The Big Race In Paddock

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Evin salonunda bulduğum bir ucu çakmakla yakılmış, diğer 2 ucu ise tahminimce doğanın abanım gücü yüksek yok ediciliğiyle aşınmış yırtılmış haritaya göre evimizde açacak bayağı bi kapı, cam varmış. Sırf bildiğin gerçek kapı sayısı bu, daha bunun manevi kapısını, gönül kapısını hariç tutuyorum. Sabah kalktığımda sıcaktan vücudum inhibitör yemiş bi haldeydi. Neredeyse saat başına metabolizmamın yaklaşık 2,25 dakika kaybettiğini farkettim. Uyanması da en az uyuması kadar zor oluyordu çünkü. Haritanın sağlam kısımlarında bulabildiğim pencereleri elimde daha yeni gazlanmış meşaleyle birlikte ufak bi araştırma sonucu açtım. Evin içine müdahil olan cereyan sirkülasyonu beni bi yerden diğer bi noktaya savuracak kadar kuvvetli gelip bünyemdeki sıcak ifrazatını yok ediyordu, ama pencereleri stratejik açmamdan dolayı merkezi kuvvet beni tam anlamıyla bulunduğum alanın 1 cm’lik çapı içinde tuttu. Hata payını görmezden geldiğimizde bu mükemmel bi oran. Evin içindeki bu aerodinaminin, hava sürtünmesinin mükemmeliyete ulaşması sonucunda 2,25 dakika kaybolan saat başına metabolizma faaliyetim, bir anda +7,5 dakika ile olan biteni telafi edip, yeniden liderliği sürdürecek konuma ulaştı.

Bilirim ki manyetizmanın babası Daniel Faraday’ın da belirttiği gibi “Olan oldu.” sevgili okur. Yani üzerinden bir hafta geçmiş mükemmel bir Formula yarışıyla ilgili gördüklerimi 1 hafta sonrasında anlatmamın pek de bi bahanesi olamaz. Tabii üniversitedeki final haftasının tam arasında mükemmel bir planla hem orada olup, hem de biter bitmez sınavlarıma girdiğimi belirterek bu mevzunun içine de hata payı eklerim. Sonuçta bu da bi insan bedeni, Formula mühendisleri geliştirmiyo yani. Arkamdan kuyruk takıp da bana süre, hız, ivme kazandıran var mı ki size sorarım ben. He ama nedir, yaz boyu metabolizmik aerodinami yüzünden saat başına dakikalarca zaman kaybeden memelilerin arasında şu an geçen sezondan beri geliştirilen bir araba gibi, ya da gün boyu yüzlerce kahve içmesinden dolayı diğer insanların 250 katı hızlı hareket eden bir zibidi gibiyim. O yüzden bu fark kapatma ve ışık yılını kat edip, geri dünyaya dönerek zamanı ileri ya da geri sarabilme vasıflarımla, size seneye olma ihtimali olan F1 Türkiye GP’sini 1 ay önceden yaşananlarla anlatabilirim. Yöntemimi sakın medyum bozuntularınınkilerle kıyaslamayın. Onlar koca g.tleriyle her daim oturdukları yerden yıldızları sayarken, ben zamanda yolculuk yapmanın gerektirdiği bünye gücüyle ışık yılı uzaklıklara gidip, oradan InfraRed dalga boyunda göz renkleri saçan teleskobik uzvumla gelişmeleri aktaracağım.

Formula 1 insanın bi yandan da hep buna benzer düşüncelerle çocuk kalmasını sağlıyor. Futbol, futsal, hentbol ya da buna benzer sporların verebildiği türden bişey değil bu. Her yarışta daha bi ilgiyle seyrettiğimiz arabaların arkasında çok özel teknolojilerin olduğunu farkediyoruz. Elde ettiğin hızın her salisesinde daha yükseğini isteyen arabalar bunlar. Tamam, belki Transformers vasıtaları gibi dünyayı kurtarma amaçları bulunmayabilir, fakat hız manyaklarına haz sağlamakta üstlerine pek de yok. Her erkeğin cinsel heybetinin, testesteron hormonlarının altında bir yandan da hız güdüsü yattığını hatırlarsak, içindeki çocukluğu ortaya çıkaran, kaslı ya da kelli felli göbekli adamların bu mükemmel yarış serisini izlemek için dünyayı arşınlamasının en basit sebebine ulaşmış oluruz.

Genelde top peşinde koşulan spor türlerinde çabuk bayatlama, çabuk tüketilme durumu söz konusudur. Eski maçlar, içinde çok önemli zaferler içermediği sürece geriye dönülüp de bir daha bakılmaz. Maç ertesi günü birkaç özet ve hararetli ufak spor tartışmaları, o kadar. Her yarış sonunda kupa almanın getirdiği hırs ve yüksek mühendislik tutkusu ise beraberinde haftalarca süren tartışmalar ve yıllarca izlenilse sıkılınmayacak yarışları getirebiliyor. Pek çok spor dalını klasik bakkal ekmeğine benzetirken, F1′ı ise kolaylıkla bir haftada bile bayatlamayan Vakfıkebir ekmeğine benzetebiliriz. İşte benim bu final sebepli gecikme yazımın da sırtını bu sebebin avantajına yaslıyorum ve içinde Formula One geçen bir konu nasıl olsa sıkmaz, eskimez diyorum.

Bridgestone ve Yalçın Pembecioğlu‘nun birlikte düzenlediği yarışmayı kazanmamın akabinde Kibariye misali “İstanbul benden büyüük, onla başa çıkamam” demek yerine büyük adamların büyük sözlerine uyarak Fatih Terim kaş çatışıyla “Dünya büyükse, biz de büyüğüz hüleeaaayn” dedim. İstanbul gerçekten çok büyük. Spam kutuna doluşan “Get a Huge C0ck” subjektli maillerdeki Huge sıfatı kadar devasa. Bana her zaman başlı başına bi ülke gibi gelmiştir zaten. Pek Türkiye’yle alakası olduğunu düşünemiyorum diğer illerde hiç olmayan organizasyonları bünyesinde kolaylıkla barındırabildiği için. Ebat konusunda tırsaki olmamın sebebiyse İstanbul’un bi ucunda konaklayıp, diğer bi ucuna yarışa gidecek olmamdı. Bu sorunun yükünü de İstanbul’un trafiğine masaj yapan vasıtası Metrobüs kendi üstüne aldı. Yokuş çıkamıyo diyenlere aldırmayın, metro yerine geçici olabilecek çözümler arasında şu an bana göre çok başarılı.

Her yarışta izlediğimizde hayran duyduğumuz bu kusursuz arabaların arkasındaki olanı biteni görme düşüncesi beni inanılmaz heyecanlandırıyordu. Böyle bi heyecan içinde olduğumu çaktırmamak kolay değil benim için. Sonuçta cool takılıp “Amaan onlar da sıradan insan nihayetinde” diyecek adam değilim. Bu vakite kadar yaptıklarınla kıyaslandığına göre, ikimizin de insan olma seviyesi aynı olamaz sonuçta. Ha, sıradan insan gibi davranır, bizim gibi alt mevkidekileri hakir görmez, o adam benim gözümde gönlümde ayrı bi kraldır ama bu adamlar her türlüsü en azından prens.

İstanbul Park, dünyayla bağını koparmış bi çölün içine kurulmuş yaşam kaynağı gibi. Pisti arabaların hızlıca yarışmaları anlamında canlandırmış ama geçen yılların sonrasında çölü belki de bir gıdım yeşillendirememişler. Yeşilliğin gerçeğini görmeyi bırakın, serabını dahi göremiyorsunuz. İnternette yeşillik neyim hafiften görüyordum pisti incelerken. O yeşillikleri de sadece Paddock girişine döşemişler. Yani illa ki zengin olanlar apayrı bi ortam görsün düşüncesi var. Cuma günü serbest antrenmanlardan sonra oraya gireceğimi bildiğim için bana tabii ki sorun değil, fakat insanlar bu sıcağın altında kavrularak bi yeşillik bile bulamadığı bu çöle gelmek istemediklerinde Ecclestone ve pisti işleten diğer kişiler ağlamamalı. “Gerçek seveni her türlü gelir” palavrasının ardına sığınmaktan ziyade “Bu pisti ailelerin geldiğinde gölgede izleyebileceği rahat bi mekan haline nasıl getirebiliriz?” sorusu olmalı. Ülkemizde her insan Gold tribünde gölgede yarış izleyecek kadar varlıklı değil. Canına yandığımının pistine yağmur da düşmüyo ki kavrulan bedenlere su serpsin.

Yalçın Bey’in serbest antrenmanlardan sonra yaklaşık saat 16:00 civarında kazanan kadromuzu toparlayıp Bridgestone yetkilileriyle Padok kapısının ağzına getirmesiyle unutulmayacak Happy Hour bütünleşmelerimiz başladı. Pek de bi efemine duran pembe, padok alanı manyetik kartlarımızı dıtlatarak Formula insanlarının yaşam alanına adımlarımızı attık. Dünyanın en meşhur sporcularının sağdan soldan birileri üstüne atlayıp fotoğraf çektirecek korkusunu taşımadan rahatça gezdiği bi yerdi burası. Her şeyden önce herkesin girebileceği bi bölge değil ve girenlerin de belli bi bilinç seviyesinde ve magandalıktan uzak olduğunun fakındalar. Sağınızda solunuzda birileriyle sohbet halinde bulunabiliyorlar mesela. Tabi gördüğüm kadarıyla bu diyalog içindekiler hep takım elemanları ya da spor basını. Gördüğümüzde fotoğraf için yanına koştura koştura gittiğimiz bu adamlar isteğimizi kırmadan fotoğraf çekiliyorlar. Aralarında Timo Glock gibi kıçı kalkık 2 günlük bebeler de var tabii. Yanına gittiğimizde “No, no” diyip kaçtı denyo. Yanına Alonso’yu al bakalım kimle fotoğraf çekilirdik? Massa’yla Raikkonen’i gözlerim römork binaların dış gövdelerini portakal kabuğu gibi soyarcasına aradı, ama Ferrari’nin onlara kız çocuğu gibi baskı yapıp evden dışarı salmayacak kadar tutucu olduğunu biliyordum.

Pilotların arasında en iyi karşılayanı, en insancılı Williams pilotu Nico Rosberg olsa gerek. Williams’ın garaj kapısının önüne içeri girmek üzere gittiğimizde kapıda karşıladı bizi. Tam Türk misafirperverliğini hissettirdi anlayacağınız. Biz de panik yapıp, ürkütmeden, sırayla çekildik fotoğraflarımızı ve ardından teknoloji hırsızlığı olmaması sebebiyle kamera ve fotoğraf makinesinin yasak olduğu Williams garajına girdik. İçeride tatlı tatlı gelen tiner kokusunun beraberinde hummalı bir çalışma vardı Cumartesi günkü sıralama turları için. O küçücük alanı bu kadar verimli kullanılacak şekilde böldüklerine inanamadım. Takım taklavat, herşey ortada. Kaç yüzbin parçadan oluşuyo bilmiyorum, teknisyenin biri Lego gibi motorun bi yerlerine bişey takıp çıkarıyordu. Diğer tarafta bilgisayar analizi yapanlar, lastikleri hazırlayanlar.

Epey bi süre padoğu didikledikten sonra çıkışımıza yakın Red Bull’un cafesine uğrayıp soğuk enerji içeceklerimizi mideye indirdik. Bi yandan da balkondan bakıyorum tabii. Basın bizden daha görgüsüz diyorum. Adamlar rahatsız olmasın diye biz kendimizi pilotların üstüne uçmamak için sıkarken eşşek kadar optikleriyle etraflarında çember oluşturuyorlar. O adamları sıksa sıksa basının bu keneliği sıkar sanırım. BMW’nin takım patronu TIR’ın yanında 2 dakika konuşurken kameralar kaç kere deklanşöre bastı, sayamadım.

Bugün buluşmamızın ve padoğa sızabilmemizin birincil sebebi Bridgestone Lastik Geliştirme Direktörü Hirohide Hamashima‘nın römorküne doğru ilerledik bi de evvelinde. Tabii olayların kronolojik sıralaması kafamda biraz karıştı. Bu Red Bull mevzusundan daha önceydi çünkü. Böyle bi devler liginde bile sıradan insanlar tarafında kapı ağzında sevecen bi şekilde karşılanmak insanın gururunu okşuyor. Bizim mutluluğumuz da geri dönüşüm olarak söyleşimiz sırasında Hamashima’nın suratına yansıdı. Sorular genel olarak tabii ki klasikti, zaten oradaki maksadımız birbirimizi görüp yarım saat selamlaşmaktı ve bu da gayet eğlenceli biçimde vuku buldu. Oradan çıkıp Bridgestone çalışanlarının lastiklerle, jantlarla uğraştığı bölgede de bir bayan teknisyen tarafında bilgiler aldık yine. Kimilerimiz orada gördüğü lastikleri eve götürmek, kimilerimiz ise yalamak istedi. Oluksuz lastiği kim görse aynı hislere kapılır diye düşünüyorum.

Cuma günkü güzel padok gezimiz saat 19:00 civarında bittiğinde memnun kalmış bir şekilde padoktan dışarıya doğru yola koyulurken Aylin Hanım daha manyetik kapıdan çıkışımızın ağzında kartlarımızı istedi. Formula’nın belki de en önemli mevkisinin anahtarı sonuçta. Kartı ilk boynuma taktığımda neden bunu pembe yapmışlardır acaba diye düşünüyordum. Sorumun cevabı o an kafamda canlandı: Pembe renkli bir kartı erkeklerin geri vermesi, hatıralık olarak eve götürmekten vazgeçmesi, efemine renginden ötürü daha kolay oluyor. Bi de bi yandan bu girdiğimiz alana parayla bile giremediğimizin, Bridgestone’un müthiş kıyağı sayesinde girebildiğimizin farkındayız, o yüzden orada kart inatçılığı yapmak öküzlük olur sanırım.

Cumartesi Paddock Club girişimiz sabah erken vakitlerde başladığı için bi uçtan taa Tuzla’daki servise sabah vakti nası yetişecem diye bi yandan paçalarım alev aldı. Dolmuş seferi Cumartesi kaçta olur onu dahi bilmiyordum. Sağolsun ev sahibinin arıza arkadaşı sabahın 5:30′unda Metrobüs’ün başladığı Avcılar durağına bıraktı beni. Herkesten önce Kadıköy’e vardım ve servisle hep beraber Tuzla’ya doğru yola koyulduk. Servisle giderken hızlı olduğu için pek yol uzunluğunu farketmiyorsunuz ama Cuma günü otobüsle gittiğimde bi an Gürcistan sınırından dışarıya doğru çıktığımı sandım. Servisimizin indiği yere yine Aylin Hanım geldi ve bu sefer elimizde hatıralık olarak eve götürebileceğimiz, sadece Cumartesi günü çalışan manyetik Paddock Club kartlarımızı dağıttı. İnsan kendini pek bi yetkili hissediyo bunlardan takınca, her bi halta karışası geliyo ama kartın açtığı yer pit alanı.

Pit alanına uğramadan önce günlük güleryüzlü surat ihtiyacımızı karşılamak üzere gün boyu yarışı takip edebileceğimiz Bridgestone Paddock Club‘a girdik ve meyve suyuyla ufak bi kahvaltımız oldu. Ardından “Pit Lane Walkabout” tabelalarını taşıyan adamların ortada peyda olmasıyla kameralarımızla birlikte alt kata indik. Yarışın sonucunu belirleyen en önemli etken olduğu için pilotları gerginleştirse de pit alanında lolipop adamların yaptığı pit stop antrenmanları sırasında çok eğlenceli anlar yaşanıyor. Arabayı pite sokup sokup çıkarıyolar. Sürekli bi parça değişimi var. Bu sürede değişim mükemmeliyetine ulaşacak yetilere sahip olmak pek de kolay değil, ama keyif alarak taktıkları için pek de kısa süreler yaptılar. Yarış sırasında işler bu kadar yolunda gitmiyor pitlerde ne mutlu ki. Başından sonuna kusursuz bir yarışı kimse izlemek istemez değil mi?

Pit Lane Walkabout bittiğinde pist görevlisi gençler ellerinde uzunca bir “Please kindly leave pit area” yazan bir yazıyla geliyorlar. Nazikçe “S.ktirin gidin balkonunuzdan izleyin, yarım saat bile gelip böyle dibimizden izleyemeyenler var dorrağım” diyolar yani. Haklılar abi millet biraz daha durup samimiyete girse “Ver bi el de ben çıkarıp takayım lastiği” diyecek. Masamızda homini gırtlak içecek yudumlarken Touring Car yarışı başlıyor. Ben bu kadar alakasız arabaların pistte bulunduğu bi yarış izlemedim ömrümde arkadaş. En önde BMW, Audi türü arabalar var. En arkada adam Clio’yla bunlara meydan okuyor. Kaza yapmadıkça arabalar arasında sıralama mümkün değil değişmez yani. Ama bak Porsche Cup candır, saygımız vardır. Aynı klasmandaki arabaları kastırdığında sonucu pilot yeteneği ve takım stratejisi belirliyor. Formula 1′in çırak sanayisi GP2 de öyle. Dıştan yanmalı egzostlarıyla geleceğin F1 pilotları Renault motorlu, birbirinin aynısı arabalarla kendilerini ön plana çıkarıyorlar. Paddock Club’taki günümüz boyunca bi yandan balkona çıkıp takip ederken, bi yandan içeride ekrandan her yönüyle izliyoruz yarışları. Yarış araları boşluklarda ise Club’ın padoğa bakan arka tarafının balkonunda bi yandan olanı biteni izlerken diğer yandan Formula Garden isimli mekanda cafe ortamında takılıp, simülatörde yarış yapıyoruz. Simülatörü normal insan ebatına göre ayarlamışlar tabii, kilolu olan giremiyor, girse de çıkamıyor. Normal kilolu olan kimileri de öndeki ayak kısmını çıkarabilmek için kıçını kaydırarak çıkmasını beceremediği için içinde kaplumbağa gibi debelenebiliyor. Simülatörde Alonso’yla şerefli bi beşincilik alabildim. Oyun biraz pratik isteyen türden. F1 2006 sanırım.

An gelip sıralama turları vakti çattığında hepimiz balkondayız. Altımızda pit alanları, bi yandan herkes aracını hazırlıyor. Olanı biteni burnunun dibinde yaşamak gerçekten mükemmel. Kulak zarlarını sızlatan yüksek motor sesi, şayet sağır değilseniz bazen üzerinize kulak tıkacı takma isteğini doğuruyor. Start-finiş düzlüğü bu, en yüksek hıza ulaşılan bölge mirim. İçeri girip sonuçlara bakıp, dışarı çıkıp yarışı devamında takip ediyoruz. Vettel’in 2.liği sevindirip, Button’ın 1.liği üzüyor.

Gün boyu 2 Pit Lane Walkabout yapıyoruz ve veda busesi niteliğinde son garaj ziyareti vakti geliyor. Benim kurama BMW gibi sevdiğim takımlardan birinin gelmesine sevindim. BMW görevlisi içeriye almadan önce tercümeye ihtiyaç olup olmadığını soruyor. Biz hayır diyince ingilizce olarak “O zaman test edelim bakalım biliyor musunuz. İçeriye kamera ve fotoğraf mekinesiyle girmek yasaktır.” diyor. Ben hınzırca çıkıştım tabi orda, durur muyum, “Yok yok ben ingilizce anlamıyorum.” dedim ingilizce. “İşine gelmeyince bilmezsin i.neee” demiştir kesin içinden. Bizim ziyaretimizin şanslı yanlarından biri de teknisyenin kasanın içinden BMW’nin direksiyonunu çıkarıp göstermesi ve dokundurmasıydı. KERS butonuna kadar gösterdi. “Kubica öküz gibi olduğu için ona KERS takamıyoruz” dedi. Direksiyonu istedim bi ara, eve götürmek için ama vermedi. Ne istesek gülüp geçiyo anca, çocuğu avut teknisyen bey. BMW içeride pek fazla bişey göstermedi. Bilgisayar odasına soktu, bilgisayarlara baktık, adamlar Windows XP kullanıyo. Ben kendi sistemlerini yazıyorlardır diye düşünürdüm hep.

Sindire sindire 2 gün boyunca yaptığımız padok turları sonucunda backstage maceramız Cumartesi günü bitti. Zati yarış günü de pilotları konsantrasyon ve panik halindeyken oralarda gezmenin tadı pek olmazdı. Öğrendiğim en önemli şey pilotların Cuma günü melek gibi, Cumartesi hafif stresli olduğuydu. Tabi Pazar günü yaklaşsan muhtemelen yumruğu kafana geçiriyodur ama o sırada içlerde olmadığım için işin ehli gibi söyleyemem.

Beklentilerimin o kadar üstünde şeyler yaşayıp gördüm ki, almak için ruhumu şeytana vereceğim 8. tribün bileti sıradan bişeymiş gibi gelmeye başladı. İstanbul Park’ta yarışlarda pek bi çekişme de olmuyo bi de. Düşünün artık Barrichello’nun ön kanadından ufak bi kanat parçası koptu diye millet nası seviniyor. Türkiye Malezya gibi olsa, ortalık yağmurdan bi anda kırılmaya başlasa 8. virajda mükemmel kapışmalar ve kazalar seyrederiz gibime geliyor. Bana kalırsa bu yarışın takvim zamanı değil Haziran. Tam anlamıyla yağdur mevlam su vakitlerinden birine alınmalı. Öyle olduğu vakit seyirci sayısı ve keyif de artacaktır bana kalırsa.

Button kazanıp şampanyayı arkadaşlarının üstüne boca ettiği sırada sonraki gün İzmir’deki sınavıma girmek için Harem garına doğru yola koyuldum. Dönüşte trafik dakikada 0,34 mm ilerlediği için bi ara paniğe büründüm. Otobüsüm saat 20:00′deydi ama İstanbul’un trafiğinin madiğinin nereden patlayacağı bilinir bilinmez bi gerçek. Neyse ki yarış haftasının her anında şansımın yaverliğiyle birlikte yakaladığım dakikliği kendisini burada da gösterdi ve görebileceğim herşeyi görmenin memnuniyeti, beklentilerimin üstündeki deneyimlerimle birlikte İzmir’e doğru yola koyuldum. Zihnime kronolojik sırası yanlış olsa da güzel bi şekilde kazınan yoğun hatıralarla bindim otobüse. Hani insan bazen çok sevdiği bi etkinliğe gittiğinde doymaz, evine dönerken aklındaki çoğu şeyi yapamadığı için oradan ayrılmak istemez ya, ben tam anlamıyla kafamda hayal ettiklerimi, hatta daha fazlasını yaşadığım için belki de hiç bu kadar huzurlu olmamıştım. Hatta bu geçirdiğim haftasonunu, sınıflandırmada “En güzel haftasonum” olarak kabul ettim. Bana bu güzel deneyimi yaşattığı için Bridgestone’a, Yalçın Pembecioğlu‘na, Burcu Şensoy‘a, manyetik kart tedarikçimiz, Motorhome’umuza neşe katan, böyle bi yerde dahi bu denli şen şakrak ve sevimli insanların olabileceğini bana kanıtlayan Aylin ve Deniz Hanım‘a çok teşekkür ediyorum. İstanbul Park’ta yaşanan bu güzel deneyimler daha da güzel şekilde yıllar boyu sizinle yaşanır umarım.

Buraya mezuraların ölçemeyeceği devasalıkta yazılar yazıyorum diye at koşturacak alanım bulunduğunu sanmayın. şimdi galeri sokuşturmaya kalksam zerre parçacığı kadar yer yok. Şurda bi resim havuzumuz var, hep beraber padokta yaşadıklarımızı paylaştık: http://www.flickr.com/groups/bridgestone-f1/

Dipçik not: Resimde Vettel’e abanmış kafa benimkisi.

Yazı bittiğinde “Accept – Neon Knights” çalıyordu.

Bu yazılar da üsttekini andırıyo gibi

 Yorumunu ekle

2 yorum yapılmış bu güzide postaya

  1. Taylan Der ki:

    iyi sardı seni bu f1 olayı hocam.

    dipsel: kartondan hamiltonla foto çektirdim geçen ben. kendi kendime bile inanamadım.

  2. Deli Profesör Der ki:

    Lavuğun orjinali bile balmumu kadar cansız duruyor padokta. Yani kartonla çekilmek de bir nevi orjinaline eşdeğer :D

Anlat derdini Marko Paşaya