Weird Al Yankovic – Smells Like Nirvana

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Weird Al Yankovic isimli manyağı ilk olarak biraz sonra aşağıda izleyeceğiniz klibiyle tanımıştım esasen. Klibindeki yüksek miktardaki manyaklık sebebiyle beynimin bi yerlerine kazındı. UHF isimli filmindeki TV dünyasına karşı uyguladığı skertici komediyle de gönlümde apayrı bi yeri oldu. Özellikle o filmde tanışma şerefine eriştiğim Conan The Librarian
tiplemesi oldukça zekiceydi. Kitapları geç getirdiğinizde elinde baltayla sizi ortadan ikiye yaran bi kütüphaneci düşünün. Aslında her kütüphaneye lazım gibime geliyor. Weird Al Yankovic’ten kısaca bahsetmek gerekiyorsa, bu tür kelime oyunlarıyla insanları eğlendirmeyi oldukça seviyor. Ama son zamanlarda gördüğümüz Scary Movie türü garabetler gibi boyundan büyük, altında ezildiği filmlerle dalga geçiyormuş gibi yapmaya çalışmıyor, gerçekten dalga geçilecek konuları ve durumları bulup arkasını sağlama alıyor. E haliyle insan tanıyıp da tanıdığına pişman olduğu belli başlı videoları ve şarkıları bu eleştirel süzgeçten görünce orgazm olabiliyor.

Esasen dalga geçtiği şarkılar gerçekten önemli olsa dahi, sözlerinde ve kliplerinde kullandığı üstün zekası hiçbir zaman sanatçıların altında ezilmiyor. Bu ezim bazlı şarkı ve kliplerden en iyisi şüphesiz Nirvana’yla ve birincil olarak Kurt Cobain’le dalga geçtiği Smells Like Nirvana. Nirvana’nın klibinin orjinal halinin bile aşırı derece komik durduğunu düşünürsek, bu klibin ortadan yarma potansiyeline sahip olduğunu söylemek yalan olmaz. Nitekim öyle de oluyor. Klibin hedefleri arasında en önemlisi, sözlerin de bütününü kaplayan, Kurt Cobain’in sümsük duruşu ve ağzından çıkan, lakin içi bilyeyle doluymuş gibi anlaşılmayan sözler. Bu bilye olayı görsel olarak da klibimize tezahür ediyor. Bunun yanında hademenin orjinal klipteki komik davranışları, aynı hademe tarafından geyik klibinde daha da komikleştiriliyor. Buradan da aslında bu klibin savaş değil, salt eğlence amaçlı çekildiğini anlayabiliyoruz. İlk klipteki saçma sapan hareket eden insanlar bu sefer iyice çığrından çıkarılmış. Herkes birbirinin kolunu, bacağını, kafasını kopartıp sağa sola fırlatıyor, gitarlar lastik gibi esniyor, davulcumuzun manyak hareketleri duble aymazlaşıyor. Lakin Yankovic ağzına doldurduğu suyla gargara modunda solo attığı zaman hepsi bu mükemmel solonun gerisinde kalıyor ve müzik tarihinin en ilgi çekici sololarından birine şahit oluyoruz. Anlatmaya kalkınca anca bu kadar oluyor. İzleyince bunun gibi birçok noktaya tanık olacaksınız. Alacağınız lezzeti iki katına çıkarmak adına önce buradan orjinalini izleyin, akabinde aşağıdaki videoyu izleyince de klibin neredeyse eşelenmemiş hiçbir yerinin kalmadığını görecek ve hafif bi Weird Al Yankovic hayranlığı kazanacaksınız.

Harun Aydın’a Weird Al Yankovic’ten ötürü bir kez daha teşekkür ediyorum :)

Bu Kupon Herkesi Satın Alır !

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bahsetin Abi‘ye bakıyorum da uzun zamandır, hiç bahisten anlamıyor. “Bu kupon karıyı boşatır” dediği kuponlar bile fındık fıstık parasından ötesini vaad etmiyor. Tayyip’in de halkımıza buyurduğu gibi “Ticaret risktir, zengin olmak için risk almak gerekir.” Ama ben işinizi ne riske, ne de şansa bırakmayacağım. “Bankoooo bankoooo” diye bahisçilerin k.çını yırtarak pohpohladığı kuponlara son. Artık tek maçtan yatmayı unutun! Binbir maçın içinden hangi sounucu takip edeceğinizi şaşırıp, saçınızı başınızı yolmayın! Bugün tek maç üzerinden zengin olma günüdür.

Bahisçilerin tabiriyle “Ya ölüm ya istiklal” şeklinde hitap ettiğimiz bir maça çıkıyoruz. Heyecanı 2 katına çıkarmak için de bahis oynayacağız. Hedefimiz köşeyi dönüp, bütün milleti satın almak olduğu için Betandwin‘den multi bahis yapacağız. Kağıdı kalemi hazırlayın, toplanın yamacıma. Almanlar gibi kazanıp, resimdeki Almanlar gibi sevineceğimize hiç şüpheniz olmasın.

Maçın ilk 15 dakikasında takımların defansa kayıp, karşı takımı yoklayacak olması sebebiyle gol olmayacağını sansanız da, aslında bu boşluktan yararlanan her iki takım da birbirine gol atabilecek. İlk 15 dakikada en az 2 gol olacağını düşünüyorum (15.00). “Doldur boşalt, doldur boşalt” şeklinde bi hareketi vardır Fatih Terim’in bilirsiniz. Zaten kameramanlar onun hareketlerinden başka bişeyi çekmiyor. 45 dakika sahayı gösteriyorsa kamera, 45 dakika da Fatih Terim’in üzerinde. Bu yüzden ani bi doldur boşalt akabinde ilk faulü Hırvatistan yapacak (1.85). Rüştü’yü ölçüp biçmek isteyen Hırvatistan bi müddet sonra sıkılıp bizim kaleye gelecek savunmadan, ama ani kontrataklarla gol atmaya giderken topu auta bayağı bi göndereceğiz gibime geliyor (1.55) Türkiye boş döndüğü atakların sonunda oyun disiplininden düşünce Hırvatistan yoklama çekmeye başlayacak ve bu arada ani 3 golle bizi biraz üzecekler (12.00) Tabi bu senaryosu belli olan bi maç olduğu için 2. yarıyı bekliyor ve ilk yarıyı Hırvatistan’ın önde kapatacağını, ama maçı Türkiye’nin galip bitireceğini söylüyorum (29.00). Hırvatistan ilk yarının son anında golü atıp kulübeye gideceği için buradan da 17.00 oranı geliyor avucumuza. Maç her ne kadar hızlı gidiyor olsa da elimizde aşırı darbeden dolayı tendon bağları kopmuş bir Servet’le birlikte 6 dakikadan fazla uzatmamız olacak (51.00) Türk’ün aklına sonradan gelir derler ya bu hesap, 2. yarıda ilerleyen vakitlerde 5 adet gol atacağız (15.00) Bu atılan gollerden birini Simic kendi kalesine Hamit’in yaptığı bi orta sonucunda gömertecek (34.00 x 26.00) Bunun üzerine sinirlenen Simic, “Ulan sen ne deyyus adamsın, hayatımı kararttın” diye Hamit’in üstüne gidip yumruğu çakacak. Bunu gören Servet durur mu, durmaz tabi yavrum tek başına takım. Kopan tendon bağlarıyla Simic’i boğmaya çalışacak. Tokuşan iki yumurta birden kırılacak ve kırmızı kartla oyundan defolup gidecekler (41.00) Tabi bu gol ilk yarıda olan ilk şey olduğu için taze taze bir 51.00‘ımız daha olacak. Geriye kalan 4 golü de Arda hiç kendini kasmadan atacak (101.00) Bu şekilde debelene debelene giderken Arda’nın 4 golünden sonuncusu da maçın son anında atılacak ve zaferle k.çımızı yırtarcasına bağırarak kornalara kuvvet diyeceğiz (51.00)

Gördüğünüz üzere elimizde son derece banko 1 adet 1′e 36342262228493637 kuponumuz oluştu ve işin en güzel yanı da, bu geliri sadece tek bir maç üzerinden kolayca elde etmemiz. Artık aldığınız parayla ada mı satın alırsınız, yapay ada mı yaptırırsınız, yoksa Amerika’yı satın alıp petrol için Irak’a mı saldırırsınız bilemem, ama bana babanızın hayrına bi hayır duası bırakırsınız. Unutmayın, bu kuponu yapmayan dizini döver, olmadı çavuşu tokatlar.

Yazı bittiğinde “Rod Stewart – Young Turks” çalıyordu.

Helloween – Metal Jukebox (1999)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Müzikte şu cover olayını, babasının ününün üstüne oturan insanlar gibi düşünüyorum. Önceden yapılmış bi şarkıyı alıp bi daha yaparak meşhur olmak tıpkı buna benziyor. Ama yüzde 95 oranında yeniden şarkıyı yorumlama eğilimleri hüsranla bitiyor. Erol Evgin‘in oğlu Murat Evgin, Zülfü Livaneli‘nin kızı Aylin Livaneli, sondaki “l” harfi haricinde adımız soyadımız aynı olan Ali Sunal gibi. Bu insanlar boylu boyunca hep başarısız cover girişimleri olup, babalarının ünlerini sömürmüşlerdir. Sanıyorlar ki, babaları güzel şarkı söyleyebilince kendileri söyleyecek ya da babaları güzel oyunculuk yapınca kendileri de sahnede fırtınalar estirecek. Halbuki gördüğünüz üzere alakası yok. Sadece babalarına küfür yedirttiren arkadaşlar bunlar. Yıllarca emek verip yaptığınız kariyeri bi oturuşta sömürebilecek aymazlığa sahiplerdir.

Anında Görüntü Show’daki şarkıyı söyleyen denyo gibi yorum farkı katabilirsiniz tabi coverınızda, güzelse şarkıya altın yıllarını bi daha kazandırabilirsiniz. Bazı tırtolar gibi de güzelim rock şarkılarını pop haline getirip, bin yılın küfürünü yemek de mümkün. Yüzde 5′lik orjinalinden daha çok tutan coverlar yok mu? Var tabi olma mı? Zaten herkes Indiana Jones’un hazine arayışı gibi hazır şarkıyı coverlayıp ünlü olma peşinde. Arada bir kaçı da vursun voleyi. Mesela Bewitched‘ın Born to be Wild, Nightwish‘in Phantom of the Opera, Social Distortion‘un Ring of Fire gibi. Ama dikkat ederseniz bunlar orjinallerinden daha iyi demiyorum, sadece onlardan daha fazla ünlü oldular. Yani yüzeysel rockçı kesime sorsanız, bu şarkıları bunların yazdıklarını sanırlar. (Yüzeysel rockçı kesim. Bi çeşit siyasi görüş gibi. Parti olmaya çok yatkın. Yakında çıkarsa şaşmam. Ilımlı rockçılar da olabilir.)

Bu girişten sanmayın ki, şurada iki kelam da Alman ekolü Helloween‘e giydireceğim. (Bi de “Alman ekolü, Rus ekolü, cart ekolü, curt ekolü” geyiği çıktı şu son Euro 2008′de. Babalar kendini spor uzmanı gibi gösterecekler ya, illa böyle kelimeler kullanacaklar. Biz de “Vayy bee, baba biliyo bu işi” diyoruz. Halbuki bizim sokaktaki çocuklarımız ekolle yetişmiyor. Kadro dizilimi diye bişey yok bu ekolde. Kahramanlık adına herkes forvet mevkiinde gole koşturuyor. 4-4-2 hak getire. Bizde sadece 10 şeklinde bi dizilim var. Kaleci hariç herkes forvette.) Ne cüret efendim, adamlar müziğe katacaklarını katmış zaten. Power Metal‘in babası olarak yıllardır kendi mahsulleri şarkılarla bizi memnun ediyorlar. Diğerleri gibi cover albümle gelmedi bu adamlar buraya. Tırnaklarıyla kazıdılar. 15. yıllarında da bi tane cover albümü çıkarmışlar hayranları sevinsin diye. Fena mı olmuş yani?

Olmamış, yani fena olmamış sevgili okurlar. Gençliklerini yad edip, dinleyenleri de geçmişe götürme amacıyla yaptıkları bu özel albüm gerçekten amacına ulaşıyor. Yaptıkları yeniden yorumlamalar son derece başarılı. Çoğunuz dinlerken geçmişe gidiyor, ben de portakaldaki vitamin kıvamıma dönüyorum, bol vitaminlisinden. Bu albümde de bir kere daha anlıyoruz ki, rock pop’a coverlanmamalı, ama pop rock’a çok güzel coverlanıyor. All My Loving ve Lay all Your Love on Me yorumları bunun en güzel örneklerinden. Hocus Pocus, Juggernaut, Locomotive Breath, White Room ve Space Oddity ise albümde en sevdiğim cover parçalar. Gerçi neredeyse hepsini saydım, pek bişey kalmadı.

Albüm kapağını ve adını düşünen kişiyi de apayrı bi içtenlikle takdir ediyorum. Jukebox olayını gerçekten çok iyi düşünmüşler, her yönüyle bizi olayın içine almış babalar. Yaptıkları işleri süslemeyi de çok seven adamlardır zaten kendileri. İçi böyle coverlarla dolu bi jukebox’ı olan cafe bulsam, elimdeki 20 kaymenin hepsini bozuk paraya çevirir, takır takır dinletirim millete. Hatta elimle göstere göstere dinletirim. “Soldan 2. masaaa, bu siziin!, Sonraki cover da sağdaki masaya ait, eğlenin uleyyyn!” Bu cükbaksı çalıştıracak hiç param mı yok? İlhan Mansız’ın taksisine biner, 0-6 yaş grubu soruları cevaplar, 200 lira alır, cafedekilere aynı şarkıları tekrar tekrar dinletirim. Dinlemeyenin boynuzlarını kırarım ama, o ayrı.

Bu albüm işte böyle bi nostalji isteği yaratıyor insanda. Şu zaman makinesini yapsalar da 60′ları, 70′leri bi turlasak gayrı.

MUHTEVİYAT : 01. He’s A Woman She’s A Man , 02. Locomotive Breath , 03. Lay All Your Love On Me , 04. Space Oddity , 05 .From Out Of Nowhere , 06. All My Loving , 07. Hocus Pocus , 08. Faith Healer , 09. Juggernaut , 10. White Room , 11. Mexican

The Station Agent (2003)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Etrafınızda ne kadar insan vardır, kaç tanesi gerçek dosttur bilemem. Açıkçası benim arkadaşlıklarımın pek çoğu bir şekilde elenme yöntemiyle sonlanmıştır. Çoğu insan beni rahatsız eder ama söyleyemem. Bunu söyleyemediğim için de beni dost olarak görmeye devam ederler. Halbuki ben insanların kendilerinin bazı şeyleri anlamasını dilerim. Arkadaşlık hayatında cıngar çıkaran, huzursuzluk veren türden bi insan olmadığımdan ötürü çoğu ilişkileri yüzümü unutturarak bitirmeye çalışıyorum. 10 – 15 kişinin birden toplandığı gezileri ve arkadaş ortamlarını sevmiyorum, hoşnut olamıyorum. Doğuştan yalnızlığa yatkın biriyim. 2 kişi olsun da, özü olsun diyorum. Tabi ki, bu sadece benim doğrum. Yalnızlığı gerçekten özel bulan biri için gayet makul.

Sinemada olağan üstü insanlar ve hikayeler görmemizin yanında, kendimizi, kendi hikayemizden belli parçalar görmek de acayip heyecanlandırır bizleri. Bu hikayeleri genelde yüksek prodüksiyonlu, karmaşık senaryolu filmlerde görmeyi beklemek yanlış olur. Sinema her türlü bir eğlencedir, ama minimalist sinemada puzzle parçalarının bizi oluşturduğunu görmek apayrıdır.

Minimalist diyince üzerine ufak bir açıklama getirmek istiyorum. Benim de son zamanlarda üzerine aşırı düştüğüm bu sinema kolu, hikaye olarak her zaman sadeliği seçer. Karmaşadan, uzak olduğu kadar bilgelik dolu hikayelerdir. Çıkış noktası olarak mesela bakkaldaki sıradan satış günlerini alabilir. Ama o filmde hiçbir zaman bakkallar ellerine tüfek alıp, mekanlarına saldıran yaratıkları öldürmezler. Sadece gerçek hayatta karşılaşmamız muhtemel konular geçer. Bolca sessizlik ve normalden daha az diyalog birbirini tamamlar. Normal bir Hollywood prodüksiyonunda şehri terkeden bir adam havaalanında koltuğa oturduğunda yanına da bir kadın oturur, sonra bir şekilde kamera bu kadına yönelip, adamla hayatını birleştirir. Adama yanındaki kadınla bir hayat vaad eder. Halbuki düşünün, kim bilir kaç tane karşı cinsin yanına otururuz hayatımızda, ama böyle bir durumun oluşma olasılığı gayet düşüktür. Minimal sinema da bundan fazlasını yapmaz, göz göze gelirlerse sadece bir selamlaşırlar ve herkes kendi yoluna. “Peki bu sinema beklentimizden ötesini vermiyorsa ne işe yarıyor?” diyebilirsiniz. İşte işin ilginç yanı da bu noktada, ustalık da burada. Basit ve sıradan hayatları şiir gibi anlatmak, gerçekten seyirciyi oraya alarak, insanları sömürmeden.

Station Agent da tam bu kalıplara oturan bi film. Hani parmağınızı sabunlayınca yüzük lök diye oturur ya, mevzubahis filmimiz de aynı etkiyi göstermekte. Hikayeye gelirsek, tek arkadaşı olan patronuyla tren maketi yapan bir cücenin, arkadaşı da ölünce ondan kalan miras sebebiyle New Orleans’taki harabe olmuş bir istasyona taşınması. Artık trenlerin çalışmadığı bir istasyon. Ama cücemizin aradığı yalnızlığı ve sessizliği bulması için oldukça uygun.

Evet, yalnız kalmak isteyen bir cüce ve sebepleri tahmin edebileceğiniz gibi. Toplumun cüceleri gulyabani gibi görmesi, insanların görmezlikten gelmesi, çocukların dalga geçmesi ve bunun gibi pek çok durum, onun hayattan pes etmesine sebep vermiş. Tam bir kapalı kutu. İçi öfke dolu, ama bunu kusamıyor. Çünkü kusacak veya derdini anlatacak birileri yok. Anlatacak birine ulaşamıyor, çünkü yıllardır yaşadığı tecrübeler onun insanlardan üsrkmesine sebep olmuş. Konuşmayı sevmiyor, ağzı anca kerpetenle açılacak türden biri. Fin (Peter Dinklage), araba kullanmayı da sevmiyor, tek tutkusu tren. Daha doğrusu tren yayları. Gideceği her yere tabanvay ile gidiyor, yani yürüyerek. Kader bu ya, kahramanımızın kapalı kutusunu açmak ister. Yolun ortasında giderken arabayı Olivia (Patricia Clarkson) kontrolü kaybedip üzerine sürüyor. Bunun bir kere daha tekrar etmesiyle bir şekilde ucundan muhabbet başlıyor, bir de aralarına bomboş bir mekanda Hot Dog satmaya çalışan Joe (Bobby Cannavale) katılıyor. Tanrı belki de bu insanları özellikle gönderiyor, çünkü Fin yaşadıklarından dolayı tanrıyla bile bağlantısını kesmiş.

Film ucundan bucağından bir cücenin psikolojisine giriyormuş gibi gösterse de, asıl amacı zor durumda kaldığımızda ve derdimiz olduğundan bunları paylaşacak bir arkadaşımızın olmasının çok önemli olduğunu anlatmak. Türlü türlü yalnızlıkları olan 3 doğru insanın birbirlerini bulduğunda yalnızlıklarını mükemmel bir şekilde yamaması. Ve gerçekten seni fiziksel özelliklerinden dolayı yargılamayan insanları bulduğunda kendini o insanlara rahatlıkla emanet edeceğini bilmenin verdiği rahatlık.

Hikaye neredeyse sadece bu 3 kişinin arasında geçiyor, tabi Fin’i temeline alarak. Thomas McCarthy‘nin mükemmel yönetimiyle film izlerken, ruhunuzun huzurla banyo yapmasını sağlıyor. Üzerlerinde sürekli yürüdükleri tren yollarını gördükten sonra benim de gecenin bir vakti yürüyesim geldi, evin yanında da aynı şekilde boş bir trenyolu vardı, metro yapımı sebebiyle. Gecenin sessizliğinde iki elim cebimde yürüdüm öylece ve sevgili yönetmene bir daha teşekkür ettim bana böyle mükemmel bir yapım sunduğu için. Tabi süper oyunculukları için diğer 3 kafadara da müteşekkir oldum bu durumda.

Kadim dostum sevgili Harun Aydın‘a da (Soyismini doğru hatırladım inşallah) bana bu filmi zamanında önerdiği için çok teşekkür ediyorum.

Ardamax Keylogger 2.9

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Küçükken salaklıkla karışık bi hacker olma isteğim vardı. Sanki çok matah bişeymiş gibi. Naparsın, en fazla para çalarsın sonuçta. İyi saklanabiliyorsan yakalanmazsın ama yakalarlarsa da tabiri caizse g.tünden kan almayı bilirler. Türkiye’de bile. Yaş alıp başını gittikçe, “Ulan bi bilgisayar bileyim yeter, bana ne elin bilgilerinden, amman sabahlar olmasııın” kıvamına doğru kayıyor düşünceler. Giderim telif hakkı, yasa masa olmayan ufak bi adada serverları kurup illegal siteler açarım daha iyi. www.emmeligommeli.com açarım mesela ordan, illegal pornosundan, zenci mallarına kadar geniş bi yelpaze.Siteye kuracağım bannerları canlandırabiliyorum gözümde.

-Zenci y.rrağıı sadece 50 dolaaaar! Bu fiyata bu kalınlık! Olacak iş değil! 

Sıkıyosa bişey desinler. Yasa yok ki. Orman kanunları bile yok o adalarda hatta. Bu internette gördüğümüz çoğu tehlikeli yasadışı siteler adalarda modalarda konuşlanmış durumda ve paraları cukkalama pozisyonundalar. Elin adamını hacklemekle mi uğraşacam böyle bişey varken. Sanal kumarhane de iyi olur aslında haa.

Gizli ya da yasak olan şey illa ki ilgi çekiyor ama. O yasak meyve kendini yedirtmek istiyor sanki. En azından milletin mail adresini toplamanın eğlencesi var. O yüzden Keylogger isimli şifre toplayıcıya bulaşıyor insan ister istemez. Zaten çoğu internet sitesine baktığımızda anonim olarak kullanıcılarının eğilimlerini toplayıp, reklama çevirmekteler. Benimkisi tabi ki reklam değil, açıkçası gönül eğlendirme. Bu Keylogger dediğimiz olay insanların bilgisayarından da sürekli görüntü gönderdiği için çok komik şeylerle karşılaşabiliyorsunuz. Özellikle Deep Freeze türü program kullanmayan internet cafeler kütür kütür şifre ve görüntü gönderiyor. MSN’de alaturka muhabbetler mi dersin, yoksa “Penisim küçük ne yapmalıyım?” şeklinde gizliden arama yapanlar mı?

Çok yere kurdum bu zamazingoyu, çooook. Ne zamandır kurmamama rağmen hala şifreler akıyor elime. Ben ki 2 haftada bir format atan bi adamım. Millet o 1 yıllık hacamat olmuş işletim sistemleriyle nasıl çıldırmıyor merak ediyorum. Hz. Eyüp bile bu kadar sabretmezdi herhalde.

- Explorer hata verdi kapatılması gerekiyor.
- Ulaaaaaaaaaaaaaaaaaaan! (Ele çekiç al) Çotark! Çot! Çot Laaaaaaaaan yeteeeeeeeeeeeeeeeeer! (Elektrikli testere) Guzzzzzzzzzzzzzzzzvıııııııııııııııhhhhhhhzzzzzzzzz! Tükettin lan beni. Benim gibi ayna gibi adamı bile dellendirdin!
(Ve yüreği öfkeyle dolan Hz. Eyüp, kendini bir Heavy Metal grubuna adar, yine ayna gibi olur. Her konserde 1 gitar kırmak onun takdir edilecek bir sabıra sahip ademoğlu olmasını sağlamıştır.)

O kadar e-mail adresi gelmesine rağmen, Allah sizi inandırsın 2 – 3 taneden başkasına bakmadım. Onları da bi açıp kapadım. Bi gençlik hevesi anlayacağınız. Başta milletin mahremiyetine girip, bi b.k yiyeceğinizi sanıyorsunuz. Ama gördüğünüz ilk kekonun mailboxındaki ezik mailleri gördükten sonra mahremiyete girme isteğiniz bile kalmıyor. Muhabbetler de bi yerden sonra sıkıyor. Üzülerek söylüyorum ki, internet cafeden girenlerden topladığım muhabbet istatistiklerine göre yüzde 90′lık kesim sadece MSN kullanıyor, onda da tanımadığı kızların adreslerini ekleyip taciz ediyorlar.

- Kaya gibi sağlam, yürek burkan : Merhaba dünya güzeli kız.
- Mrveeeee : Merhaba. Ne istiyoduuuun? Hem sen benim güzel olduuumu nrden biliooon? Hm de sn kimsiiin?
- Kaya gibi sağlam, yürek burkan : Benim kim olduğum önemli deil. Senin benimle skişip skişmeyeceğin önemli.
- Mrveeeee is offline.

Bütün diyaloglar böyle olur mu arkadaş ya. MSNden nefret ettirdiler resmen. Gerçi yazı karakterinden de kızın salak ya da kaşar olduğunu kolaylıkla anlayıp, müstehaktır diyebiliyoruz. Ama ülke olarak internetle birlikte gelişme göstereceğimize bu denli b.ktan bi noktaya gelmek beni güldürüyor.

Açıkçası gördüğünüz üzere, bi hackercılık oynama niyetiyle başlayıp, sonra insanların mahremiyetine girme isteğiyle devam eden Keylogger maceram, gördüğüm bu iğreti tablolardan sonra son buldu. Gönül isterdi ki, işe yarar bişey çıkaydı da hep güzel olarak hatırlayaydım programı. Ama en azından etik olarak vicdanınızda bi huzursuzluk yoksa ofisteki iş arkadaşlarınızın bilgisayarlarına kurup, o nemrut suratlılara karşı ileride kullanmak için koz elde edebilirsiniz. Ya da evdeki bilgisayarınızda sürekli halihazırda kurulu tutup, evinize gelen arkadaşlarınızın şifrelerini toplarsınız. En azından tanıdığın şifresini değiştirip eğlenmesi güzel olur. Tabi 1-2 kereye kadar. Ondan sonra hepsi bayıyor. Ben eğlenemedim pek, lakin belki sizin için önemlidir. Yeri geldi mi işe yarıyor.

Bu yazdığımın üzerine internet cafelere ara sıra uğramışlığınız oluyorsa, içinizde bir Keylogger korkusu da peyda olmuştur. Onun da çaresi var. Elimdeki ufak Anti-Keylogger programını da ekliyorum aşağıya. Ne idüğü belirsiz yerlerde internete girerken, bir çift tıklamayla benim gibi kötü niyetlilerden kendinizi koruyabilirsiniz.