanlar gibi 2-3 hayvan olalım, vurduk mu devirelim, tuttuğumuzu götürelim. Bunu istettiriyorlar, çünkü yabancı güçler tarafından finanse olmakta bu şurekalar. Sanıyorlar ki topraklarımız belli bi doluşum sığasının, kapasitesinin üstüne çıkınca denize çökecek, biz de bu vesileyle yüze yüze Çin’e gidip 1 milyon Çinli ile tuttuğunu götür festivalinde şehvet manyağı olacağız. Ki bu hesabı yapılmış bişeydir. Şu ülkede 3 çocuk yapılması istenmesi çok hassas bi hesaptır. Ucu ucuna geliyor desem yalan olmaz. Arasında 20-30 tanesinin kolu-bacağı eksik doğsa olmaz yani. Bu yüzden pompalara gelmeyin, kondomunuzu kullanıp Red Hot Chili Peppers üstadın buyurduğu gibi Save the Population diyin.

Hayvanı olsun, böcüğü olsun böyle bi genişlemeden bahsetmek mümkün değil ama. İstedikleri kadar üresinler, daima bi üst mevkileri olduğu için sayıları ekoloji sisteminde sabit kalıyor. O yüzden ne zekaya, ne de öyle zige daşhağa takılan muşambai plastiklere ihtiyaçları yok. Tatmin ustası zenci koyunumuz Sven Bomwollen da işte bu yüzden bir efsane. Siyah rengiyle bir zenci koyun versiyonu olduğu her halinden anlaşılan Sven’in oyun boyunca misyonu biz Beyaz Türkler kadar beyaz olan koyunları çeşitli pozisyonlarda düzmek olsa da sokaklarda Mart ayında düzüşmeye çalışan kedilerimiz kadar kafadan aşağıya dökülecek kaynar su tehditi altında.

Adım başı koyun içinde bulunmanın saadetiyle “Ona mı aksam, buna mı?” sorusunun etrafında pek de dolanmadan belli bi sırayı ve stratejiyi takip etmek gerekiyor. Ne de olsa siz koyunları çeşitli pozisyonlara sokarken siz zenci koyunu, her kovulduğunuz, hakir görüldüğünüz ortamda olduğu gibi kovmaya çalışan bi eli zopalı var. Kimi lokasyonlarda bi çoban köpeği sürüyü kollarken, kimi bölgelerde ise Heidi’nin büyükbabasına benzer derecede bi kıllılığa sahip yaşlı sürü sahibi var. Bunun haricinde buna benzer kollayıcı insanların sayısı da ekseriyetle artıyor ve abazanlığınız başına vurmuş bi şekilde nereden girsem de şu koyunu fikfik manyağı etsem diye çıkar yol düşünmeye başlıyorsunuz. Zira süreniz kısıtlı ve becerdiğiniz koyun başına süreniz artıyor. Tabi koyunların getirileri ve götürülerinin de olduğunu söylemek lazım. Bazı koyunları belli bi süre içinde tatmine erdiremediğiniz vakit kudurup üstünüze saldırıyor ki, bu nerden baksanız 10 saniye zarar demek. Zamandan tasarruf amaçlı en büyük strateji ise önce koyunun yüzüne bakıp, ıslık çalıp sonra bafilemeye başlamak yerine direkt koyuna arkadan dalmak.

Koyunlarla ortamın tek zencisi olarak ilgilenmek gerçekten büyük eğlence kaynağı. Her cinsel girişiminizde şehvet arayışı içindeki dişi koyunlarımızdan farklı tepkiler alıyorsunuz. Bayağı bi pozisyon zenginliği var yani. Deri maskesini alıp, elinde kırbaçladığı pozisyon bile var, gerisini siz düşünün artık. Bir de tepesinde demlik şeklinde simgesi bulunan koyunlar var. İşte bunlar oyunun ekstra keyif noktaları gibi bişey. Arkalarına vagon babında girdiğinizde normal bi bafiden çok daha fazla uğraşıp, belki de terler içinde kalıyorsunuz. Ama etrafınızdaki köpekten ya da çobandan dayak yemeden işinizi gördüğünüz vakit bu koyunlar sizin yeni pozisyonları belinize, belleğinize eklemenizi sağlıyor. Ki böyle böyle, ileride hangi pozisyon çıkıp ne şekilde güleceğim derken, bayağı bi ilerlemiş oluyorsunuz. Dişi koyunların çıkardığı sesler ve yer yer çıkan gıcırtılar ise oyunun duyargasal işlevini zirveye taşıyor. Oyunda işinizi kolaylaştıracak, zorlaştıracak çeşitli objeler de cabası. Sven bu, tuttuğunu götürüyor dedik, demedik değil. Etrafta koyun harici tavuskuşu, uzaylı, tosbağa, köstebek, kedi gibi bir canlı spektrumu var. Ve tahmin edeceğiniz üzere Sven bir varlığı düdüklemesi için nefes alması yeterli. Haliyle diğer canlılar da Sven’in tatmin dolu tokmaklarından bonus dolu nasiplerini alıyorlar.

Her ne kadar belli pozisyonlar, modlar ve obje/canlı çeşitliliğiyle oyunu uzun süre oynattırsalar da, bi yerden sonra aniden sıkılma duygusu bastırabiliyor. Zaten o noktaya gelene kadar da yüzlerce koyun ve nefes alıp veren yaratık tornadan geçmiş oluyor ve daha öte bi tatmine ulaşamayacağınızı da biliyorsunuz. One night standlerin değil, uzun süreli monogamik ilişkilerin adamı olmalıyım havasında, gözleri kısık bi şekilde elinizdeki son tatmin Malbuşuyla uzaktaki şehir ışıklarının ışıldamasına dalıp gidiyorsunuz, son kez. Daldaşhak hem de.

Bu, adeta Sven Bomwollen’ı bilgisayarına indirmeni sağladığın bi linktir.

Yazı bittiğinde “Beatallica – Alle Sie Bedarf is Blut” çalıyordu. Bu şarkı serisinin de esprisini anlatacam bi ara.

Kafana Ottururum : Super Mario War

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bu aralar, nedendir bilirim, dikkatimi hiçbir şeye tam anlamıyla odaklayamıyorum. Ne ile meşgul olursam olayım sürekli aklım bir başka işte kalıyor. Mesela bu aralar bilgisayar üzerinde e-ticaret olaylarıyla aşırı uğraştığımdan ötürü abonesi olduğum dergileri tam olarak okuyamadığım geliyor aklıma. Bişeyleri okumaktan mahrum kalmak cidden büyük bi ızdırap. Beynimi dağlasalar daha iyi. Akşama kadar mikrodalga sıcağının ortasında şu aletin başında debelenirken sürekli evde bitirmem gereken dergileri düşünüyorum. Aslında sanırsam bu tür şeyleri sorumluluk haline getirmek insana ayrı bi ızdırap haline geliyor. Zevk için yapılan şeyleri bu janra sokmak yedi ölümcül hatadan biri olmasa da öldürmeye ortam hazırlayan hatalardan biri diyebilirim. Gözdeki alerjiyi körüklüyormuş bilgisayar, tohtur bey öyle diyordu. İlk dediğinde içimden “Sktir lan eşşek doktoru” demiş olsam da zamanla Vehbi’nin kerrakesi benim yanıldığımı gösterdi. Gözler yana yakıla bir yerlere bakmamak için çırpınıyor, ama eziyet edip okuyorum. Sonuçta bir sonraki ayın 29 civarına kadar mühlet var. Dergi aboneliği de ayrı bi eziyetmiş, normal piyasaya iniş süresinden 2-3 gün önce elinizde oluyor. Bu sefer dergiyi okurken, blog geliyor aklıma. Sallıyorum, Profondo Rosso‘nun incelemesini okuyorum, aklıma başka bi konu geliyor, bu sefer bloga ne yazacağımı düşünmeye başlıyorum. Ama gözler bi yandan satırları tek tek geçiyor dergide. O anda kendimden öyle bi geçiyorum ki, ne dergiye ne de yazacağım yazıya odaklanabiliyorum. Elde blogla ilgili birkaç fikir kalıyor. Dergideki yazının sonuna geldiğimi görüyorum, lakin o yazıdan hatırladığım çok az yer var. Yüzüme gözüme su çarpıp, buzdolabından çıkardığım buz gibin alerji damlasını sıktıktan sonra, mühim olduğunu düşündüğüm için tekrar okuyorum. İnsan alışıyor tabi, nelere alışmıyor ki. Sadece belli periyotların üzerinde geçiş aşamalarının ağırlığını biraz hissetmek gerekiyor. Ondan sonra bütün işlerini o anki mevcut durumun rutinine uyduruyorsun. Zaten kolsuz bi adam oturup ayaklarıyla takır takır gitarda “Mary Jane’s Last Dance”i çalıp söyleyebiliyorsa böyle eften püften şeylere yakınmayıp, halimizden memnun olmamız lazım.

Dikkati toparlamam gerektiği zaman, bilgisayar başında çalışırken 5-10 dakikalık mola veriyorum. Önceden belleğin içinde hazır tuttuğum, kolay oynanımlı, aleti edevatı kasmayan oyunlar oluyor tabi. Makinede Half Life 2 Episode 1,2 ve buna benzer oyun dünyasının şaheserleri de yüklü. İş güç olmasa biz de biliyoruz bunları açıp oynamayı. Büyük bi iştahla kurduğum bu Orange Box pakedi arasından sadece Portal‘ı oynamıştım, o da kısa süreli olduğundan ötürü, bilgisayar başına bağlama gibi bir sorunu olmadığından. Oyun oynayan herkes bilir, Valve tarzı ekiplerin yaptığı büyük bütçeli oyunların başına oturduğunuzda saatlerce k.çınız koltuğa yapışır. Şimdi büyük bütçeli oyun diyince, bunun film dünyasıyla karşılaştırılmış bir örneği geldi aklıma. Hani çoğu zaman bağımsız, az miktarda parayla çekilen filmler çoğu Hollywood garabetini solda sıfır bırakır ya, acaba oyun dünyasında buna benzer durumlar yaşanıyor mu? Mesela bi İtalyan’ın 2-3 kişilik ekiple yaptığı bi oyun aynı şekilde kendine has kitlesini oluşturabiliyor mu? Her oyunun genel olarak ekran kartı satış piyasasını coşturma amacıyla yapıldığını düşünürsek bu pek mümkün gibi gözükmüyor.

Beyin kemirgenlerine daha fazla malzeme vermeden küçük oyunlar konusuna geri dönüyorum. Bence minik oyunlar, yarım saat sonra misafirinin gözünün içine gitsin diye bakan ev sahibi gibi olmalı. Oynayan adam, 10, bilemedin 30 dakika sonra sıkkınlığı hissedip otomatikman atmalı elinden. Zira öbür türlü haddini aşan bi oyun olduğu vakit, ufak oyun olmasının bi manası yok. Sonuçta bu tür oyunlar genelde patronundan kaçamaklar yapan, ara sıra sıkkınlık geçiren ofis insanları için yapılır. Öyle bir kaide olmasa da DİE DİE DİE my darling (Devlet İstatistik Enstitüsü) kurumuna versek buna benzer sonuçlar çıkabilirdi, tabi Tayyip’in ofis adamlarına karşı bi kini yoksa. Şayet öyle bişey varsa sonuçlarda ev hanımları bile zirvede çıkabilir. Çok pis istatistik oyanamaları yapar, Başbakanım diye demiyorum. Ama aynı zamanda bu büyümüş de küçülmüş oyunlar bi yandan da misafiri o an uğurluyor olmanın verdiği rahatlıkla “Bir daha bekleriz” diyen pişkin ev sahibi kadar da davetkar ve rahat olmalı. Sıkıldığımız mini oyun sürekli tekrar etse de bi şekilde puan yapmak, rekor geliştirmek için başına dönmeliyiz. Tabi ki ne olursa olsun, 30 kullanımı aşmaması gerektiğini düşünenlerdenim.

Super Mario War da üç aşağı beş yukarı bu tanımlamalara uyan türden. Mario dedim diye korkmayın, piyasada dolaşan, daha doğrusu sürünen diğer Mario klonları ve hacklerinden biri değil. Bu arada o hackler ne kadar komik oluyor. 1 in 1000000000 atari kasetlerini hazırlayan kişilerin hem sahtekar, hem de bir o kadar idealist ve dürüst oluşunun göstergesi. 60000000 tane Mario oyunu olsa bile hiçbiri birbirine benzemiyor. Ufak tefek faklılıklar oluyor illa. Mesela birinde Mario’un burnu daha büyük olurken, diğerinde gangster tipinde oluyor (Super Marlon). İtalyan Mario’ma da yakışır aslında. Gangster muslukçu. Bir diğerinde ise üstünde yürünen platformlar ya da gafanızı vurup altın çıkardığınız o sarı şeyler değişik oluyor. Bölüm hepsinde aynı. O kadar kusur kadı kızında da olur. Zaten hepiniz biliyorsunuz.

Bu oyunda konsept olarak Bros. adını verdiğimiz, pek çok kişinin Mario’nun soyadı olduğunu sandığı kardeşlik durumu, farklı bir konsepte dönüşüyor. Tosbağasıdır, kirpisidir, otu böceğidir bunların pek de bir önemi kalmıyor. Aslen tasarlayan adamlar kardeşi kardeşe kırdırmak amacıyla yapmış. Artık cephede sırt sırta s
avaşan, düşman, ittifak ayrımı yok. Luigi ile Mario’nun arası miras sorunu yüzünden birbirini bıçaklayan eşşek kadar kardeşlerden bile daha açık. Herkes bulduğunun kafasının üstüne zıplayıp, o meşhur “
lap” sesini çıkarmanın savaşında. Oyuna doğrudan girmek isterseniz savaşacağınız kişi standart olarak kadim kardeşiniz Luigi oluyor. “Sırf Luigi yetmez” ya da “Okey masasını dörtlemek istiyorum” derseniz toplamda 3 rakibe kadar, Donkey Kong‘dan tutun da Zelda‘ya kadar geniş bi yelpazede istediğiniz rakibi seçip, kumandayı bilgisayarın eline veriyorsunuz. Tabi ben en çok motosikletli adamı sevdim. O eski Türk filmlerinde elinde zincirle kadının etrafında dönen çakal motorcular gibi aynı. Daha sonra isterseniz tek harita seçip orada birbirinizi kırabilir veyahut turnuva seçip 7-8 maçta aldığınız puana göre zirveye çıkarsınız. 3 tane rakiple savaştığınızda oyun tam anlamıyla evlere şenlik oluyor. Bir rakibinizin tepesine hoplarken, bir de bakıyorsunuz 300 tonluk Donkey Kong kafanızın üstüne monte olmuş. G.tünden. Oyunun oynanırlık süresini uzatmak amacıyla pek çok mod eklemiş ekip. Süre limitli, öldürme limitli, bayrak taşıma, siyah yıldız, survival, tavuk ve bunun gibi sayamadığım pek çok eğlenceli mod var. Hepsini kesinlikle tek tek denemelisiniz. Bir de her haritada o kafanızla vurup içinden silah çıkardığınız soru işareti kutularından var. Kutunun içinden çıkan silahlar rakibinize karşı oldukça üstün duruma taşıyor sizi. Çekiç, ateş topu, tosbağa kabuğu, yıldız, bomba gibi bi yığın silah var. Yalnız rakibiniz de alırsa affetmiyor tabi. Alnınızın çatından çok iyi mıhlar kendisi. Ama ara sıra yapay zekasının sapıttığı da oluyor. O zaman vur ensesine, al lokmasını kıvamına geliyor.

Son derece canlı renkleriyle eğlenceli bölük pörçük onar dakikalık periyotlar sunan bu oyun, bana göre orjinal Mario serisinden sonra, tabi bi de karting var, en iyi oyunlardan biri. Sırf o motorcu karakterle kafaları ezmek için bile oynanabilir. Ayrıca bu oyunu alana yanında bir de kötü Mario klonu olarak ibreti alem olsun diye su pompalayarak uçma türünde devrim yapmış Super Mario Pac‘i veriyorum. 1.yi sevin, 2.den nefret edin. Duygu yoğunluğuna boğulun sevgili blog kemirgeni insan güruhları. Rise and Shine!

Download : Super Mario War

Kötü Mario Klonu Olarak İbret-i Alem Olsun Special Download : Mario Pac

Yazı bittiğinde “Glenn Hughes – First Underground Nuclear Kitchen” çalıyordu.

TrackMania Nations Forever

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Motor sporları manyağı bir insan olarak neredeyse her türlü araba yarışını sevebiliritem yüksektir.Benim gibi hastaların en büyük tutkusu Gran Turismo serisidir şüphesiz.İçinde o kadar çok araba,pist ve yarış barındırır ki,bitirene kadar herkes tatmin olur.Bir süreliğine.

Oradaki ehliyet yarışlarına bayılıyordum özellikle.A,B,C ve S Class ehliyetler vardı ve S Class’takilerin hepsini Gold’la kazanmak için g.tünüzden terler akıyordu tabiri caizse.Le Mans 24 gibi dayanıklılık isteyen yarışlar da apayrı bi lezzet.Saatlerce sürüyor.Turla da turla.Kardeşimle değişmeli turluyorduk onları.Gerçi bunlardan mazi gibi bahsetmenin de gereği yok.Gran Turismo’nun yeni oyunu zaten kapıda.

Ben genelde laptopla takılmayı seven bi adamım.Hele ki yazın insanın g.tü koltuğa kaynarken,kalkıp masaüstü bilgisayarını çalıştırması çok güç oluyor.E,Gran Turismo gibi bir babayiğidi oynamak için kütür kütür çalışan 5 milyarlık bi Laptop lazım.O kadar paranın boşa gideceğini düşünenlerdenim.Ama geçen öyle bi araba yarışı krizine girdim ki anlatamam.Ağzım köpürdü desem yeridir.İşte o anda Oyungezer yine Hızır Aleyhisselam gibi yetişti ve bana TrackMania Nations Forever isimli güzide oyunu sundu.

Çölün içinde vaha bulmuş gibi oldum.Dergideki puanı 10 üzerinden 8,5 olan bir oyunun beleş olabileceğini düşünebiliyor musunuz?Ben inanmazdım.İlk kez denk geldim böyle bişeye.”Has.ktirin lan!Ucuz etin yahnisi anca böyle dandik olur!” demek istesem de demedim,diyemedim.Oyun hem çok eğlenceli,hem de Laptop’ta bile oynanacak kadar akıcıydı.Hem de grafiklerin hiç fena olmadığını belirtmem lazım.Çok yüksek bir ayrıntı veya hasar-fizik modellemesi beklemeyin,ama eğlence had safhada.

Oyuna ilk başladığımızda bir adet kullanıcı adı belirliyoruz,akabinde ülkemizi de seçip ortama akmaya hazır gibi oluyoruz.”Hamdım,piştim,oldum” olgusunun ilk aşamasına hazırız.Ülkemizi seçip,onun adına yarışmak harbiden tüylerimi tiken tiken etti.Zira solo oyun kısmında aldığımız madalyalar,puanımızı ve ülkemizin puanını birebir etkileyip sıralamada bizi yukarıya çıkarıyor.Arabaların Formula arabaların andırmaları ve arabamızın renginin kan kırmızısı üstüne ay yıldız olması beni ayrı bi gaza getirdi.Kendimi araba sürmeyi beceremeyen bi Jason Tahinci’den ziyade,elden kaçan bir Pantano gibi hissetmedim değil,hissettim.Solo modda zorluk seviyelerine göre white,green,blue,red,black şeklinde yarışlar var ve bu yarışları kazanıp madalyaları topladıkça hem dünya çapında puanınızı arttırıp hem de yeni seviyeleri açıyorsunuz.

Şayet black seviyesini de kütür kütür geçebiliyorsanız siz pişme aşamasına gelmişsiniz demektir.Artık online serverlara girip diğer rakiplerinizle eğlenceli yarışlar içine girebilirsiniz.Buradaki pistler genelde pist editörü ile yapıldığı için bazıları aşırı derecede psikopat.Millet angut gibi nereye gideceğini arıyor,o derece.Bu yüzden aşağıdaki sohbet kutusunda “Bu ne biçim harita yaaaa,s.çarım böyle haritayaaa” şeklinde söylemler duymanız olası.Online yarışlar tıpkı Formula 1′in sıralama turları gibi.Belli bir süre var ortada (mesela 10 dk. gibi) Bu süre içinde sürüşünüzü geliştirip,pisti kavrayarak en hızlı turu atmanız lazım.Zira yarışı kazananlar tur süresine göre hesaplanıyor.Bu mod da bana en az solo mod gibi eğlenceli geldi.Evet,artık oldunuz.

Demek ki beleş ürünlere önyargıyla yaklaşmamak gerekiyor.TrackMania Nations Forever öyle bir oyun ki,paralı pek çok oyundan kat kat daha fazla eğlence vaat ediyor.Tabi böyle bi eğlenceyi kabul etmeyecek kadar saf iseniz beyninize meşe odununu kondurmak elzem oluyor.Araba yarışını sevmeyenleri hariç tutuyorum,onlar oynamasa da olur.Çünkü benim annem de öyledir.Ne zaman Formula 1 izlesem,”Ne bunlar böyle deli gibi dönüp dönüp duruyolar” der.O yüzden sizi ayrı tutuyorum.Her şeyden önce gümbür gümbür milliyetçiliğin pompalandığı,bu yüzden milletin birbirini bıçakladığı şu günlerde,sizi savaşmayıp yarışmaya davet ediyorum.Dünya sıralamasında 22. olmak bize yakışır mı ey okurlar?Hadi bi el atın da namımız alsın yürüsün gari.

TrackMania Nations Forever Download
(Şayet bu adresten indirmeyi başaramazsanız www.trackmania.com adresinden kolayca indirebilirsiniz.)

Yazı bittiğinde “Spock’s Beard – With Your Kiss” çalıyordu.

Zombie Grinder 60000 – Öğütün!

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Zombie Grinder 60000 size ne çağrıştırıyor bilmiyorum ama ben bu oyunu oynamadan önce blenderlarla ilgili bi oyun olduğunu düşünmedim değil.Çok tutacak bi blender marka potansiyeline sahip:”Zombie Grinder 60000 parçalar,öğütür,suyunu çıkarır.Üniversite öğrencilerinin pijama partilerinin vazgeçilmezidir!Hem küçük hem pratik!Eminiz ki bu ürünü aldıktan sonra elinizden bırakamayacaksınız!”.Akabinde sözlüğe baktım,Grinder kelimesinin anlamı öğütücüymüş zati.Ama arada yabana atılmayacak kadar büyük bi fark var : Mevzubahis öğütücümüz bir insan ve öğüttüğü nesneler zombi.

“Ulan yine mi Zombie Defence oyunu!Yeter lan,evimin kileri zombi leşi doldu,kokmaya başladılar artık!” dediğinizi duyar gibi oldum.Bi de bazılarınız küfretmiş olacak ki,kulaklarım çınladı bi anlığına.Peşin yargılı davranmayınız.Bu öğütücü o bildiğiniz öğütücülerden değil.Artık davşan gaç,dazı tut devrine son vermenin vakti geçmişti bile.Zombilerin 2 saat üstünüze doğru koşturmasını kim bekleyebilir?

Oyunumuz en iyi savunma,saldırıdır düsturundan yola çıkarak yapılmış sevimli mi sevimli bir flash oyun.Zombi gebertme türünde kesinlikle bir devrim ve tartışmasız en fazla eğlence vaad edeni.Zira kahramanımız pompalısıyla koşarak zombileri öğütürken arka planda çalan müziğe eşlik ediyor.Grindgore‘un babaları Last Day of Humanity,Inhume ve Regurgitate ile birlikte yeri geldi mi ağır çekimde kelleleri gövdeden ayırırken,yeri geldiğinde ani bi flashbackin ardından topukları son hız köklüyoruz.Grindgore dedim babacığım,yavaş bişey sanmayın.Bu tür öyle bişey ki,solistin ne dediği anlaşılmıyor.Bi nevi böğürme,sanki solistin t.şakları g.tüne kaçmış gibi.Öylesine inliyor.Esasen bu kadar sert olan kolunu sevmiyorum metalin.Ama bu oyunda acayip gaz veriyor bee!Adam böğürdükçe mermiyi zombinin dalağına dalağına sokasım geldi valla.

İş yerinde sorunlarınız mı var?Hayatınız bu aralar fazla mı stresli?Düz duvara mı tırmanıyorsunuz?Bu oyun belki dertlerinizi tamamen nötralize edemez ama sizi bi süreliğine nefretlerinizden uzaklaştıracağına eminim.Daya pompalıyı bünyeye,haaaah,ne gam kalır ne tasa.

Oyunu ahanda burdan oynayabilirsiniz.

Yazı bittiğinde “Salva – Underneath” çalıyordu.