Metallica – Death Magnetic (2008)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Evet sevgili okurlar, bundan gayri deliprofesor.com‘da yeni bir döneme geçmiş bulunuyoruz. 2 önceki yazımda tembelliğimden ötürü, bana belden aşağı sözlerle onur zedeleme bazında devinimde bulunan sevgili Buzcevheri‘ne teşekkürü bir borç biliyorum. Geçen System of a Down yazımdan önce “Kuşu kalkmaz, kuşu kuşu kalkmaz.” sözleriyle enzim görevi görerek beni yazı yazma isimli tepkimeye iten Buzcevheri’nden sonra dün de Kabakmeltemi‘nin nazikçe yazı isteğiyle bu girdiye dokunmaya başladım. Girdiye dokundukça, deniz kumundan yapıldığını farkettim, zira çok çabuk aşınıyordu. Ben de gidip derhal çimento katkısı yaptım. Görüldüğü üzere Buzcevheri hocam, bir insana Kabakmeltemi’nin yaptığı gibi tatlı dille de yazı yazdırılabiliyor. Bir Rottweiler’ı kan içirerek dövüştürmekle, okşayarak dövüştürmek aynı olmaz bittabi. Lakin mühim olan iyi niyet değil midir? Çok zehir zembereksiniz hocam, gorkuyorum. Blog, vurdurarak çalışan araba kıvamına geldi yalnız. Sağdan soldan bi iki el atıp iten olmazsa çalışmıyor gibi. Tabi bi okur Biyodizel katarken, diğeri nitro katabiliyor.

Yaklaşık 2 yıldır Metallica albüm çıkardı/çıkaracak safsatasını sürekli tekerrür halinde dalga dalga duyuyorum. Metallica’ya azıcık ilginiz varsa siz de benim kadar duymuşsunuzdur. St. Anger‘daki hayal kırıklığının üzerine açıkcası pek de heyecan uyandıramıyorlardı bende. Hele ki o “Bakın zor durumdayız, bu albümü böyle b.ktan çıkardık ama bi sebebi vardı.” manasına gelen Some Kind of Monster belgeselleri, bende o Metallica’nın kusursuz stüdyo, eğlence dolu garaj hayatı fantezisini sarsmıştı. Tabi ki bu denli önemli bi stüdyo sürecinde anlaşmazlık olmamasını düşünemeyiz ama esas kurucu 2 oğlan Lars ve James neredeyse kanlı bıçaklı düşman gibiydi. Nedir yani kardeşim, sonuçta bu bir zevk, bi keyif işi olmalı. Size eziyet haline geldiyse, dinleyicilere de o yırtılıp giden sesle, boğulup giden çalgılarla eziyet yaparsınız, kendinize acıttırırsınız. Terapi özelliğini müzik değil de, kel ve gözlüklü standart bir terapistin uyduruk kaydırık telkinleri taşıyorsa harbiden yapmayın bu işi.

Elindeki tek hata yapma kredisini St. Anger’da James’in psikolojik manyaklığı sebebiyle harcayan Metallica, bu sefer elinde resmi bir albüm çıkış tarihiyle (12 Eylül Cuma) ve tüm dinleyicilere yeni bir sayfa açma vaadiyle geliyor. Artık garaj hayatında anlaşamayacak kadar değiştiklerini düşündükleri için de, turneleri sırasında seyircilerinden aldıkları enerjiyle hazırladıkları bir albüm bu. Belki de sırf bu yüzden içimde bir umut doğurdular.

Nedendir anlamadım ama, bu umutları periyodik olarak parçaladılar da 1 yıllık bir süreç içerisinde. “Bakın biz bişeyler yapıyoruz, bekliyorsunuz ama g.t göbek büyütmüyoruz.” deme amaçlı üretim esnasındaki şarkı demolarını gönderdiler internetten. Ya da birileri yürütüp yaydı, pek de merak etmedim esasında. İlk çıkan demonun adı “Death is not the End“di. İsmi resmen bi teselli niteliğinde olan, olayı kaderciliğe bağlayan Metallica şarkısı, “Biz öldük, bizden bi cacık olmaz, ama siz bizi eski şarkılarımızla yaşatınız.” diyordu resmen. Tam anlamıyla bir garabetti. Ondan sonra piyasaya düşen 2 demosu da bundan farklı bir tat vermedi.

Sesi aşırı benzer birileri t.şak geçiyor diye düşündüm (Jaymz Lennfield?). Çünkü St. Anger’dan bile kontrolsüz öfkeli dandiklikteydi bu şarkılar. Bu denli kötü şarkıların üstüne 12 şarkılık bir demoları daha çıktı yaklaşık 20 gün önce. Ben tabi büyük bi hevesle yeni çıkacak albümdeki şarkıların oturmamış hali gibi düşünerek indirdim. Metallica’nın eski thrash metal tarzını düşünün, ama burda yapamıyorlar. Özgün bir kalıp yok yani. 12 şarkının ritmleri o kadar benzer ki, tek parça berbat bir şarkı dinlemiş gibi hissediyorsunuz. Alelade bir thrash metal grubundan daha da sıradan gibi. Tamamiyle trash bi demoydu anlayacağınız (Tıraş thrash). Her albümün ilk dinlemede aynı zevki vermeyeceğini düşünerek 2 değil, 3 değil, tam 4 defa bu eziyete katlandım, doğru dürüst bişeyler dinlemekten mahrum oldum. Ama bir şarkı bile kendini sürekli dinletecek kadar güzel değildi. Cidden kendilerini bu denli imha etmeye çalışmalarını anlayamamıştım. Perşembe, sinyallerini Çarşamba’dan hazırladı mıydıydı yoksa? Lars’ın çapulcu görünümlü babasının da benim gibi düşündüğüme eminim.

Uzun sakallı, hint fukarası tipli Lars’ın babası hakikaten ağır kelamlarda bulunmuş olacak ki, yeni albümde sunacakları, internete düşen son şarkıları “The Day that Never Comes” apayrı geldi bana. Girişinden, sonuna kadar çok yoğun kompozisyonları, tıpkı eski zamanlarda yaptığı gibi sunuyordu. O eski lezzet fazlasıyla vardı yani. O an anladım ki, üstüste bu kadar dandik şarkıları, dinleyicilerin beklentisini düşürme amacıyla sunuyorlardı. Lisede okuyan bir çocuk sınava girmeden sürekli ebeveynlerine 1 alacağım der, zayıf aldıktan sonra daha ufak bir öfkeli tepkiyle karşılaşır ya, belki de Metallica böyle bişey yapmak istemişti. O iğrenç şarkılarla kulak zarlarıma kısa devre yaptırıp, “Ulan bari, bu kadar berbat olmasın” dedirterek çıtamı düşürtmüştü belki de. Emin değilim ama bu yüzden hoşuma gitmiş olabilir mi diye düşünmüyor değilim. O kadar prodüktörü, organizatörü boşuna eşşek yüküyle para almıyor. İnsanlara bişeyleri nasıl satacaklarını çok iyi biliyorlar. Ama açıklanan şarkı listesinde “Unforgiven III” de var. Buna deli cesareti demek mümkün olmamalı. Çünkü o şarkı diğer Unforgiven’ların standardının altında olduğu an groupieler dahil grubu elinde meşalelerle cadı avındaki gibi kovalayıp cızır cızır yakacaklardır. Bu yüzden “Deli cesareti” değil de, yapılan albüme güven olarak algılıyorum bu hareketi.


Kaç yıllık grup lan, metalin kitabını yazmasa da zamanında çok iyi işler çıkardı. Eğer bu albüm de zorlamaysa, gerçekten artık bu işi para için yaptıklarına inanacağım. Albüm beğenilirse amenna, lakin yine garabetse, hiç belgesel melgesel yapıp, kendilerini acındırıp bi de ordan para cukkalamasınlar, bu işi bırakıp gitsinler. Tarih bütün grupları taşıyamayacak kadar şişti, Vikipedi veritabanı da. Dinleyecek grup çok, açarım Motörhead‘imi dinlerim. Hatta şu an kendimi hazırladım, dinliyorum. Siz de linkten demoyu indirip dinleyin bakayım, ben mi çok sinamekiyim yoksa?

Download Death Magnetic Demo (Pre release)

Ek-1 : Üstad Buzcevheri (Yurttaş Kane gibi oldu yalnız) yorumda bahsettikten sonra gördüm. Metallica bu yazımı yazdıktan sonra My Apocalypse isimli diğer singılını da sunmuş. Beklentilerim düştüğünden mi bilmiyorum ama yine o kadar kötü gelmedi bana. Yani orta halli diyelim. “Ooof koparmışlar babaaa. Metallica yine tarzını konuşturmuuş.” diyecek bişey yok. Kısacası The Day That Never Comes: 1 – My Apocalypse: 0,5 (Torunlarımıza anlatabileceğimiz güzel bi Unforgiven üçlemesi olsun yeter) (Siz bana inanmayın, Metallicaseverler üstüme çullanmasın diye böyle iyimser davranıyorum nıahahahaha.)


Ek-2 (03.09.2008) : B.ku püsürü tekrar tekrar farklı başlıklardan yayınlamayı sevmeyen bi tabiata sahip olduğumdan ötürü resmi çıkış tarihinden 9 gün önce çıkan gerçek albümü küçücük bir ek ile takdim ederim. Oradan oraya koşturmaktan doğru dürüst dinlemeye fırsat bulamasam da “Creeping Death” ile “Some Kind of Monster“ın birleşiminden The End of Line‘ın çıktığını ilk dinleyişte anlamayacak kadar salak değilim. Babalar, ilk günlere dönün dedik demesine de, şarkıyı aynen kopyalayın demedik ki. Herkesin merakla beklediği Unforgiven III‘e gelince günümüz bazı Heavy Metal gruplarının senfoni olaylarından etkilenmiş bir havası var. Dandik değil, ama Unforgiven payesine erişecek kadar iyi değil. Unforgiven serisi için “2-3 dinlemede güzelliği anlaşılır” gibi bir tabir olmamıştır hiçbir zaman. İlk dinlenişte alıp götürmüştür. Ama bu şarkı öyle değil, donuk, sönük, tutkusuz. Bazı şarkılar da belli dinleme tekrarından sonra tat verebilir. Heavy/Thrash metal piyasasında binlerce güzel albüm varken de kim bu albümü 3 kereden fazla dinler bilmiyorum.

Motörhead’in şu an çalan şarkısı belki de Metallica’nın geleceği için bir mesaj olabilir. Buried Alive diyor babalar. Mümkündür. Bu arada albüm kapağı kolpa olabilir, o kadar da araştırmadım.

I’m Genocide Mixed With Turkish Lies

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yapılan iş her ne olursa olsun, bir şekilde içine kişisel öfkenizi ve para hırsınızı boca ettiğiniz vakit iğrenç bir hal alıyor. Bunun öyle bi yal olduğunu düşünün ki, köpeklere verseniz dahi yemezler, veyahut domuzlara. Günümüzde insanların ellerinde tuttukları kürdanların bile reklam zekasıyla bir şekilde propaganda aracı haline geldiğini düşündüğümüzde içinde bulunduğumuz ortamın ne kadar ürkünç olduğunu anlayabiliyoruz. Herkes sesini duyurmak amacında, ama mantıklı konuşma derdinde değil. Bu sadece sesini yüksek çıkaranın duyurabileceği bir zamanda yaşamamızın sonucu sanırım.

Propaganda malzemesi olarak doğru şekilde kullanıldığında ceplerdeki şişkinliği en çok arttıran olaylardan biri de savaşlar tabi. Arka planda milyarlarca dolarlık silah satışlarının döndüğü bu sektörde (Evet, sektörden başka bi kelimeyi uygun bulamıyorum) sadece silah satanların parayı cukkalamadığını hepimiz biliyoruz. Her savaş çıktığında birkaç samimiyeti şüpheli müzik grubu çıkar ve savaşa karşı bir iki alengirli kelamla sömürülmeye, dinlediği şeye inanmaya hazır insanları söğüşlerler.

Sakın Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi gibi işini gerçekten içten yapan gruplara yüklendiğimi düşünmeyin. Zira onların özlemi her daim barıştı. Eski zamanlardaki kulağı kesik gruplarda samimiyetsizlik vuku bulduğunda o zamanın duyarlı rock dinleyicisi prim vermezdi zaten. Lakin şu an dünya kış uykusuna yatmış bir ayı kadar duyarsız ve umarsız. Her ülkede Irak Savaşı vaktinde belli başlı sahtekar müzisyenler parsaları topladı, hala da toplar. Kimileri müzik tarzını değiştirirken, kimileri sonradan peyda oldu. Mesela ülkemizdeki bu iğrenç savaş samimiyetsizliğinin simgesi de Mor ve Ötesi olmuştu o zaman. “Hedefini al, piyasanı al.” diyerek öfkesini şarkı ile böğürmek isteyen kitlenin ceplerindekini ve vicdanlarındakini bi güzel boşalttılar. O zaman da az kişi farkında oldu, şu an da öyle.

Şu an yine birileri postal seslerinin gümbürtüsünün, silahlarının uğultusunun yükselmesini bekliyor, çakal gibi. U2′nin folloş olmuş Bono’su gibi herkes bi şekilde yapmacık barış dolu dünya isteklerini yine savuracak. Onların aralarındaki samimi kitle ise ne yazık ki sömürülecek veya sesini duyuramayacak. Rusya ile Gürcistan birbirini yedikçe, savaş ittifak cephelerine sıçrayıp büyüdükçe kimi ülkeler kendini silah satışlarıyla ihya ederken, kimi şarkıcılar da “Dünya Yalan Söylüyor” şeklinde vatan millet Sakarya üçlemesini çekecek.

Sanatçılar tek koldan mı yer paraları peki? Tabi ki yemez, yetmez. Bu çakalların da alt kolları var kendi aralarında şekillenen. Mesela Björk gibi şuursuzlar konserine gittiği ülkelerin diplomatik durumundan bihaberken bile sahnesinde durduğu ülkeyi umulmadık bir anda yerebilir. Free Tibet diye bağırması onun için tabi ki kolay. Mühim olan, eğer bu gerçekten inandığın bir düşünceyse, seni parçalamaya niyetli binlerce insanın içinde arkandaki korumana güvenmeden bağırabilmek. Hatırlarsınız, kısa bi süre önce Türkiye’ye de gelmişti. Nobel ödüllü vatandaşımızın bile ülkemizi yerdiğini görüp, acımış olacak ki, Free Kurdistan, Free Armenia, Give East to USA şeklinde kombinasyonlar yapmadan gitti.

Böyle şarkıcılara acayip özeniyorum. Her ülkeye lazım. Tam anlamıyla kitle imha silahı özelliği görebiliyor çünkü Björk gibileri tek başına. Hele hele son zamanların yükselen değeri System of a Down düşman başına bile istenmeyecek türden. İşte bizim bahtsız bedeviliğimiz de bu derece. Nerede kendi branşında zirvede adam varsa, Türkiye’ye tek başına savaş açıyor. Hani diyecem ki, “Ulan biz de bi tane böyle şarkıcı yetiştirip Ermenistan’ın, Yunanistan’ın başına atalım.” Ama Vehbi’nin Kerrakesi o şekilde işlemiyo ki. İki dirhem meşhur olan adam, “Ben ülkede yaşayamam baba yaaa, bu ülkeye fazlayım, beni anlamıyorlar, yaşam şartları kötü, bok gibi ülke lan bu.” ayaklarına giriyor. Zaten o yüzden olimpiyatlarda hiç altın madalya çıkaramadığımıza seviniyorum. Michael Phelps‘e de üzülüyorum. Adamın ruhunda mütevazilik olsa dahi kanı bozuk Amerika kansız yapar koyar onu. Rusya’nın başına bela eder. Torpido gibi sahilden koyar da geçer Speedo LZR mayosuyla.

Her neyse efenim System of a Down safkan Ermeni’lerle oluşan kadrosuyla piyasaya ilk düştüğünde “Köpekler ve Türkler giremez” isimli sahne efsanesiyle yayılmıştı müzik severlerin kulağına. Tabi bu bana Ozzy Osbourne’un civciv ezme efsanesi kadar tıraş ve tırt bi söylem gibi geliyordu. Meğersem bu herifler harbiden bu denli naneler yiyormuş. Bu durumdan da Mesmerize/Hypnotize isimli albüm silsilesinin 2.si Hypnotize’daki Holy Mountains şarkısını dinlerken emin olmuştum. O anki şok hala aklımdadır. Onlar Türklere “Katiller, i.neler, Aras’a geri dönün” dedikleri an beynim zangır zangır zonkladı. Kendi halimde bireysel olarak epeyce küfrettim küfretmesine ama onlar kitlelere çoktan benimsetmişti bu şarkıyı. O andan itibaren de son derece bağımlısı olduğum System of a Down’ı dinlemeyi zorla da olsa bıraktım.

Bu cacıkların yakın zamanlarda solucan gibi birkaç parçaya bölünüp müzik hayatlarına devam ettiğini biliyordum ama aynı şekilde müziği propagandalarına alet edeceklerini düşünmezdim. Yine de herkese karşı paranoya duyması gereken bi Türk vatandaşı olarak, şayet propaganda yapıldıysa, üzerime düşeni yapmak, yani bolca küfür savurup, ana avrat düz gitmek amacıyla Daron Malakian ve John Dolmayan‘ın kurduğu Scars on Broadway grubunun aynı isimli albümünü indirdim. Bu sefer de Japon motifiyle bezenmiş Exploding/Reloading şarkısı beynimi nöronlarını skertti. Yine soykırım siyaseti yapıp, Türklere yine yalancı diyorlardı. “Oh, en azından bu sefer i.ne dememişler bize.” dedim. Yok lan tabi ki öyle demedim. Şu an pişman da olsam, o anki sinirle Youtube videolarının altına yazılan küfür dozajında kalayı bastım şarkının Last.fm’deki sayfasına.

Daron’la John’a verebileceğim son şans da bu şekilde heba oldu gitti. Halbuki ben cidden isterdim ki, böyle mükemmel tınılar çıkaran Ermeni bi grupla geçmiş muhasebesini kapatalım, yılda bi kere konserimize gelsinler, yan yana bayraklarımızı açıp tek ağızdan şarkı söyleyelim. Ama iki ülke de bazı şeyleri kabullenmek için gerçekten çok ilkel. Mazide kaldığımız sürece de birbirimizi paralayıp duracağız bu şekilde yıllarca. Lan keşke Dünya tek parça olaydı. Sen, ben olmayaydı, biz olaydık. En azından bu denli toprak hırsı olmayaydı.

Mecburen gururuma yediremeyerek, bu albümü ve grubu da kenara atmak zorunda kaldım haliyle. Ama System of a Down kökenli elemanların elinde öyle bi yetenek var ki, en az bir insanın sigarayı bırakırken harcadığı kadar efor sarfetmeniz gerekiyor. Bu sefer irademe sahip çıkamadım zaten. O güzel kelime oyunlarıyla süslenmiş, orjinal tekerleme tadında tınıları küfrede küfrede dinledim. Onuruma ihanet ettiğim için bi yandan da kendime küfrettim. Sevgilisi tarafından sürekli küfüre, dayağa maruz kalıp da hala ondan ayrılamayan kadınlar gibi dımdızlak hissettim kendimi. Küfrede küfrede yapılan 4 albüm dinleme tekrarından sonra kendimi Scars on Broadway’i de bırakabilecek mertebede buldum. Gerek Holy Mountains, gerek Exploding/Reloading o kadar güzel melodilere sahipti ki, başka şeyler anlatsa defalarca dinlenirdi.

Olup olmadığı belli olmayan şeyleri müziği üzerinden satıp, müziğini olup olmadığı belli olmayan şeyler üzerinden satan herkese karşı öfkeliyim. Eğlenme amacıyla dinlediğim şu değerli melodileri bile kirlettikleri için. Hani bu lavukların Türkiye’ye gelmelerine ihtimal vermeyenler var ya, aha şuraya yazıyorum, elden ayaktan düştükleri vakit gelecekler. “Ben yaptıkları müziğe önem veririm” diyen g.t kafalı kitle de bu aleyhimize yapılan propagandaları yalayıp yutacak. Hatta sahnedeki elemanları, camide namaz kılan Ahmedinecad’ı öpmeye çalışan yeşil sermaye mensubu kitlenin yaptığı gibi sevgiyle karşılayacaklar. Hatta bakarsınız Björk’ün yapamadığını biz yapıp System of a Down’la kol kola Give Turkey to Armenia diye bağırırız kim bilir? “Fuck Me Jesus” diye g.tünü yırtan anti müslim, anti christ, aslında anti herşey olan dengesiz-bi nevi nihilist grup Marduk bile Türkiye’ye geldikten sonra ne olacak? Bu ülke ne dumurlar yaşadı.

Bi tane çok meşhur olup da ülkesine b.k atmayan, hatta bolca öven adam var, onu da kimse sklemiyor zaten. “I Kiss You” diye diye barış tohumcukları yayarak nereye kadar zaten hacı? İnternet Mahir‘den bahsediyorum. Aslında bu herifi Pavlov’un köpeği yönteminin daha gelişmişiyle düşmanımız olan ülkelere karşı düşman olarak şartlasak hepsini devirir geçer gibime geliyor. Zaten deve gibi adam, al koskoca Ermenistan’ı gölgesine koy. Vallaha vatani hizmet herşeyden üstündür. We are the world, we are the children.

Ulan yeter be, vallahi şu sıcak yüzünden “Ay poliiis, gözü kör olmayasıcalar, aaaay itfaiyeeee yetişin ayoooool, yanıyorum gözünüz kör olmasın.” diye bağıracağım balkondan nonoşlar gibi.

Out of Service

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Tahmin ettiğim kadarıyla bi müddet daha yokum. Burada yokum da, olmadığıma değecek, yazdıkça insanları güldürecek anı niteliğinde tatil maceraları yaşıyor, tatil mecralarına kapılıyor muyum? Hayır. Peki bilgisayar başına oturup şu gavur encüğü sıcağında bişeyler yazsam daha mı iyi olurdu? Sanmam, belki de beynin çok değişik çalıştığı bu safhada bestsellara girebilecek satırlar çıkardı. Lakin sürekli sürpriz yumurta çıkma ihtimali var hayatta zati, bekleyemem ki. O elliyle gitsin, ben yetişirim.

“Vay nasını” diyorum kendime bu aralar. Günübirlik yazan dağ gibi bebe eridi gitti. Sıcakların bu denli iştah kaçıracağını tahmin etmezdim. Hadi onu geçtim, artık yazdıklarımı bile beğenmez oldum. Uyku düzenini tutturamadım. Olduramadım, ettiremedim, falan da fıstık. Zıçan Adam‘ın fırtınadan önceki sessizliği kıvamındayım. Gözler “voink voink” diye dönüyor. Bi yandan da “Neredeyim ben adamı Tunç“la benzeşmeler ya da örtüşmeler yaşamaktayım. “Benzeşmeler ya da örtüşmeler” demek de ayrı bi tabirleştirim hareketiymiş. Rock & Roll’aRock and or roll” demek gibi sanki. Manyaklık aşamasına ulaşmadan bi önceki leveldayım sanırım. Kendini sorgulayıp duruyorsun ya, aha ondan. İnşallah bu kısımı zayiatsız atlatırım da Nietzsche gibi yarılmam ortadan. Esasında Diyojen gibi, bi varilin içinde bi lokma, bi hırka şeklinde yaşayacak kıvamda deliliğe de razıyım. Onu bunu bilmem de şu teknoloji çok yoruyo adamı be. Düşünüyorum bazen bi daktilo alıp, pipomu tüttürken yazacağımı çizeceğimi onunla halledeyim, sonra sokakta dağıtayım bildiri gibi. Bi de şişe camından gözlük takıp, geniş pota sakal yaptım mıydı tamamdır. Neyse ağalar, paşalar, ayrılmak isteyen ama söyleyemeyen karılar gibi oldu söylemim.

-Zamana ihtiyacım var Aleksandır.
-Dur daha sen taze gelinsin Şirella, eskiteyim hele bilhassa kabul etmezsen zorla müdahil olurum ona göre, evet yaparım bunu.

Seks Her Yerde : Roger Dodger (2002)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Çocukluğu ve ergenliği boyunca sadece bilgisayar başında beyhude vakitler geçirdiği için sonrasında sosyopat kimliğe bürünen koskoca bir gençlik ordusu oluşuyor Dünya çapında. Bir kısmı ilk cinsel aktivitesinden sonra bilgisayarı, işi gücü bırakıp kızların peşine düşerken, diğer kısım insanın doğasına ait olmayan, bu karmaşık gibi gözüken gerizekalı aletin başında gerizekalı oluyor. İşte dünyada genç – yaşlı dengesi bu yüzden hiç sabit durmuyor. Sevişen ve bilgisayar başında çanak büyüten insanların her geçen senesini farklı katsayılarla çarpmak gerektiği kanaatindeyim. Aktiviteden aktiviteye koşan, en azından bir şekilde sınırları zorlayan bir insanın her geçen senesini 0,5 ile çarparsak, diğer bilgisayar moronlarını da 2 katsayısıyla çarpmamız gerekecektir. Bi de bu acınası durumu izole edebileceklerini sanarak, hayat felsefesi gibi gördükleri osuruktan bi kılıf uydurmuşlar ki sormayın gitsin. Kendilerine geek diye hitap eden bu güruh bolca bilgisayar ve bolca film etkileşimi haricinde somut bir beden veya sosyallik etkileşimi yaşamıyor. Zaruri olmadığı sürece evin kapısından çıkıp da bir güneşin lezzetine bile baktıkları görülmemiştir esasında. İşte ben bu türlü aşırılıklara oldukça içten küfrediyorum. Niye insanlık olarak sürekli bi kesim her şeyin aşırısına kaçıyor? Emolar niye sürekli tepeden fotoğraf çekip her bi b.ka aşırı tepki gösteriyor? O değil de bir gün bu geekler ve emolar G-2 zirvesi (Gerizekalı 2) yapıp, güçlerini birleştirmeye kalksa ve XP sistem hatası verdiğinde intihar etmek isteyen kitleler oluşsa ne fena olurdu değil mi? Ölmüyo da şerefsizler, duygusal kisvesi ayağı altında yapmacık davranışlarda bulunuyorlar.

Bir de geldiği yaşına kadar elini ayağını suya sabuna dokundurmamış, yani ne bilgisayar başında ne de sosyal ortamlarda ömür tüketmiş insanlar vardır. Ki bence G-2′den daha iyidir. En azından istediğin şekli verebilirsin, olması gereken şekli. Tabi bu şekli vermek de bildiğiniz üzere her mahallede en az bir tane bulunan, sahiplenicilik üstlenen bitirimlere aittir. Hayatındaki cinsel boşluktan dolayı 50 yaşında gözüken bu gencimizi hayata kazandırmak amacıyla bitirimimiz derhal en yakın keraneye götürür ve parasını da karşılar. (bkz. Skmedim, sktirttim daha ne yapayım bee?) Bu hem oğlan, hem de mahallenin bitiriminin sokaklardaki itibarı açısından çok önemlidir. Zira ilk ilişkisini yaşadıktan sonra mahallenin bitirimini dünya ahiret kardeşten sayan oğlan, neredeyse etrafındaki bütün insanlara keranedeki deneyiminin detaylarını anlatır. Bu da mahalle bitirimine çoğu cinsel ilişkiden daha derinlemesine bir haz sağlar açıkcası. Bi tanesine denk gelmiştim, dinlerken bayağı bayağı yarılmıştım gülmekten. Kadının prezoyu ağzıyla takışını bile anlatıyordu göstererek. Eskiden de görmüş olduğum, vakti zamanında 50 yaşında gözüken o oğlanın kerane seansından sonra gözlerinin içine bir daha baktım, resmen hayat ışıkları fışkırıyordu. Para boşa gitmesin diye içtiği biraların kadın üzerinde olumsuz yarattığı uzun süreli etkisine kadar anlatmıştı. Sonuçta kapıda müşteri bekler, her ne kadar tatmin etmeye çalışsa da işini kısa bi sürede bitirmesi lazım, işin içine bira girince de pek mümkün olmuyor. Bir kişinin mutluluğu herkese faide sağlıyor esasında. Mado’nun garsonu olduğu için arada bolca bedava tavuk göğsünü götüren kişi olarak mutluluktan ufak bir pay da ben almıştım. Ben de o kadar tavuk göğsünün verdiği mutlulukla kime ne iyilik yaptım kim bilir.

Her ne kadar kendi babafingosundan başka bişey düşünmese de yeğeninin yüzü gözü suyu hürmetine bitirimlik adına kolları sıvayan bir Roger var filmde. Sürekli çenesi laf yapan, ve ettiği cesur sözlerle çoğu kadını bir gecelik ilişki doğrultusunda etkileyen bir adam. Bir gecelik diyorum, adamın adı boşuna Roger Dodger değil. Başı sıkıştığında derhal topukluyor. Torrentten istediği dosyayı indirdikten sonra seedlemeyi kesen vur-kaççılar gibi. İşini gördüğü insanla bir daha birlikte olma düşüncesinde değil. Filmin uzunca süren ve sadece Roger’ın dil döktüğü ve bolca Rezervuar Köpekleri‘ni andıran masa sohbeti sekansından sonra görüyoruz ki bu sefer asıl “Dodger (Kaçar)” Roger değil. Patronu olan kadın bir daha cinsellik ve sevgililik anlamında görüşmeyeceklerini söylüyor. E, haliyle iktidarı kırılmış olan bir eril olarak bu sefer kovalamak Roger’ımıza düşüyor. Bu hikayenin arka planda dönen ilk kısmı.

İkinci olarak da amcasının maharetlerinden haberdar olan Nick, sırt çantasını yüklenip geliyor ve ondan bu konuda destek istiyor. Çünkü kendisi biraz önce bahsettiğimiz binlerce tipten biri. Kendine göre büyük gibi gözüken dertlerin yanında bir de yeğeniyle uğraşmak istemeyen Roger, sonradan yufkalaşıyor ve kendi soyundan bi oğlanın kız meselelerinde bu kadar pasif olmasını kabullenemiyor. Tabi her öğretideki gibi asıl aşamaya geçmek için bir takım inceleme gerekiyor. (bkz. Chosen One hesaaabı) Bu yüzden yeğenini sokağa çıkarıp, etrafındaki kadınların çokluğunu göstererek, kafasına seksin, daha doğrusu se
ks yapabilme şansının her yerde ve çok yüksek
olduğunu sokmaya çalışıyor. Bunu bir şekilde farketmeden fırsatçılık yaparak yanlarına yaklaşamayacağını biliyor çünkü.

İlk testten geçer notla da olsa geçebilen Nick için artık amcasının öğretileriyle dolu gecenin kapıları sonuna kadar açılmıştır. Roger film boyunca iç (bar, parti) ve dış ortamlarda yeğenine bu konuda cesaret aşılamaya çalışırken çoğu zaman da kendi tecrübelerini baştan düşünmeye ve kendisini yargılamaya başlıyor. Tabi huylu huyundan tam olarak vazgeçmeyeceği için kadın patronuyla da uğraşıyor bir yandan paralel hikayesinde. Yeğeninin üstüne bir gecede yüklediği aşırı derecede yükü, onu son çare olarak genelev gibi berbat bir yere götürüp, oradaki fahişenin eline bıraktığında fark ediyor Roger. O andan itibaren de, asıl doğru olanın insanın bu denli önemli ilk deneyimleri zoraki yaşamaması, akışına bırakması gerektiğini anlıyor.

Film başlangıçtaki-devamındaki uzunca diyalogları ve anlattığı hikayesi itibariyle yetişkin filmi gibi görünse de, sonradan Nick ile ilgili irdelemelerin akabinde aslında gençler dahil, tüm insanlara cinsellik konusunda önemli mesajlar verdiğini görürüz. Campbell Scott‘un ete kemiğe bürüdüğü Roger gibi iğneleyici sözleriyle izleyiciyi kendine gıcık ettiren karizmatik bir karakterin bile hafiften adam olabileceğini görürüz. Tabi yine kendi mesleğini uygulamaya yetecek oranda azaltacağını biliriz denyoluğunu. Sonuçta o bir reklamcı ve dediği üzere “İnsanlara yeni birşeyler satmak için onlara kendilerini kötü hissettirmelisiniz.

Yazı bittiğinde “Markus Grosskopf’s Bassinvader – The Asshole Song” çalıyordu.

Serbest Porno Film İsim Uyarlamaları

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Aziz Nesin ne demişti efendim, hatırlayalım bi “Previously on Lost” şeklinde: “Türkiye’nin yüzde 60′ı sinefildir“. Havayı koklayan türden bi adamdı rahmetli. Bu oranı bakkal hesabına vurursak, 3 aşağı 5 yukarı, sokakta gördüğümüz her iki adamdan biri sinefil oluyor. Yani sinemaya karşı bi hassasiyeti var. Peki bir sinefilin özelliklerini yüzeysel bir şekilde sayarsak neler çıkar? Aşırı sinema sevgisi, kötü filmlere nefret, karmaşık senaryo aşkı, kült film arayışları, herkesin izleyemediği, bulamadığı daha derinlerdeki filmleri izlemek. Uydurmuyorum, sokağımızdaki insanların yüzde 50′si umursuyor bunu.

Mesela bu kültçü kesim asla ve asla pornonun konusuzunu izlemez. Konusuz dediklerimizde bildiğiniz üzre “Giriş, gelişme, sonuç” bölümlerinden ziyade yalnızca “Giriş” bölümü vardır. Sinema sektörünü sekteye uğratan, film mezarlığına çeviren bu yapımları takip eden yüzde 40′lık kitleyi yadırgayamayız ama. Bu insanların sinema aşkı, zayıf kalan olay hikayesi yapısı üzerine kuruludur. Milyon dolarların yatırıldığı, lakin senaryosu beş para etmez Hollywood aksiyonları gibi, çekimleriyle bi şekilde kotarırlar olayı. Bir de konulular vardır ki, işte sokağımızdaki yüzde 60′lık kesimi “Derin” hikaye yapısı itibariyle alır götürür.

Porno filmler bildiğiniz üzere kısıtlı bütçe ve kısıtlı eleman (Genelde 1 erkek 1 kadın veya 2 erkek 1 kadın) sayılarıyla çekilen, sadece “Konulu” olanları sanatsal filmlerdir. Lakin insanların aşırı ilgisine karşın, korsana gösterilen rağbet sebebiyle çok da gelir elde edemezler. Bu sebepten ötürü de Hollywood’daki filmlerde olduğu gibi yüzlerce kişilik senarist ekipleri çalıştırılamaz. Nasıl ki Goethe’nin Faust’u, Japonların yüzlerce filmi Hollywood tarafından alınıp defalarca uyarlandıysa, porno sektörünün de serbest uyarlamaya hakkı olduğunu düşünüyorum. Zaten bildiğiniz üzere, hikaye temellerini sabit tutsanız dahi, anlatım tarzını değiştirdiğinizde ortaya bambaşka tarzda filmler çıkabilir.

Her ne kadar Vivid gibi sektörün tekelleri bir şekilde senaryosunu üretebilse de, merdiven altı diye tabir edebileceğimiz bağımsız porno yönetmenlerinin gücü yetmez. Sinema tarihinde oldukça büyük izler bırakan filmleri seçerler ve yedinci sanat kılıfında bambaşka bir anlatıma bürürler. Zaten düşündüğünüz vakit Fight Club gibi çok geniş spektrumlu filmlerin senaryosunun ufak bir dokunuşla bile yepyeni seyirlikler yaratabileceğini farkedersiniz.

Kısık bütçeyle, özgün porno uyarlamaları tamamlandıktan sonra, sıra önceden belirlenmiş isime gelir. Ki bunlar genellikle kelime oyunlu isimlerdir. Yani serbest uyarlamaya tabi tuttuğunuz filmin adını bir şekilde hatırlatmalı ki, bu şekilde müdavimler aradıklarına daha kolay ulaşabilsin. Fight Club demiştik örneğin, bu filmi iki şekilde uyarlayabiliriz; Fag Club ya da Fuck Club. Bu durumda farkettiğiniz üzere isimlerden bir nevi cinsel tercihler farkedilebiliyor. E haliyle, 1 erkek ve 1 kadının oynadığı sanatsal bir filme Fag Club adını vermek garip kaçacaktır. Bu yüzden yazmadan önce başlığını atıp, ondan sonra başlığa göre yazanlar gibi düşünür bir porno yönetmeni. Fag Club filmine kuracağımız ortam gayet bellidir: Nonoşlardan kurulu bir Underground kulüpte, cinsel isteklerini tatmin edemeyen erkekler, eline geçeni tutar ve uzunca bi süre raylı sistemden geçirir. Filmimizi tamamlayıcı olarak bir adet can alıcı replik de gerekmektedir haliyle: “Bugün nonoş kulübündeki ilk günün, o zaman vuruşacaksın!” Tabi ki ben bir porno yönetmeni olsam, izleyici kitlemi sadece gaylerle sınırlandırıp, daha düşük gelire fit olmam. Büyüğüyle küçüğüyle herkesin izleyebileceği bir aile pornosu olmalı.

Uzun bir arayış sonunda siz sinefillerin arşivini tamamlatmak ve ufkunu genişletmek amacıyla porno türündeki serbest uyarlamaların en güzel ve en yaratıcı isimlilerini derledim ve kısa kısa da olsa kritiklerini yazdım. Özellikle günümüzde güzel senaryoların uyarlanmadığını düşünürsek bu konudaki açlığınıza ilaç gibi gelecektir.

Schneider’s Lust (Schindler’s List) : Ağır sanayide Almanlar tarafından bedavaya zorla çalıştırılan, hatta ismi bile zorla Alman ismi yapılan Yahudi terzi Schneider, günün birinde yanına yaklaşan bayan Alman subayı farkeder ve öldürülen yığınla Yahudi’nin acısını çıkarır. Bayan subay da gidişattan ötürü durumdan oldukça memnundur.

A Cockwork Orange (A Clockwork Orange) : Alex ve ona imam osurduğunda zıçan cemaat gibi bir bağlılıkla eşlik eden yanındaki 2-3 zibidi sokaklardaki masum insanlara korku salmaktadır. Bir gün pabuç pahalı gelir ve dev yarasa bir adam bunları 6 adet hemşirenin eline teslim eder. Pavlov’un şartlı reflekslendirme tedavisi sonucu mottoları savaşmaktan, sevişmeye kayan bu zibidiler film bitene kadar 6 hemşireyle bir etkileşime girerler.

Sex Files (X Files) : Yıl 2056. Dünya uzaylıların işgaline uğramıştır. Yalnız bu uzaylılar bizim bildiğimiz koca kafalı, geniş ve kısa gövdeli uzaylı tasvirine uzaktan yakından benzememektedir. Hatta hepsi, firesiz şuh kadınlar ve kaslı erkeklerdir. Dünyadan tek istedikleri de…

Shaving Private Ryan (Saving Private Ryan) : Aşırı kıldan muzdarip Er Ryan’ın çüksel bölgesi 1 saat içinde tıraşlanmazsa, kılların çektiği enerji sebebiyle hayatını kaybedecektir. İşte o an çadırdan içeri bir cesur Jenna Jameson kılıklı asker girer ve tıraşın akabinde olaylar gelişir.

Whore of the Rings (Lord of the Rings) : Silvia çoğu kadın gibi yüzük, mücevherat vb. düşkünüdür. Lakin bu kadının farkı, mevzubahis yüzük için yapmayacağı şey olmamasıdır. Evliliğin sembolü yüzük için evliliği ayakta tutan bütün ahlaki değerleri hiçe saçan Silvia’nın yüzüğe ulaşırken kendisini adeta bir fahişeye çeviren bu ibretli maceraya tanık oluyoruz.

V for Vagina (V for Vendetta) : İşte karşınızda tam anlamıyla düşük bütçeli bir B filmi klasiği. Rodriguez’in tabanca montajlı ayağından esinlenen yönetmenimiz, adeta kötülerin düşmanı, kurşun saçan, ölüm makinesi bir vajina yaratır. Yönetime tam anlamıyla el koydukları son sahnede çoğalan vajinalar meydanda vücutların temas etmesiyle farklı hislere kapılırlar ve olaylar gelişir.

Batman in Robin (Batman and Robin) : Seyircileri her anında hop oturtturup, hop kaldırtacak türden bir aksiyon. İzleyici kitlesinin yalnızca gayler olması sebebiyle düşük hasılat yapmasına rağmen kült olma potansiyeline sahiptir. Batman’in oğlanlara ve üstüne üstlük erkeklere karşı aşırı ilgisi vardır. Bir aksiyon anında Robin’in çatıdan düştüğünü görür. Düşmek üzereyken havada kapar ve sıkıca sarılır. O an Robin’in de kendinden büyükçe erkeklere ilgi duyduğunu farkeden Batman, atraksiyona girmekte çok da gecikmez.

I Know Who You Did Last Summer (I Know What You Did Last Summer) : Senaryo biraz daha kuvvetli ve yönetmenin çekim planları biraz daha derinlemesine ve kuvvetli olsa, klasikler arasına girebilecek türden bir film. Ama hikaye yapısı ve oyuncuların üstün performansları sebebiyle izlenebilir. Aslan kürekli Richard dünya çapında tanınan, itibar duyulan bir ailenin çocuğudur. Bir gün kimseciklerden habersiz 19′luk çıtır Angelina’ya tecavüz ettiğini sansa da, aslında onun bu montajına karşı şantaj yapacak bir gizli adam vardır. Aslan kürekli Richard’ımız işte o adamı bulana kadar çok canlar yakar çook.

How I Get Your Mother (How I Met Your Mother) : Hayatı günübirlik ve peşisıra gece ilişkilerinden ibaret olan Teddy Bear’ın bir gün bu ilişkilerden tiksinip tek eşliliğe geçeceğini söyleyeceğimi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Yaşlanmış Teddy Bear 2060 yılında arkadaşına annesiyle nasıl da şehvetli bir etkileşime girdiğini anlatır. Arkadaşı ise gayet olgunca karşılar, sadece tercihlerinden dolayı Teddy Bear hırpalanacaktır bu sefer.

Chitty Chitty Gang Bang (Chitty Chitty Bang Bang) : Yeryüzünden insan düdükleme rutininden sıkılmış olan Johnny, bir gün arabasının uçtuğunu farkeder ve bunu farkettiği an yaptığı ilk şey, arabanın içine 2-3 hatun doldurup İstanbul Boğazı semalarında fantezi yapmak olmuştur. Bir süre sonra bundan da sıkılan Johnny’nin dramına tanık oluruz filmin 2. yarısında.

Edward Penishands (Edward Scissorhands) : Gerizekalı ve gay bir bilim adamı tarafından kendini tamin etme amaçlı üretilmiş bu ucube, bir gün makyaj malzemesi satıcısı bir kadın tarafından bulunur. İlk başta ellerinin sadece penis olmasından korkan kadın, bu adamın mahalledeki azgın kadınları frenleyeceğini ve paraları cukka yapacağını düşündüğü için mahallesine götürür. Bu konuda gerçekten de maharetlidir Edward. Film boyunca maharetlerini izler dururuz.

Bang of Brothers (Band of Brothers) : “İnsan insanı sker mi?” sorusuna imgesel irdelemeler yapan bir klasik. Lakin bu soruyu “Kardeş kardeşi sker mi?” sorusu üzerinden yöneltiyorlar. Epey acı verici bir durumdur ki, metaforik anlamda tüm bunlara tanık oluyoruz. İzlerken gözyaşlarınız sel olacak.

Meet the Fuckers (Meet the Fockers) : Tam anlamıyla bir “Anasını sen al, kızını da ben” filmi. Tabi durumun daha ileriye taşındığını söylesem pek de şaşıracağınızı sanmıyorum. İki köklü aile, geliniyle, kaynanasıyla aynı evde birbirlerini severler de severler.

Fantastic Whores (Fantastic Four) : Cinsel açıdan özel güçlerle donatılmış 4 adet mutant adeta 900′lü hatlar gibi kendilerini şehrin cinsel tatminsizliğini çözmeye adamışlardır. Nerede bir tatminsizlik mevcutsa orada biterler. Diğer 3 adam normal tatminsizlik durumunda gitse de, “Kaya Adam” yalnızca Rolling Stones gibi “I Can’t Get No Satisfaction” diye haykıranların göz bebeğidir. Tatmin olmuş bir şehir düşünün, kimse kimseyi eften püften sebeplerden bıçaklamıyor. En iyi suçla savaşma yöntemi bu olurdu sanırım.

White Man Can’t Hump (White Man Can’t Jump) : Tam anlamıyla bir azim öyküsü. Beyaz destekçisi, hafiften ırkçı yönetmenin cinsellikte zenci hegemonyasını kırmak üzere yaptığı bir film. Arkadaşı zenci Johnson’ın tuttuğunu devirmesinden ötürü hep bi eziklik hisseden, tatminkar olamayan beyaz Tom, bir gün kondüsyon çalışmalarına başlar ve “Johnson birse ben iki götürüyorum uleeen!” durumuna getirir olayı.

Lust Tango in Paris (Last Tango in Paris) : Öyle filmler vardır ki, esinlendiği filmden bile daha iyi iş çıkarır. İşte bu film de onlar
dan. Orjinalindeki cinselliğin dozunu ve kullanım şeklini beğenmeyen usta yönetmen Van Damage, “Şehvet öyle değil, böyle olur der” ve kahramanlarımız film boyunca cinselliği irdelemek adına birbirlerini irdelerler kutu gibi bi odada. Adeta tavşanlar gibi durmaksızın irdelerler.

Tits a Wonderful Life (It’s a Wonderful Life) : Tek amacı bulunduğu kasabadan uzaklaşıp, sadece dünyayı keşfetmek olan Corc, kardeşinin zoruyla gittiği baloda bir bayanla ilk temaslarını yaşar ve adeta bağımlılık yaratır. Kendini sürekli birilerine yumulurken bulan Corc, bir gün kasabada hiç yumulacak bir kadın bulmadığını farkedince intihar etmeye kalkar. Sonra ilahi müdahaleyle birlikte sokağa çıktığında, aslında her kadınla bir kere yapmaması gerektiğini farkeder.

From Lust Till Dawn (From Dust Till Dawn) : Zombie slasher türünün, pornodaki teen slashera uyarlanmış hali. Girdiği bir gece kulübünde bir kadının ayağından şarap içtiği an azgınlığını körükleyemeyen Tarantor o azgınlıkla birlikte tüm gece kulübündekilerin üstünden gelebileceğini söyler. Yalnız Tarantor’un tadına bir bakan bi daha istemektedir. Bu sebepten ötürü Tarator işini gördüklerini, bir daha istemesin diye öldürür ve iflahı kesilse de hepsinin icabına bakar. Ortalık da bayağı leş kokmuştur hani.

Bir sinefil için tabi ki izleyeceği filmler hiçbir zaman bitmez. Ama diğer filmlere geçmeden önce ilk olarak bu klasikleri izlemenizi, daha sonra da daha spesifik zevklere hitap eden Blair Bitch Project, Nirvanal, Reservoir Cocks, Black Hawk Up, Pump Friction, The Empire Stikes From the Back, The Italian Blowjob, Breakfast on Tiffany, The Sexorcist, Cream Theater, One Blew Over the Cuckoo’s Breast, Fun With Jane’s Dick, Lock Cock and Two Smoking Bimbos ve 2001 : Big Bust Odyysey isimli filmleri izlemenizi öneririm. Zaten siz o filmleri izleyip filmografinizi geliştirene kadar ben bu filmler hakkında da topluca bir kritik yapmayı düşünüyorum. Unutmayın, filmler bilinçsiz izlendiği zaman katkısından çok zararı dokunur.

Yazı bittiğinde “Joe Satriani – Andalusia” çalıyordu.