Arşiv: Mayıs, 2008

İşte Kene Gerçeği !

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Medyamıza bakıyorum da, milletvekillerimizin gıyabında yapılan suçlamalar, hakaretler gırla. Eskiden para yetmediği için tek plağı evirir çevirir tekrar tekrar dinlerdik ya, Türk medyasından da yıllardır aynı sesler dönüp duruyor. Vekillerimizin mecliste boş boş uyuduğundan tutun da, parayı pulu ziyafetlere harcadıklarına kadar çok geniş gözüken bir plak yelpazesinin aslında tekrar tekrar dönen şarkıları bunlar. Halbuki onların çektiği acıları ben bilirim, ben bilirim.

Vekillerin aldığı maaşı çok yüksek bulanlar görüyorum, gerçekten hayret ediyorum. Tabi o paraların nerelere gittiğini bilmiyor bazı insanlarımız. Milletvekillerimiz,mecliste sorunları çözdükleri zamanların haricinde kendisini bilimsel araştırmalara adayan insanlar. Hani şu gazetelerimizin “İsveçli bilim adamları” deyip geçtiği, örtbas ettiği adamlar var ya, aslında onlar bizim vekillerimiz. Masonlar gibi, gizli bir şekilde canlarını dişlerine takarak çalışıyorlar.

Özellikle şu an üzerine çok eğildikleri bir konu var. Kulislerde 3 aşağı 5 yukarı bu konu dönüyor hep neredeyse. AKP’yi anayasa değiştiriciliği ile suçlayanlar bunları görmüyor. Ama onların gündeminin yaklaşık yüzde 90′ını kaplayan durum kene vakaları. Geçen çok yakin vekil dostlarımdan biri bana konuyu ufaktan çıtlattı : “Sevgili profesör, insanlar farkında değil ama sen bilirsin, eskiden keneler böyle değildi, yedi ceddimizi ısırdı bu keneler biz biliriz,bir kişi bile ölmüyordu.Ama vakit değişti artık,silahlı tüfekli çatışmaları bi biz yapıyoruz, bi de Amerika yapıyor. Onun haricinde herkes bilimsel teknolojileri harekete geçirir oldu. Bu öldürücü keneleri ülkemizi yok etmek isteyen dış güçlerin buraya gönderdiğinden eminiz.” Ne yalan söyliyim sevgili okurlar, ben de böyle bişey tahmin ediyordum, lakin bunu söylemeye kimsenin dili varmıyordu.

Bunun üzerine derhal sevgili vekillerimizin laboratuvarlarına doğru yola koyuldum. Başta Atilla Koç olmak üzere herkes harıl harıl çalışmaktaydı. Ve tam o an yeni birşey keşfettiler kenelerin üstünde. Hepsinin üstüne bir şekilde kamera monte edilmişti ve bu keneler adeta telekulak olarak kullanılmaktaydı. Önce verileri alıp, sonra öldürüyorlardı. Birileri meclise sızma girişimi içindeydi. Acaba büyük dev Rusya olabilir mi diye içimden düşündüm. Ama o sırada vekillerimiz yeni bir şey daha keşfetti kenemizde. Kenelerin mikroskopla kameralarına baktığımızda üzerlerinde “Made in P.R.C” yazdığını gördük. Bu ibareyi küçükken görsem Paris’ten Sarkozy defterimizi dürüyor derdim. Ama sonra hem P.R.C.’nin Çin Halk Cumhuriyeti olduğunu, hem de Sarkozy’nin ülke ismini kenelerin üzerine yazdıracak kadar salak olmadığını öğrendim. Kehanetler, teoriler gerçeğe dönüyordu. Çernobil üzerine çay içen vekilimizin ruhu şad olsun, halk bi kere daha vekillere inanmamaktan dolayı mort olacaktı. Sayın okurlar, bu adamlar boş adamlar değiller, bişey biliyorlar da söylüyorlar. Yani Melih Gökçek Kızılırmak suyunu Ankara’nın musluğuna akıtıyorsa güvenerek içebilirsiniz. Hepsi pırıl pırıl, bilgi dolu, adeta suratlarından bilgelik akan insanlar.

Made in P.R.C. ibaresinin akabinde derhal China’ya koştum. Koştum dediysem uzun bir uçak yolculuğundan bahsediyorum. Ufak bir yeraltı taraması ve birkaç rüşvet koklatma işlemi sonucunda kenelerin geliştirme mekanına ulaştım. Kafamda çok önemli bir sorun vardı. Ana düşman Çin miydi, yoksa ucuz iş gücü sebebiyle bu topluluğa fason iş yaptıran başka bir ülke mi?

Bu gözleri kamaştıran mekana geldiğimde, iki departmandan oluştuğunu farkettim. 1.si kenelerimizin Çin’li ucuz iş gücü insanlar tarafından montajının yapıldığı bölgeydi. Buralarda yüksek teknoloji veyahut otomasyon hak getire. Zaten saati 5 kuruşa çalışan adamlar. Koskoca İstanbul’a yetecek kadar zehirli keneyi de sadece böylesine büyük bir topluluk montajlayabilir. Ne kadar korkutucu sevgili okur farkında mısınız? Büyük bir güç, bütün yaptıklarımızı dinliyor ve akabinde çaktırmadan bizi içten içe öldürüyordu.

Montaj bölümünün yanında da eğitim kampını andıran diğer departman vardı. Burada da kenelere özel 10 saatlik blok ders veriliyordu. Üstüne özellikle atlanacak insanların resimleri zihinlerine kazındırılıyordu. Tabi bu beyinsiz mahlukatları eğitmek pek de kolay değil. Bu yüzden Pavlov’un köpeği yöntemi, yani şartlı refleks uygulanmaktaydı. Şartlı refleks ise, evet okurlar osurma sesiydi. Bizi gerçekten çok iyi etüd etmiş bir ülkeyle karşı karşıyayız. Resmen en büyük zaafiyetimiz kullanılmaktaydı. O an ürpermem 3 katına yükseldi. Hayır hayır, diğer insanları düşünmüyordum o anda, aklım kendi canımdaydı. Zira geçen öğün tabak tabak fasulye yemiştim ve bağırsaklarımda kıpırtılar başlamıştı. Bir de bizim açık havada dolaşan insanlarımızın halini düşünün. İnsanımızın yüzde 90′ı kıçında biriken gazı dışarıda salar, çünkü kimseye kokmaz. Kokulu yapsanız da kokmaz. Evet, bu eskiden güzel bir yöntemdi, ama şu an ciddi bir tehlike.

O gazla (Hem heyecan hem de fasulyeden kaynaklı) derhal ekstra bilgi almak için konsolosluğa koştum. Bu ölüm mekanına bu kadar ısmarlama keneyi hangi ülkenin sipariş ettiğini öğrendim. Her ne kadar mırın kırın etseler de elimdeki özel el yapımı koleksiyon serisi, Bursa işlemeli meşe odununu gösterince dilinin bağı çözüldü. O an odunu göstermekle kalmayıp, kafasına indirdiğimi ve bu yüzden dilinin bağının çözüldüğü farkettim. Tahminlerimde yanılmamıştım, o ülke Yunanistan‘dı. Ermenistan bu zekice planın senaryosunu yazmış ve fukaralıktan diğer bir kan düşmanımız olan Yunanistan’a yönetmek için şutlamış. Metni beğenen Yunanistan’da kayalıkların acısını çıkarmak için direktör sandalyesine geçmiş.

Buradan sonra araştırmacı gazeteciliğimi bitirdim ve sorumlu bir vatandaş olarak durumu Türkiye’ye gelip Atilla Koç’a çıtlattım. Gözleri açık uyuyormuş, ayaklarından gıdıklayınca uyandı, durumu bi daha anlattım. Birlikte gidip Tayyip‘e anlattık sonra. Tayyip biraz daha duygusal davranıyordu bu kene konusunda. Geçen keneden ölen bi teyzenin cenazesinde imamın biri vaaz vermiş çok mantıklı gelmiş. Vaazda şöyle diyordu sevgili imam : “Ey insanlar, fuhuş, açık fuhuş, kapalı fuhuş, fetiş, emmeli ve gömmeli çoğaldıkça Allah işte böyle size ufak, gözle görülmeyecek musibetler gönderiyor ve sizi uyarıyor. Hiç düşünebiliyor musunuz bölye minik bir şeyin insanı öldürebileceğini yoksa?
Evet aslında bu da mantıklı bir durumdu. Ne yalan söyliyim, Yunanistan’ın parmağını farketmeden önce benim de düşüncem bu yöndeydi. Allahsızlık trend olmuş. Günümüzün modası. “Keşke öldürücü zehirli keneler yerine, iman salgısı aşılayan keneler gönderseydi Allah.” diye düşünüyordum. Aklıma bir de eski Kemal Sunal filmlerindeki karpuz geçen sahneler geldi. Eski karpuzların da renkleri bi farklıydı, tadı da daha bi lezzetliydi. Şimdi renkleri apacayip bi hal aldı. Bu işi de deşsem buna benzer etkenler çıkar mıydı acaba?

“Ulan madem sorun çözüldü de niye hala bu keneler bizi ısırıp duruyor, niye hala insanlarımız ölüyor?” dediğinizi duyar gibiyim. Nafile bir yakarış değil, evet değil. Problem şu an Avrupa Mahkemesine verilmiş durumda. Ee okurlar bürokrasinin işleyişi sadece Türkiye’de yavaş sanıyordunuz değil mi? Evet aslında öyle. Bizde nasıl bir Allahsızlık trendi varsa, dünya bazında da Türk düşmanlığı trendi kol gezmekte. Kendi işlerini mahkemede çatır çutur çözen bu adamlar, iş Türkiye’nin lehine dava olunca asırlarca sürdürüyorlar davayı. Ama Türk zekası apayrı bişey tabi. Böyle bi vaka Hans’ların memleketinde olsa ortada öldürücü bi kene olduğunu bile farketmezlerdi.

Ama olsun, onların öldürücü keneleri varsa, bizim de bu denli zeki bilim vekillerimizin akıl ettiği ultra süper kene katliamcısı sülünlerimiz var. Bu sülünler ülkenin en faal bölgelerine salınmış durumda ve kenelerin bir bir canlarına okuyorlar. Ama bu beladan kurtulmamız yeni bir bela oluşturmayacak değil. Keneleri öldüren sülünlerin soykırım iddiasıyla gelen bu basit insanlara yeni bir koz vereceğiz. Pek de önemli değil. Hiç de önemli değil. Bol kenesiz günler efenim.

İşbu kurgu, güzide okurlarımdan sevgili Yeliz Kaplan‘ın ısmarlaması üzerine beş kuruş ücret alınmadan yazılmıştır. Kurgudaki kişiler yer yer hayal ürünü olmakla birlikte kısmen “Based on a true story“dir. Hikaye’nin çıkış noktasını Yeliz Kaplan’a “Eskiden keneler böyle değildi, bizi sevmeyen dış güçlerin ülkemize saldırısıdır bu keneler.” diyen sevgili milletvekilimiz oluşturmaktadır. Bu yüzden kurguyu oluşturmak için bana fikir veren Yeliz Kaplan ve bu ismini bilmediğim sevgili AKP milletvekiline çok teşekkür ediyorum. Şayet milletvekillerine karşı ironide bulunduğum için bana şikayette bulunan milletvekili olursa sorumluluğu Yeliz Kaplan’a bırakıyorum, evet yapıyorum bunu. Bu arada görselde kullandığım kahraman Süper Kene‘dir.

D.P.P. – 10 Parça Kıç Çatalı Seti

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Ülke olarak zevk-i sefayı herşeyin üstünde tutarız. Atalarımızın bu çalışkanlığıyla, bizim ota b.ka tatil isteyen halimiz garip bir şekilde tezattır. Dikkat ettiyseniz her özel günde, “Tatil olsun da 3-5 gün kafa dinleyelim” diye ortaya çıkan güzide insanlarımız var. Korkuyorum ki yakında bu insan güruhları Kabotaj Bayramı için bile aynı istekte bulunacak. Kabotajsa kabotaj yani, bırakın gemiciler kutlasın. Siz de tanıdıklarınızın bi elini sıkıp öptüğünüzle yetinin. Pişkinlik iyice tavan yaptığı için aslında bu durum garip gelmemeye başladı. Zira ne zaman özel bi gün yaklaşsa bir tatili 9 güne bağlayıp, şehirden uzakta bi otelde daşhak kebabı yapma çalışmaları başlıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Tayyip bunu ya bi kere yaptı, ya da hiç yapmadı. Aslında hayret ediyorum, biz ülkecek bize doğru dürüst tatil vermeyen başbakanları şutlardık. Tayyip de aynısını yapıyor ama iktidar gücü daha da yükseliyor, her iki anlamda da. Koltuktaki gücü arttıkça halkı daha iyi kanırttırıyor. Oyları bir metafor içine yükleyip, mesir macunu veya viagra diyebiliriz.

Bayramı seyranı şehirden kaçış fırsatı olarak görenlerin yanında geleneksel ailelerimiz de var tabii. Çok severim kendilerini. Her ne kadar anaç duygulara sahip olmasam da, bayram günlerinde, tatil günlerinde o evlerde verilen anlı şanlı, 32 kişilik ziyafetler beni mest ediyor. O günlerde evlerin içinde apayrı bir koku, apayrı bir dostluk oluşuyor gibi. Evin çalışkan annesi çatalları sadece 32 kişiye göre ayarlamışken, kokuyu da alan içeri dalıyor. Sokağın en hamarat kadını ziyafet vermiş, aç göbekliler kaçırır mı? E oldu mu size 42 kişi?

Evin hanımı her ne kadar ayağını yorganına göre uzatıp, evde 32 tane çatal olduğu için 32 kişi çağırmayı düşünse de, istenmedik misafirlerin geleceğini akıl edememiştir. 32 kişi gelse bile yemek her zaman 64 kişilik olur ama çatal öyle olmaz sevgili okurlar. Zor durumda, biçare kalan ev annelerimizin bu özel günlerdeki sorunlarını görmezden mi gelseydim? Güldürmeyin beni Allah aşkına, ben kayıtsız kalamam. İşte bu yüzden özel üretim 10 parça kıç çatalı setimi sunuyorum sizlere. Gelelim ürünümüzün özelliklerine.

Görmüş olduğunuz kıç çatalı seti kesinlikle paslanmazdır, yıllara meydan okuyacağına kesinlikle emin olabilirsiniz. Sıradan bir Alman ya da Fransız malı çatal 10 yıllık mukavemet gösterirken, bu kıç çatalı seti kendini yenileyen bir dokuya sahip olduğundan 70-80 yıl sorunsuz kullanılmaktadır. Yüksek mesafeden yere düşme durumunda “Çatal kırılması” diye tabir ettiğimiz durum oluşsa da, doku yenilemesiyle 2 gün sonra yepyeniymiş gibi tekrar ziyafetlerinizde kullanabilirsiniz. Dikkat ettiyseniz çatalın uç kısmı biraz kıllı gibi gözüküyor. Tabi ki kıl değil o. Çatalın dil epitel hücreleriyle daha iyi bir etkileşim sağlaması ve o ağızdaki nahoş tadı alıp, yerine bahar tazeliği verilmek suretiyle en son yapılmış bilimsel çalışmaların ürünüdür. Yaklaşık olarak mentol kokuludur.

Üretim bandından tutun da,paketleme safhasına kadar pek çok özel işleme tabi tutulmuştur. Tam anlamıyla hijyeniktir. Dünya Temiz Çatallar Birliği’nin tam teşekküllü pislik testinde 10 üzerinden tam not alarak,bunu başaran ilk çatal seti olmuştur. Üzerinde bulunan özel koruyucu maddesi sebebiyle özel bulaşık deterjanlarıyla ovmanıza hiç gerek yoktur. Sadece üzerinden su geçmenizle birlikte, yemek artıklarının çatalın üstünden kayıp gittiğini kolaylıkla görebilirsiniz. Gerçekten ev hanımları için büyük kolaylık!

İddia ediyoruz,bu ürünü aldığınızda eski çatallarınıza bakıp “Ulan ben eskiden bu dandik şeyi mi kullanıyordum?” diyeceksiniz ve evinizdeki bütün çatalları bu özel üretim 10 parça kıç çatalı ile yenileyeceksiniz. Biz de sizin kullanım tecrübeleriniz ve geri bildirimlerinizle birlikte ürünümüzü gelebilecek en iyi haline getirmek için canla başla çalışacağız.

Teknoloji, bu üründen daha ötesine hala gidemedi. Silikon Vadisi’nin bile ağzını beş karış açık bırakan bu mucizevi ürünü almak istiyorsanız sadece aşağıdaki PayPal tuşunu kullanıp, istediğiniz miktarı yatırmanız yeterli! İşte bu kadar basit! Siz sadece ücreti yatıracaksınız, kargosu ve KDVsi bizden karşılanacak! Durun, daha bitmedi! Eğer bu ürünü 24 saat içinde alırsanız yanında özel ziyafetleriniz için 5 kilo Adem Elması veriyoruz, bu güzel çatallarla şenlik içinde güzel muhabbetler yapabilmeniz için. Ürünümüz stoklarla sınırlıdır, bu yüzden acele etmenizde fayda var, zira gelecek stoğu beklerken sabırsızlıktan ölmenizi istemeyiz. Bu Bir Deli Profesör Pazarlama girişimciliğidir.

Referansımız : Abidullah Gül’ün First Lady eşini gördüm geçen.Dolmabahçe’deki tarihi eserleri toplatıp,köşke doldurtacakmış,Tayyip’in eşi Emine’yi kıskançlıktan çat çat çatırdatmakmış amacı.Biliyorsunuz araları limoni.Ben de gittim Hayroş’a,”Amaaaan Hayroş” dedim.Aramızdan su sızmaz da.”Bu eski püskü şeylerle mi kıskandıracan Emine’yi” didim.Bende teknolojinin son ürünü kıç çatalları var,al bunlar benden numune olsun.Dolmabahçe’nin o döküntü çatalları Emine’ye yaraşır.” didim.O da pek bi sevinerek aldı.Para uzatmak istedi ama elimi göğsüme iki kere vurarak “Bendensin.” didim.Pek sevindi gariban.Beğenip dostlarına da reklamını yapmış ürünlerin sağolsun.Bunların tanıdıkları,torunları torlakları,ziyafetleri bitmez zati.İyi oldu iyi.



Jethro Tull – Teacher

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Rock ‘N Roll’un bolca flüt partisyonlu efsane babaları Jethro Tull‘un İstanbul ve Ankara’ya gelmesine az kalmışken ben de konunun üstünden bi geçeyim dedim. Gerçi İzmir’de yaşayan biri olarak hafiften kırıldım onlara. Ankara’ya bile gelen grubun, İzmir gibi bi güzelliğe illa ki uğraması gerekirdi. Tarihler belli olmadan önce iddiaya girmiştim Metin Yazıcı isminde müzik delisi, dinlediğim pek çok grubu sayesinde keşfettiğim kişiyle. Şayet Jethro İzmir’e gelse biletler beleş olacaktı. Yani o ısmarlayacaktı. Ama adam yılların tecrübesi,gelemeyeceklerini anlamasa böyle bonkörce bi iddiaya girer miydi? Girmezdi. Umut fakirin ekmeği. İstanbul’dakine de giderdim gitmesine emme geldikleri tarih o kadar b.ktan bi tarih ki.

Neyse şöyle bir 70lere inelim. Sex, drugs and rock’n roll ayarına girelim diyorum. Jethro Tull’un Fransa’da sergilediği Teacher şarkısı performansı. Öyle bi tını var ki bu şarkıda, ilk dinlediğiniz anda garip bişeyler hissettiriyor. Her şarkı yapamaz bunu. Müzikten tutun da kıyafetlere malumunuz herşey döneminin yansısı. Ian Anderson baba da kıl yumağı gibiymiş o devirlerde. Kıldan gözükmeyecek, o derece. Gerçi 70lerde hippi gibi dolaşmayanı dövüyolardı, hiç adam gibi bi giyimli grup görmedim. Özellikle bu klibi her izlediğimde basçı beni benden alıyor. Dümdüz uzun saçlar ve tamamlayıcı aksesuar olarak yuvarlak çerçeve gözlüklerle hippinin alası niteliğinde. Kafayı bi sağa bi sola sallıyor, ama ciddi duruşunu bozmadan. Kameramanın alttan çekiş açılarıyla basçımız ortada bir ot tüttürülüyormuş havası hissettiriyor. Zaten bi o eksik. Rolling Stones gibi sahnede ellerinde otları da tüttürseler tam olacak.

Kameramanın çekim açıları beni mest etti. Klip boyunca sürekli olarak yaptığı zoom in-zoom out devinimleriyle zaten eli kolu yerinde durmayan Ian Anderson’ı hiç takip edemiyoruz. Aslında herkes durduğu yerde kımıldanıyor, ama kameraman sağ olsun adamlar bi sağa, bi sola uçuyormuş gibi gözüküyor. Anlaşılan artık düğün kameramanlarının bile kullanmadığı bu yöntem 70lerde bolca kullanılmaktaydı.

Ian babanın bi bu eski haline baktım, bi de 40 yıl sonraki günümüzdeki haline baktım, bi garip oldum. Adamın kafada saç kalmamış, gobee salmış. Enerji hiç bitmemiş tabi. Keli bandanayla kapatıp ülke ülke gezmeye, flüt sololarına devam. Daha da bitmez bu enerji.

Lafı da fazla uzattım bi klip için. Aslında dünyanın en iyi 3 albümü arasına giren albümünü incelemeyi düşünüyordum bu aralar ama o hazineyi daha sonraki entrylerden birine atıyorum. Bu konseri izleyip ısının ilk önce. 3,2,1 Action!

Beyin Güreşleri : Part I

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Sağ Lop : Merhaba abi.
Sol Lop :
Merhaba güzelim. Nedir sebeb-i ziyaretin acaba? Karmaşık bir integral sorusuna kafa yorduğum şu anda beni rahatsız ettiğine göre geçerli bi sebebin olmalı.

Sağ Lop :
Söyleşi yapıyorum abi. Biliyorsun bu tür yazınsal şeyler benim ilgi alanımdır. Aynı kafatası içinde yaşıyoruz, e röportaj yapacak bi sen, bi de cinselliği uyaran orta lop var. Ona gitmeyi pek selametli bulmadım. Zaten ne sorsam .m, s.k, ç.kten başka bişey demiyor. Hadi sen yine Cahit Arf gibi lopsun. Görmüş geçirmişliğin var hani. Tabi mecazi anlamda. Gerçek anlamda olanı ben romantikliğimle ayarlıyorum ama zevkini orta lop yaşıyor.

Sol Lop :
Amaaan, yemişim integrosunu, şöyle biraz dinlendireyim nöronları da. Yalnız bu sol lop sağ lop diye her satırda yazmak zayiat be güzelim. Bilirsin ben iki kuruşun hesabını yapan bi lobum. Buna kısaltma koyalım.

SL :
Abi iyi güzel diyorsun, onu ben de düşündüm. İkisinin kısaltmasını alınca yanda gördüğün gibi hangimiz sağ, hangimiz sol pek anlaşılmıyor.

SL :
Evet, haklısın da herşeyi de ben düşünemem ki, başka bişey tak o zaman.

Sağ :
Böyle nası abi iyi oldu mu?

Sol :
Ah be çatalkaram çingenem. Bizim hangi ülkedeki insanların beyni olduğumuzu unuttun mu? Bu bölünmeler, yönlerin mecazi kullanımları yüzünden kaç kişi kafasına, dolayısıyla bizim bulunduğumuz mekana zopa yedi. Daha geçen bizim eleman işçi bayramı kutlamalarına katıldı, onun yüzünden epey bi hasar gördüm zaten. Acımadılar vurdular, .pneler. Keşke Celalettin Cerrah’ın lopu olsaydım. Lopunu s.ktiğim.

Ormantik :
Abi o zaman şirinlerdeki sıfatsal sistemi kullanmaktan başka çare kalmadı. Ben romantik olayım, sana da Zeki diyek. Olur mu?

Zeki :
Hafiften bi Zeki Demirkubuz’a kaçıyor ama olsun bakalım. Salak herif, bi de romantik yazmayı bilsen süper olacak. Ormantik yazmış hey Allah’ım. Kısaltacaktı sözde, açılımını yazmış bi de. Niye yanımda da benim gibi zeki bi lop olmaz? Çok yalnızım be Atam,çok yalnızım be Atam!

R :
Ağzını bozma abi ayıp oluyo ama, al düzelttik işte. Klavyeye girdisini yaparken aceleden yanlış basmışım tuşa, yoksa bilirsin yazınsal eserlere senden daha fazla ilgiliyim. E, bizim sahibin mala vurması için böyle şeyleri algılayıp daha sonra arşivde tutmam gerekiyor. Hem düşün, bir beyinde 2 zekasal lop olsa, hiç bi insan s.kişmeyi, gönül ilişkilerini, aşkı, meşki düşünmezdi. Öyle olunca da kimse hamile kalmazdı, soy sop tükenir, haliyle lop da olmazdı. O vakit neye yarardı sizin gibi teknolojik loplar tarafından üretilmiş elektronik cihazlar? Bunlar hep dişi varlıkları baştan çıkarmak adına yapılan şeyler. Tabi zenginliğin de önemli göstergesi. Bi kızda olsan mesela ağırlığını daha fazla koyabilirdin. Çünkü onlarda sol lop daha küçük, sağ lop daha büyük oluyor. Aşktan ziyade, karşısındaki erkeği parasına göre ölçüp biçiyolar. Hani geçen nöronlarımızdan Desti İzdivaç programı akıyordu. Du bi arşivden çıkarayım.Hah, bak, 50′lik kadın parayı duyunca 95 yaşındaki dinozorla nasıl kabul ediyor evlenmeyi.

Z :
Ee, cigerim devir böyle. Parasız insansan hayatta hiçbir yerin yoktur. O yüzden mala vurana kadar erkekler beni daha fazla kullanır, zenginliğini elde eder. Akabinde evlendikten sonra da mala vurma aşamasında seninle hedonist loba geçer kontrol.

R :
Abi siz mala vurmak dedikçe içim kalkıyor yemin ederim. Soyu devam ettirmese sahibe yardım etmeyecem. Keşke bunun daha farklı bi fizyolojik yolu olsaydı. İnsanlar ellerini aşk dolu bir hisle tuttuğunda ortaya bebek çıksaydı. Düşünüyorum da abi, insan insanı s.ker mi hiç ya?

Hedonist Lop :
Yeter lan, iki saattir vır vır vır, kafamı sktiniz diyecem uygun bi tabir olmayacak. Sinir uçlarım, nöronlarım skildi.Susun bi anuna goyim. Romeo musun nesin be mübarek. İnsan insanı sker miymiş. Öyle olsa böyle olurdu. Teyzemin t.şşağı olsa dayım olurdu. Böyle yaratılmışız, kurallar bu.Herkes üstüne düşeni yapsın. Ben sizin saçma sapan görevlerinizi eleştiriyor muyum? Her ne kadar siz farkedemeseniz de bu hayatın en büyük gayelerinden biridir seks. Herşeyin en son noktasıdır. Bi kadından hoşlanırsın mesela, sevişmek istersin. Ama kadın bu sağ lop gibi hödükleri daha fazla kullanır. Gösterir de vermez. Bilir ki bir kere ulaşırsan yasak meyveye, bi daha lezzeti kalmayacak. Zaten her istediğiniz kadını anında elde etseniz ne önemi kalırdı? İnanın ki bir ömür skindirik, nafile integral hesapları veyahut havaya yazılmış romantik şiirlerle geçmezdi. Bu ikilemleriniz yüzünden adam yanındaki taş gibi hatuna bi türlü dokunamadı. Şu an kontrolü bana bırakın hadi bakayım.

R :
Dur ben de arşivden güzel bir iki tavlama tekniği çıkarayım.

Z :
Benim başım kel mi? En güzel esprileri derliyorum.

H :
Ha şöyleee. Organize çalıştığımız sürece vurdurtamayacağımız mal yoktur arkadaşlar. Bundan kelli beyni yüzde yüz hedonizmin zirvesine zorlayacağız. Yaradılışın amacı bu. Öğlen normal oranlarınızda takılabilirsiniz, ama gece bu saçmalıkları bi daha duymak istemiyorum. Hadi bakayım dağılın.

R :
Ben sana mecburum bilemezsin…

Z :
…Sonra da adam “Senin çevren geniştir,bizim ufaklığı da içeri alıver.” demiş.

H : Odaya çıksak benim ufaklığı da sen alır mısın peki içeri ?
R :
S.çtın.

Z :
Bence de.
H : Bi dahakine artık.

Yazı bittiğinde “The Chuck Norris Experiment – Electrified” çalıyordu.

Kel Erkek Seksi Erkek ?

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Aklımdan geçeni hayata geçirmeyi severim. Yani bi nevi “Anı Yaşa” mottosuna bağlıyım. Bi şekilde o an düşündüğümü yakın bi zamanda yapmazsam onun derdi başıma ağrılar sokuyor. “Ulan acaba artık çocukluğum bitti mi?” diyorum. Benim manyaklığımın kaynaklığı içimde bu bitmeyen çocuk ruhundan kaynaklanıyor çünkü. Gerçi herkeste durum öyle. İnsan içindeki çocuğu derinlere depikledi mi bi daha eskisi kadar eğlenceye ve ani hareketlere açık olamıyor. Şöyle 15-16 yaşındaki yeniyetme kızlara bakıyorum da gülmemek elde değil. Herkes daha fazla çocuk kalmanın derdindeyken bu yaştaki hanım kızlarımız öyle bi ağır abla moduna giriyor ki, gören 50 katlı rezidansında resepsiyon veriyor da misafirleri ağırlıyor sanır. Allah’ın salağı bi kere gelmiş hayata, onda da suya sabuna dokunmuyor.Bi de büyüme hevesi var ya tabi kendinden 10-15 yaş büyük dedesi yaşında heriflerle çıkıyorlar.”Ulan hadi kız salak, dedesi yaşında sen, hıyar çocuk, sübyancı gibi küçücük sabiyi sömürmeye utanmıyor musun?” diyesim geliyor ama onların içindeki çıtır piliç isteğinin enginliğini tahmin ediyorum. 1 taraf kendini mental açıdan tatmin ederken, diğeri ise kızın sağını solunu mıncıklayarak, yer yer olayı daha ileri götürerek cinsel açıdan tatmin edebiliyor. O vakite kadar ağır abla modunda duran o kıza bi baksanız hele, elin 25lik baltasının elinde nasıl oynak olmaya başlıyor. İşte bu karakteristik durum yüzünden bazı kızları peynire benzetiyorlar, yani kaşar peynire.İkisi de yıllanmış durumlarla muhafaza içine girince kendi kıvamını buluyor. Benim teorim bu yönde.

Evet anı yaşamaktan bahsediyordum, bi an bu çok soğuk geçen kış mevsimine gitti aklım. Öyle bi usturaya vurdurma isteği geldi kafaları içimden.Kardeşime de söyledim, benden manyak olmasın o da kabul ediverdi. İşte, olağan durumların dışına çıkmak böyle bişey. Mantık duruyor. O soğukta o kafayı sıfıra vurdurduğunda beyninin soğuktan büzüşeceğini, arabın daşşağına benzeyeceğini hiç düşünemiyorsun. Hiç düşünmeden cart diye vurdurduk kafaları. Ama berber kışın bu ortasında saçını kazıtmak isteyen bir, yok yok iki kişi görünce bi hayli şaşırdı. Zira kış vakti böyle bi manyaklık yapan çok nadir oluyormuş. Hele hele iki kişi birden bulursan direk kafasını öpecen. Böyle anlar bana gerçekten özel geliyor. İki kardeşin paylaştığı çok güzel, eğlenceli ve unutulmayacak anlardan birisi. Sıradan insanların yapmadığını düşündüğün şeyi yapmak akılda kalıcı oluyor anı bazında. Tamam, bu olay yıllardır kel bi durumda olan Homervari insanlar için olağan olabilir. Keller o duruma alışmıştır zira. Soğuğa göre kafaya ince ayarı çekiyor beyin bi şekilde. Muntazam bi organ. Ama yeni kestirince öyle bişeyin olmayacağının garantisini verebilirim. Neyse tıraş bitti, bi baktım “Çaaat, çaaat” vuruyorlar kafama. İçimden küfrederken, dışımdan “Noluyo abi, niye vuruyorsunuz?” dedim. Adetmiş meğerse, kafasını usturaya vurduklarına lak diye vuruyorlarmış bi kaç kere.

Tam yumurta kıvamında olmamak için sakalı da sıfırlatmamıştım o zaman. Yalnız kış vakti ne soğuk yedi bu beyinler bee. Oturma odasında klima var, orda pek bi üşüme olmuyor ama babamın ve annemin dırdırını çekmemek uğruna günümün %90ını bu odada geçiriyorum. Yaşlanıyorlar sanırım, her bişeye laf eder, bulduğu her açık üzerine yarım saat konuşur oldular. Zaten beynimin yanında konuşurken de dinlemiyorum, boşuna onlar da dırdır edip dillerindeki tükrük bezlerini zayi etmesinler. Bütün gün geçerdi de, uyku vakti geldi mi geceler geçmezdi. Yatmadan önce üstündeki kazak türü şeyleri çıkarması da apayrı bi zor. Yeni kazıtılmış kafaya öyle bi takılıyor ki çıkarırken, inanamazsınız. Zamklanmış gibi. Çıkarırken kafanızı da yukarı çıkarıp koparmaya çalışıyor kazak. Güçbela her gece onu da çıkardık, emme buz gibin odada geceleri havanın da 10 derece civarı soğuduğunu düşünürsek, beynin büzzük kıvamına geldiğini anlayabilirsiniz. İlk birkaç gün kafama hiç bişey sarmayı akıl edemedim. Geceleri kafayı yorganın içine sokuyordum, ama bu türlü de oksijensiz yorganın içinde nefes alamıyorsun haliyle. Sabahlar olmuyor. Sonraki günlerde eşarp gibi bişeyler taktım, tam hatırlayamıyorum. Böyle böyle kışın en soğuk günleri geçti. Ama ne oldu, anı ertelemedik, olması gereken de buydu.

Bu hikaye de zaten dün yine kafayı kazıtmam üstüne aklıma geldi. Yalnız bu sefer kafam atmıştı, saçın yanında sakalı da kestirdim. Çiftlik yumurtasından pek bi farkım kalmadı anlayacağınız. Yani şu durumda kafayı kuluçka makinesine sokup 28 gün bekletsem içinden bişeyler çıkar illa ki. Kendimi ne zamandır bu denli çıplak hissetmemiştim. Kafama dokunuyorum, bomboş, çeneme dokunuyorum, bomboş. Devletin üstüne otopark kuracağı boş araziler kıvamındayım, bi tadilat bekliyorum.

Lan onu da geçtim, kafamdaki kılları kesince, kafam sanki küçülüyor gibi geliyor. Bende öyle bi boyun var ki, Tolga Garipoğlu‘nun boynu halt yemiş yanında. Biraz orantısız imal etmişler gibime geliyor. Kılların kattığı hacim gidince kafam boynuma göre küçük kalıyor sanki. Aynı Tolga Garipoğlu vallaha. Bi yandan da Umut Sarıkaya karikatürlerindeki tiplere benziyor. Dün zaten aynaya baka baka 15 dakika güldüm bu küçük kafalı herif ben miyim diye. Siz siz olun, kıllarınızın kıymetini bilin. Ama iş anı yaşamaya gelince Antarktika‘da olsanız bile kazıtın kafayı. Sonra baktınız, benim gibi kafayı küçük hissediyorsunuz, bende kıl bol, Deli Profesör Pazarlama aracılığıyla ayaklarınıza kadar sunarım. Ha bi de unutmadan kafayı kazıtırsanız dışarı çıkarken mutlak bolcana yağlayıp dolaşın, acayip seksi duruyor.

Ayrıca her ne kadar kıldan gözükmeyen kıvamda bi adam olsam da bu şarkıyı kellere armağan edebilirim diye düşünüyorum.

Yazı bittiğinde “Cenk ve Erdem – Noksan” çalıyordu.