‘ Sinema ’ Mevzubahis Arşivi

Düşünmeyi bilemedik bir türlü, tomruk olduk

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Birkaç yazımı takip etmişseniz spoiler verme, katil uşağın kim olduğundan bahsetme gibi hususlarda çekincem yoktur. Filmi olayların başladığı yere kadar değil de, her zaman ucu bucağıyla bütün olarak ele almışımdır. Bu yüzden de genelde bahsettiğim filmi izleyen insanlara hitap ettiğim anlamı çıkarılabilir. Yani madem olanı biteni anlatıyorsun bre deyyus-ül aziz, bu filmi izlemek için bana bi sebep ver ki izlerken senin verdiğin spoilerlar yanında gereksiz bi ayrıntı olarak kalsın denilebilir bu serzeniş hissedarları aracılığıyla.

Film yazısı mı yazmışım o gün, o zaman öncelikle gelmeden önce konuya çalışacaksınız sevgili okurlar. Konu hakkında öncelikle kendi temelinizi kendiniz oluşturacaksınız. Burası üniversite sonuçta, hepsini anlatamam ki, zorttiri zort desem zaman doluyor, sonrası da zaten şu epizotun şu çaptırı felan filan onlar size kalmış işler. Bana sorun mesela, bi incelemeyi, ön inceleme dahi olsa filmi izledikten sonra okuduğumda zibilyon katı kadar daha orgazm oluyorum. İzlemeden okuduğumda “Sununla şunun arasında bi olay örgüsü oluşur”dan başka da bi kısmını pek kapamıyorum, ama hani okumak iyi şeydir, o yüzden izlemeyeceğim filmlerin incelemesini önceden okuyorum. Lakin inceleme dediğimiz şey zaten filmi izleyip izlememize karar vermemizi sağlayacak karar mekanizmamızı harekete geçiren kritik zinciri değil midir? Benim için biraz muallakta kalmış bi durum.

Şu 3. paragrafa gelene kadar dikkat ettiyseniz – ki etmemeniz için öküz olmanız lazım, kör göze parmak sokmuyoruz burda – hep bi alttan alttan film ya da sinema menşeili bi inceleme geliyor mesajı verdim. Tabandan adeta bir göstebek gibi arzı dele dele ruhunuza aktı bu mesaj. Karaciğerlerinizin içinde zilyon tane skindirik hormonun etkisinde asıl vermek istediğim mesajın acı etkisinden arındırılmaya çalışıldı, fakat, evet, bugün kenarda tuttuğum güzide, ender demiyorum bakın, sadece güzide bir Türk sineması parçasını sizlerle paylaşacağım. Biraz önce yukarıda bahsettiğim sebeplerden önce filmi hep beraber izledikten sonra yazıyı okumanızı istiyorum, o yüzden şu an yazı dizgisini ayarlamadım, emin değilim ama sol üst kısımda, herşeyin başladığı yerde Youtube çerçevesine gömülmüş bi video görmeniz lazım. Orada eşşeğin ziki iriceliğinde bembeyaz bi boşluk görüyorsanız, sorununuzu anında çözüp tam kadro kritizasyona tabi tutum hareketine geçmek için makat isimli programı şu linkten anında indirip, ileri ileri next next yes ok diyip kurmanızı istiyorum, akabinde hep birlikte makattan giricez, adeta bi parmak boyu fitilcesine delip geçicez yasaları. Bi kere delmekle bişey olmaz diyip ırzına geçecez o yasaların sevgili okurlar.

Sayfayı F5 tuşuyla yenileyip hem videoyu gösterttirip hemi de bana ekstradan hit sağladığınıza göre artık hazırız.

Facebook jenerasyonun yarattığı “Al gülüm, izle ve gül gülüm, gülmekten yarıl gülüm” mantalitesinin saat başı 250 farklı videoyu kontrolsüz bir biçimde internete yaymasından beri, pek çok kısa film ve benzeri amatör video çekimlerine karşı frijit oldum açıkçası. İnternetin bi köşesinde inanılmaz alımlı bi video gördüm müydü “Ben bunu paylaşırım blogumda” diyerekten kalbimin küt küt çarptığı mevsimler şu an adeta hüzün yapraklarını yerlere sapsarı pespaye yapmış vaziyette. İstiyorum ki şurada hep birlikte konumuz hangi videoysa, filmse üstüne birkaç sayfa yazalım, bana göre en azından her kritiker başına bunu hak ediyor bu videolar. Ama birkaç Facebook bebesinin klavyesinin ucunda elin bebelerine meze oluyorlar, “Puaaaa yharıldmmmm” yorumları alt alta dizilirken aslında o video daha fazla şöhrete değil, daha fazla yalnızlığa ve anlaşılmazlığa erişiyor.

Neyse ki şu vakte kadar elimdeki video en azından bana bu homo ortamında denk gelmedi. Belki de şu an benimle arkadaş olmamış başka denyoların elinde alay malzemesi oluyor, bilmek, hissetmek istemiyorum. Alay malzemesi dediysem, tabii ki şu siteyi okuyan kitle için geçerli olan bi durum değil bu. Kadir İnanır’ın ilk yönetmenlik denemelerinden biri “Ah Gardaşım”dan bahsediyorum. Öncelikle bu filmi başından sonuna kadar izlemediğimi belirtmem lazım. TV’de sıkıntılı bi günde boş boş zapping yaparken Kanal 1′de son 10 dakika civarına denk gelmiştim, ki filmin başını bucağını hiç merak etmeden adapte olabildiğim, belki de filmin mesajının en yoğun verildiği andı bu. Öyle bi anında denk gelmiştim ki, sanki film sadece bu 10 dakikadan ibaretti. Tam anlamıyla kısa film tadındaydı. Tabii ki bu kısmın ilk 2-3 dakikasını izlerken bunu sıradan bi Yeşilçam filminden farksız görüyorsunuz, ama daha önce denk gelmediğim için bir süre izlemeye koyuldum.

Kadir ve Levent İnanır‘ın filmin “namına” saygı duruşu yaparcasına adeta bir “Brother Union” içinde ekmek parası için ağaçları cayır cayır devirdiğini görüyoruz. Etrafta kalın, bembeyaz bir kar örtüsü var, yer yer adım atmayı zorlaştıran cinsten. Sonrasında Kadir ağacı keserken bi an nereden ineceğini mi hesap edemiyor diyelim, yoksa rüzgarın azizliği mi, tomruk üstüne doğru bi devinim hareketi içine giriyor. O anı gördüğünüzde “Ulaa o tomruk düşene kadar 50 kere kaçardı altından” demeniz kuvvetle muhtemel. Ama gerçek hayatta işler o şekilde yürümüyor ki burada yürüsün sevgili okurlar. Lütfen artık Yeşilçam filmlerine bok atmak için mantık hatası arayan bünyelerinizden vazgeçin. Hiç üzerinize araba çarpması gibi bi tehlikeyle karşı karşıya kaldınız mı çok da skimde değil esasında, ama arabadan kaçmak için 5 saniyeniz olsa dahi, şok hali vuku bulduğunda o 5 saniyenizde vücudunuz kilitlenip kendisini arabaya teslim edercesini kımıldamıyor, bu da öylesine bi tutukluk hali, al tabancayı suya sok ateş etmeye çalış, ona benzer.

Levent bakıyor ki abisine bağırıp çığırmasına rağmen tomruk altında kalmış. İşler bi kere yolunda gitmeye görsün, zincirleme şekilde ivedi aksilikler çıkar. Eline elektrikli ağaç testeresini alıp bi kaç kere cihaza yükleniyor ama soğuktan mı desek, yoksa abisinin tomruğu devirmeden önce gövdeye aşırı yüklenip motoru yakmasından mı desek çalışmıyor. Orda durup tornavida takımını açıp onun tamiriyle uğraşacak hali yok tabi, adam ölüyo laaan! Allah’ın sittirettiği ıssız dağın başında son bi depar koyayım diye runaway modunda ötelemeye giriyor kendini Levent yardım amacıyla da her yer bembeyaz. Bi yere gideyim edeyim dese, gardaşının götü donacak orda.

Şu anlattığım kısmını izlerken kavrayamamıştım mesela iyi amaçla yaptığını, dönüyor gardaşının yanına, başlıyor nefetini kusmaya, “Dahası var, öyle ki şu tomruklardan, şurdaki karlardan soğuktan beter.” “Sen buralarda tomruk altında kıvran, senin avrat benim altımda aylar boyu meşgullerde kızak oldu bi o yana bi bu yana kaydırdım” diyor. “Dahası, bunca vakit kendi tohumun sandığın çocuk bile benden düşün artık karına ne zamandan beri kaktırdığımı” diyince artık Kadir tomruğun altında UFO’nun InfraRed ısıtıcıları misali domates rengine bürünüyor öfkeden. Şuradaki muhabbeti dinlediğimde itiraf ediyorum “Öeeeh, klasik bi o onu skertti, öbürü diğerine tokuşturdu muhabbeti” diyordum. Yıllarca filmlerin haslarını izlemem şuradaki mevzuyu anlamam için hiçbir katkıda bulunmamış meğerse, öğrenecek şeyin sonu yok diyip devam ediyorum. Her neyse, Kadir intikam ateşiyle tomruktan çıkmak için öfkesiyle kavrulurken, bu bizim elemanları kurtarmak için arayan elemanlar havaya iki el sıkıyor, bakıyorum Levent’in suratı gülüyo o da havaya sıkıyo bulunmak için. Yani adam havaya sıkmasına rağmen oradaki hareketin iyi niyetli olduğunu anlamayacak kadar öküzmüşüm ya, sinema izlemeyi o an bırakmam lazımdı. Hayıflanmadan edemiyorum kendime.

Kurtarıcı ekip bunların yanında bitiverip kardeşi dahil hepsi birden el atıp da Kadir’i çıkardığında, Deli Kadir’in gördüğünüz üzre yaptığı ilk iş gardaşını kevgire çevirmek oluyor piştovla. Mıhlamaya dönen gardaşı yere yığılırken, “Nedeeeeeen?” diye haykırıyor yanındakiler ağlamaklı. “Karda kıyamette sen donmayasın, nefretinle güçlenesin de bizim yardımımıza kadar hayatta kalasın diye bunu yaptı kardeşin” diyorlar. Adama nası anlamazsın böyle olduğunu diye soruyorlar bi de. Ulan ben burda skim daşşağıma denk izlerken anlamamışım, Deli kadir ölüm halinde nası düşünsün öyle bi amaç olduğunu, hadi diyelim düşündü bu sefer öfkesi dinip ölmez mi bu adam? Adam ayağa kalkar kalkmaz uzanacağı kolaylıkta yere silah koy, sonra adam 3 el ateş ederken sağa sola kımıldatmadan, elinin titremesini engelleyerek direkt hedefe yönelmesini sağla, ondan sonra nedeeeeen diye ağla. Kadir işte, bizim bildiğin deli ormanlı, filmleri değişse de tez canı değişmiyor. Otur bi dinle değil mi kadir kıymet bilmez Kadir? Sonra al bi de kendi kafana sık, ne kıymeti kaldı?

Kafaya sıkmadan önce kendisi de yakınıyor zaten. “Bize düşünmeyi öğreten olmadı ki, ağaçları, odunları kese biçe biz de apayrı bi tomruk olduk, sandık ki hayatta herşey ekmek parasının peşinden koşmak. Bazı erdemleri anlayamadık, bazı insanları tanıyamadık, güvenmeyi öğrenemedik, dinlemeyi bilemedik” diyerekten yakınıyor. Bu vakte kadar boşuna yaşadığını farkeden çoğu insan gibi kafasına sıkıp da kardeşine karşı diyetinin bir kısmını ödüyor.

Sinemamızda kolay kolay rastlanır türden bir 10 dakika değil bu açıkcası. Artık işin kolayına alışıp hikayesini pişkinliğe vurmuş birbirinin benzeri otomasyon ürünlerinden hiç değil. Ki bi filmin içinde bi ters köşeye yatırma çabası varsa, o film üzerine kafa patlatıldığını bilip her türlü saygı duyarım. Bana göre Türk sinemamız üzerine örnek olarak gösterilecek bir 10 dakika bu, hele ki yıllar geçtikçe genç yönetmen adaylarının yüzüne bakılmaz filmleri ülke çapında gösterime soktuğunu gördükçe. Şu anları biraz yönetmen makyajıyla bir Ingmar Bergman kılıfına bile sokabiliriz, ama diğerleri için hiçbir umut olduğunu sanmıyorum, zira görüntü eksikliği yanında anlatım dili de bomboş filmlerin çöplüğüne dönüyor ülkemiz sineması. Halbuki başkalarının filmlerine özenmeyi bir kenara bırakıp, kendi düşüncelerimizi makaraya aktarmaya çalışsak?

Yazı bittiğinde “Александр Пушной – Britney” çalıyordu.

The Rocky Horror Picture Show (1975)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

The Rocky Horror Picture Show (1975)Yeri geldi mi şeytanın g.tüne bile anahtar uydurabilen şeytanvari bi zeka yapısına sahip olsam da, bu yazının kilidini açacak giriş çilingirini bulamadım. Hayır, şimdi direkt filmin castingi şudur, hikayesi budur diyip pırtmak da istemiyorum ama 15 gündür bütün öğünlerimi kaplayan sucuklar ve sucuklu sandviçler beni et kafalı bi moron yapmış olabilir. Yine de direniş halindeyim. Hah! Hatta konuyu bağlayacak şekli hemen tasarlayıverdim. Girişi açtığın zaman gol yollarına etkin etkin akıyorsun zati.

Şeytanın g.tüne anahtarı mecazi bi şekilde, halkın diliyle, ağzıyla (Halkın ağzı derken, o da mecazi, yoksa burda gece vakti yayınlanan MTV yarışma programlarından birini yapmıyoruz.) uydurduğumuzda, 2. anlamını düşünüyoruz doğrudan. Yani, “Kralı gelse düdükler geçerim” diyorsun. Ama bunu derken bile bir kelimeyi daha alıp 2. anlam oluşturup, eylem haline getiriyorsun (Düdük-le) Peki, karşındaki adam sana gösterdiği sinsi sırıtışının altında bu cümleyi kurduğunda ya gerçekten de işinin şeytanların g.tüne anahtar uydurmak olduğunu belirtiyorsa? Sonuçta şeytanlarla ilgili, cehennemin görünüşüyle ve bunun gibi bazı dinsel verilerle ilgili temsili resimlerden başka şeyler bulunmayabiliyor elimizde. Tamam, şeytan kötü. Cehennem sıcak. Tarzan, Ceyn. Ceyn, Tarzan. Amma velakin içleri ve vicdanları çürümüş bu kötülük yargılayıcılarının kesin olarak neye benzediğini bana kimse söyleyemez.

İşte bilinmezliklerin başladığı bu noktada bilimkurgu devreye giriyor ve ben ilk golümü atıp, karşı tarafın kilidini açmış olmanın verdiği sevinçle önümdeki herhangi birine ayakkabı uzatıp, ayakkabı cilalatma hareketi yaptırıyorum. Bilimkurgu, evrendeki kara delikleri dahi yiyecek denli açtır. Yedikçe büyümez, zira yediklerini insanların beyninin içine kusarak hazmını sağlar. Kara delikleri yiyecek malzemesi olarak gördüğüne göre konusunun evren dahilindeki herşeyi kapsadığını varın siz düşünün ve korkun.

1800′lü yılların sonlarında toplu gösterimlerin, yani sinemanın başladığı zamanlarda ilk meyvesini veren türlerden biriydi bilimkurgu. Bi akım başladıktan sonra o akımı durdurmak için arasına yalıtkan madde soksanız bile yetmeyebilir. Georges Melies’in Aya Yolculuk uyarlamasıyla perdeye yansıyan absürd uzay maceraları ve uzaylılar, 2009 yılına gelmemize rağmen değişmedi. Yıllar geçiyor, bakıyorsun, uzaylı hala aynı uzaylı. He, ne oluyor, bi adam gidiyor g.tüne kilit girişi uydurup evrenin kapısını orda saklıyor, diğeri aynı anlamı metal yığını bi robota yüklüyor. Farklı farklı anlamlar yüklenip, mezuralar uzunluğunda yıllar geçerken, sinemada yeni yeni dalgalar çıkıyor (Buradaki dalga 3. anlamındadır) Her dalga bi diğerini tetikliyor, taa Yunanistan’ın ordan başlayıp da eklene eklene gelen son dalganın sahile vuruşu gibi düşünün. Lakin sinemadaki dalgalar sürekli birbiriyle kombinasyon halinde olsa da hiçbir zaman sahile vurmayacak kadar sürekli halde, çünkü içinde bulundukları deniz ya da okyanus, her ne haltsa, adını siz koyun, sonsuz.

Bayağılığın abidesi olarak yayılan kan ve vahşet filmlerini barındıran “İki film birden” sinemaları, bilimkurgunun adeta manevi babası oluveriyor 70′li yıllarda. Bağırsakları deşilen zombiler, kazıklara oturtulan vampirler, hatta zenci Dracula’lara (Blackula) yayılan yelpazenin yanında azınmayacak sayıda bilimkurgu filmleri de oynuyor. Kız kaçıranı, gezegen yok edeni, vesaire. Bu istismar sinemalarında olan biten, sürekli bir bayağılık halinde anlatılıyor. Bütçe düşüklüğü nedeniyle, kötü oyunculuklar, kötü çekimler, kan revan içinde ölümlerle kotarılıyor. İnsanoğlu dünyanın en vahşi yaratığı olduğu için kana doymak bilmez, şu an hala Testere gibi filmlerin aldığı reytingten toplumca değişmez keyfimizin başka insanların ölümünü izlemek olduğunu söyleyebilirim.

Peki müzikaller? Babetleriyle, mini etekleriyle alımlı hatunların, bolca yağlanmış Elvis saçlı, deri pantolonlu gençlerle yaptıkları aşk üzerine atışmalar, danslar? Bu kadar naif sahneleri, böyle bebek poposu kadar hassas aşk hikayelerini B sinemalarında görmeye tahammül edebilir misiniz? Ya da herşeyi geçtim, böyle bişeyin hayalini kurabilmeniz mümkün mü? Aklınıza doğrudan zombili bi Grease versiyonu geliyor olabilir. Zombili Grease dediğin de gerçi en fazla bi Thriller olabilir, ama zombilerin aşk hikayesini izlemek de onların yaşam tarzı altında eğlenceli bir seyirlik olacaktır.

Zombili bir “Love Story” var mıdır bilemiyorum, ama türleri kırarak oluşturduğu melez tür ırklarıyla daha güçlü, daha dayanıklı olan sinema sektörü “Müzikal-bilimkurgu-B filmi” türünü yaratmaktan da çekinmedi. Ama tabi olay bu aşamaya gelene kadar ikili çiftleştirmelerle ilerledi. Bu 3 türü andığım vakit aranızdan doğrudan “The Rocky Horror Picture Show” diyenler oldu ve ben öyle diyenlerin gadasını alırım.

Mevzubahis filmimiz, aynen kült film mertebesine erişen filmlerin geçtiği zorlu yollardan geçmiş. Garip hikayesi sebebiyle, salt bayağılık görmek isteyen insanları başta şüphelendirip kendinden uzak tutsa, oyuncularına kuruşlardan daha öte para birimini kazandıramamış olsa da, gençlik arasında patlayan VHS manyaklığıyla dünyanın en sevilen müzikalleri arasında yerini çabucak almıştır. Hikayemiz, herhangi bir vampir hikayesinden besleniyor, yani ufak bir kelime oyunuyla onun serbest uyarlaması diyebiliriz. Brad ve Janet isimli sevgi dolu çiftin şapır şupur yağmur yağdığı bir gecede pek bi ıssız ormanın içinde araba lastiklerinin patlayıp, stepnelerinin de olmamasıyla beraber yakında gördükleri şatoya yürümeleri gibi klasik bir Drakula hikayesi gördüğünüz üzere. Yani, aslında sadece anlatırken böyle. Çünkü gerek şato öncei, gerek şato sonrası olsun, genelde ruhunda rock ‘n roll barındıran müzikal atışmalarla ve mükemmel şarkı kafiyeleriyle inanılmaz eğlenmeye başlıyorsunuz.

Sıradan bir korku hikayesi, özü bozulmadan daha eğlenceli hale getirilebilir mi bilmiyorum. Transylvania‘yı duymayan yoktur. Transseksüel kelimesini duyup, neye benzediğini de bilmeyen yoktur ama zaten bu kadar tehlikeli biçimde karılan türlerin yanında Dracula’yı alıp da travesti yapmak basbayağı çılgınlık. Uzaylı-travesti ve herşeyden önce Dracula. Brad ve Janet sadece bir telefon görüşmesi için girdikleri bu şatoda yığınla ucubik görünümlü adamın parti yaptığını görünce haliyle tırsıyorlar. Ardından müzik kısmımız “Time Warp” şarkısıyla yeniden başlıyor ve harbiden bu andan sonra olay izleyiciler için de bi cümbüşe dönüyor. Bakıyorsunuz ki hikayeyi anlatan adam bile figürleri göstererek oynamaya başlamış. Dracula, mracula hikayesini bi kenara sallayıp, sola atlıyorsunuz, sonra ayaklar sağa, eller bele. Filmin tamamında alttan alttan akan böyle bi cümbüş hareketi var.

Dracula yorumlamamızdan sonra bir de yakışıklı Frankenstein uyarlamasına tanık oluyoruz. Sarı saçlı, bolca kaslı ve yakışıklı bu adam Dr. Frank N Furter’ın, yani travestimizin, kendisini tatmin etmek için ürettiği bir insan. Frankenstein gibi yama dolu bi suratı yok yani. Karakterler dörtlendikten sonra hikaye bunların arasında eşit dağılıma giriyor. Brad ve Janet cinselliği daha bi özgür, serbest yönünden keşfetmeye başlıyorlar. Bi nevi koyver gitsin durumu oluşuyor ikisinde. Tam anlamıyla 70′lerdeki sex & rock ‘n roll furyasının bir yansımasını görüyoruz. Ki şu ana kadar saydığım olguların, türlerin neredeyse hepsi 70′leri 70′ler yapan özel ögeleri barındırıyor. Dr. Frank N Furter’ın Brad ile Janet’ı ayrı odalara naklettirip ikisine de çaktığı sahnelerse filmin adeta zirve noktası, serbestliğinin vurgulandığı kısım.

“Bende çakabilme heybeti olduktan sonra kime ne?” dercesine bi duruşu var filmin aslında. “Hairfilmiyle yükselen uzun saç çığırtkanlığının cinsellik versiyonu. Tabii ne mutlu ki bu film 70 değil de 80 yılı bloğunda keşfedilmiş. Yoksa şu an yarımız travesti, yarımız ipne şekilde birbirimizi tokmaklar dururduk. “Bi film mi bu etkileri yaratacak?” deyip geçmeyin. Another Brick in the Wall şarkısının gençler üzerindeki büyük devrimci etkisini hatırlayın.

The Rocky Horror Picture Show, bir yandan da dünyanın en uzun süre gösterimde olan filmlerinden olma özelliğini taşıyor. Dünyada sürekli gösteriminin yapıldığı, sürekli dolu koltuklara oynayan birkaç sineması var hala. Bu sinemalarda film seyircilerin de koreografiye katılmasıyla birlikte ultra interaktif bir hal alıyor. Film sırasındaki sahneler seyirci koltuklarında tekrarlanıyor. Herkes filmden birilerinin kılığına giriyor. Onlarca, hatta yüzlerce kez o sinemada izleyen oldukça fazla müdavimi var ki, yeni gelenlerin alnına bakire işaretini yapıyorlarmış. Hangi sahnelerde dönüyor bilmiyorum fakat bazı sahnelerde Asshole, bazı sahnelerde ise Slut diye bağırmaktaymış bu izleyici arkadaşlar. Bir gün yeteri kadar param ve zamanım olursa, bu çılgınlığın içine de koreografiyi öğrenmeye yetecek kadar gösterimlik müdahil olmak isterim.

Sunduğu bolca bayağılık, cinsellik çığırtkanlığı, komedi, eğlence, müzik ve Stanley Kubrick filmlerinden fırlamış laboratuvar tasarımıyla “The Rocky Horror Picture Show” genel filmografi arasında diğerlerine kıyasla çok farklı bir yerde duruyor. Bu aykırı tarz, dolayısıyla kimi film severlere garip gelebilir. Bu filmi kült yapan sebeplerden birisi de budur. Her filmin hitap ettiği bir kitlesi olur, kimi filmler 7′den 70′e kitleyi hedeflerken para sebeplerinden, kimiinin asıl derdi özgürce hikayesinin anlatmaktır. Muhtemelen de sadece kafadan kontakları kapsarlar. Bu filmde keyif almamın nedenlerinden biri de bu olabilir. Sabah kalktığımda, filmden bazı müzikal sahneleri tekrar izleme ihtiyacı hissettiysem, film benim üzerimde misyonunu tamamlamıştır. Şimdi Dr. Frank için başkalarının ırzına geçme zamanı!

Yazı bittiğinde “Ram Jam – Too Bad On Your Birthday” çalıyordu.

This Is Spinal Tap (1984)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Spinal Tap - Break Like the Wind“Let’s do this go go go!” derken bi yandan da ellerimi 30 Ghz frekansında çırparak yazıya giresim geldi. Öyle bi dolmuşum, içinden çıkılmaz bi odaklanma hali mi bilemiyorum. Elleri çırpınca yazı yazmanı engelleyecek aşırı enerjiyi, siyah tişört giydiğinde üzerinde biriken ufak miktardaki kepeği elinin ucuyla silkemen gibi atıyorsun. Tamam ikisini de kıyasladığımızda bunlar insanı yoracak ağırlığı olan şeyler değil, fakat üzerindeki kepekler nasıl kendi saçlarını tırt, dolayısıyla kendini insan içinde cırt hissetmeni sağlıyorsa, ekstra enerji de yazı yazma esnasında bi yerlere tam anlamıyla odaklanmanı engelliyor. Hani şurda yazı yazmam esnasında birisi gelip arkadan el ense çekse hayır demem, direkt güreşiveririm. Bilmez de benim nası bi negatif yükle dolu olduğumu. Geçen arkadaşlardan birine şöyle bi kulunçları sırtı biraz masajlandır dediydim. 2 dakika yoğurduktan sonra “Sende acayip elektrik var, ellerim masaj yaparken çok çabuk yoruldu” dedi. Uğraşmamak için ne şiş yansın, ne kebap mukabilinde bi bahane de uydurmuş olabilir ama enerjiyi ben kendi içimde hissediyorum onun tasdiğine bile ihtiyacım olmazdı. Cızır cızır gözümde şimşekler çakıyor daha ne olsun.

Enerjini yanlış yere harcıyorsun diyenler vardır benim gibilerine. Rockstar enerjisi derler. Rock cidden dinleyici olarak iyilerinden olduğum bi kavram. Ama tanrı bilir, beni bu konuda asla yapıcı bi insan olarak yaratmamış, yaratsa da o hevesi vermemiş. Bi kısmın yemeğin mutfağında çalışırken, diğerinin afiyetle yemesi gibi. Tek vasıf sahibiyim. Ama yaptığını bi yandan yiyenler, yani mangal başında hem yelleyip, hem de közlenmiş patlıcanı mideye indirenler asıl bu işten keyif alanlar. Sene başında kendimi geliştirmek için elektro gitar aldım da, boş fırsat buldukça müzik dinleyip de başka şeylere vakit ayırmaya fırsat bulamadım. Bi gün otururken gökten zembille yetenek inmesini mi umuyorum anlayamadım. Herhalde ani manevrayla yataktan fırlayıp Awesome John gibi dişlerimle solo atacağımı sanıyorum. Belki de gitar konusunda hevesimi kıran şey, dünyada bi çok grubun yaptığından, ortaya çıkardığı müziklerden haberdar olmamdır. Bi andan sonra yapılabilecek her atraksiyonun, her solonun, en dibine kadar kombinasyonuna girildiğini farkediyorsunuz. Bütün türleri birbiriyle kırma yapmışlar, yeni bi tür yaratayım desen yok. Geriye abuk sabuk 3-5 tür kaldıysa, onları da Anında Görüntü Show‘da doğaçlama olarak icra ediyorlar (bkz. Tribünik melodram) Üstünde uğraştığım konularda mükemmeliyeti, ya da yeni bi akımı yaratmayı çok isterim çünkü. Yani gitarı elime alıp Gülpembe ya da Güllerin İçinden çalacak olduktan sonra, emeklere yazık.

Dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarının 65%’ini oluşturan rockçılar -Burada rockçı derken, metalini falanını filanını da kastediyorum- kendilerine tapan yığınla hayranıyla konser esnasında sürekli dirsek temasında olsa da, bunun haricinde konser vakti dışında da takdir edilmek ister. Bunun için her grubun ayrı kendi namını yürütme şekli vardır. Kimisi dünya sorunlarına hassasiyet gösteriyor gibi davranır, bazıları Amerika’da meşhur olan Late Night programlarından birine çıkıp kendini halktan gösterecek bikaç muhabbet yapar. Ucuzluktan ayda bir 4 çift çorap alırım, her birini 1 hafta giyerim der en basitinden. O sırada şovmen, grup elemanıyla ufak dozda dalga geçer ve halkla arasında takdir toplama misyonu tamamlanmış olur. Türlü çeşidi var respekt puanları toplamanın. Bunlar arasında ayağı yere en basanı belgesel DVD’si yapmak olsa gerek. VHS zamanlarında grubun sadece sahne önündeki en iyi performanslarından oluşan derlemeyi sunan belgeseller, pek de uzak olmayan zaman önce bir yeniliğe soyundu. Şan, şöhret, zenginlik yüzünden canına kıyan rock starların bir eseri, çığlığıydı belki de bu. Artık gruplar, belgesellerinde doğa üstü sololar atan robotlar gibi gözükmekten ziyade insanlara ruhunu açmak istiyordu. Mükemmeliyetin zirveye ulaştığı sahnenin sadece bir süs olduğunu bilmelerini istiyordular, çünkü insanların onları kusursuz yaratıklar olarak görmeleri yoruyordu. Sonrasında kavgalarından tutun da, aldıkları psikolojik desteklere kadar sahne arkalarını yayınladılar belgesellerinde insanlara rezil olup olmayacaklarını düşünmeden.

İster inanın, ister inanmayın belgesellerde grupların insani yanına eğilme yeniliğini oluşturan grup ise aslında yok. Spinal Tap‘ten bahsediyorum. Bugün birçok grubun belgesellerini hazırlatırken referans aldığı gruptan. Yaşanmış örneklere sırtımızı dayamayı severken, dünya devleri rock yıldızlarının olmayan birşeye yaslanması çok yadırgatıcı gelebilir size. Metallica’nın bile Some Kind of Monster‘da uyguladığı bir anlatım yapısı, grubun yolunda gitmezliklerini kapsayan, göz boyamaktan çok uzak. Olmayan bir grup bile kendisine bir belgeselle bu kadar hayran edinebiliyorsa biz de yapabiliriz şeklinde ummuş olmalılar. Dünyada genellikle documentary olarak anılan bir türdür belgesel. Bunun haricinde uydurulmuş bir konu üzerine gerçekmiş gibi anlatılan metrajlara ise uydurmalığını belli etme amacıyla mocumentary denir. Mocumentarylerin de en bilindik temelini This is the Spinal Tap oluşturmaktadır. Fakat filmin yönetmeni Rob Reiner‘in filmdeki uydurma kimliği Marty DiBergi‘nin de buyurduğu üzere bu film dört başı mamur bir “Rockumentary” ve ortalığı fena halde sallıyor.

Filmin temel dayanaklarını oluşturan noktaysa çok basit. Sahne performansıyla seyircileri kavuran Spinal Tap’ten etkilenen yönetmen Marty DiBergi’nin, onların hayatının her anını makaraya alıp, onları neyin bu denli tanrısallaştırdığını görmek istemesi. İngiliz hard rock’ının efsane isimleri olacaklarını çıkardığı 10 küsür albümle kanıtlayan Spinal Tap‘i filme almak için çok uygun bir zamandır, zira grup yeni albümü “Smeel the Glove (Eldiveni Kokla)” tanıtımı için turneye çıkmaya hazırlanmaktadır.

İşin eğlencesi de tam bu noktada başlıyor. Bir Sıfırdan yükseliş/Nasıl yaptım? hikayesi değil bu. Bildiğimiz mekanikleri tamamen yıkan, sahte rock idollerini son derece rahatsız eden türden. Bir grubu zirvedeyken yönetmen ile alıyoruz ve yanlış kararlardan, kıçı kalkmışlıklardan ötürü çöküşünü izliyoruz. Sinüzoidal dalganın temsili gibi İngiliz yeni dalganın temsilcileri. Zirveye çıktıklarında başlarına musibet gelsin istiyorlar gibi, farkında olmadan bir basiretsizlik içinde debeleniyorlar ve dibi boyluyorlar. Bütün bu yaşananlar 80′lerin rock gruplarına “Nasıl çöküşe geçersiniz?” dersi niteliğinde. Kibirin insanlığı yavaş yavaş zehirlediğini hepimiz biliyoruz.

Spinal Tap, 80′lerin o rock cümbüşünü her hareketiyle yaşatır nitelikte. Sadece filmin başlangıcındaki grup logosunda N harfinin üstündeki umlautu görmek bile bu kanıya varmak için yeterli oluyor. O zamanlarda olmadık yerlere umlaut koyan gruplar az değildi çünkü. Motörhead‘ten sonra kopup gelen umlaut çılgınlığının bir simgesi bu. Bunun haricinde yiğidin malını doğrudan meydanda gösteren rengarenk, incecik taytlar sahne performansı sırasında niye bu modanın sadece o 10 yıl içinde kaldığını anlamamızı tekrar sağlıyor. Çoğu kişi tarafından erkek müziği olarak lanse edilen bir müziğin, diğer bir kitle tarafından bu kadar heybetsiz görünüme kavuşturulmasını açıklamak pek de zor değil. ‘Rock’ın, içine hatunları da bolca aldığı efemine bir geçiş zamanıydı 80 bloğu.

Rockumentary’miz pek çok anında adına yaraşır şekilde grubun en iyi sahne gösterilerinden uzunca seçkiler sunuyor. Sürüyle izleyici görüyoruz alevli bir şekilde Spinal Tap’e eşlik eden, etrafa kıvılcım saçan. Grup sahne şovuna son derece önem veriyor ve seyirci de bunun farkında. Liriklerin içinde bulunan yüksek dozdaki mizahi unsur ise aslında olmayan bir grubu zihnimizde somutlaştırmaya yarıyor. Turne arası muhabbetlerinden sonra her sahne performansında sizin de ateşiniz daha bir yükseliyor. Sizin ateşiniz yükselip, filmden aldığınız keyif tavan yapmaya başladıkça grubun işleri yolunda gitmemeye başlıyor. Albüm turnesine çıkan ama albümü bir türlü piyasaya sürememiş olan Tap’in strateji hatasının bir ürünü bu. Rengarenk taytlarla erkek olmaktan çok uzak görünen elemanlar, iş albüm kapağına gelince son derece sexist (Cinsiyet ayrımcısı) oluyorlar, yani erkekliklerine sahiplendikleri nadir anlardan biri bu. Boynuna ip taktığı kadına elindeki eldiveni koklatmaya çalışan bir erkek görseli var kapakta ve bu kimsenin hoşuna gitmiyor, kapağa yasak geliyor anlayacağınız. Sonrasında albüm kapağında yaptıkları Beatles – White albüm özentisi değişiklik bizi gülme krizine soksa da gruba kabul etmek istemedikleri kadar hazin kariyer düşüşü yaşatıyor.

Olmayan bir grup hakkında, tanıdığımız gruplardan bile daha fazla bilgi edinmiş oluyoruz sonlara yaklaştığımızda. Bu bir yönetmenin, olmayan bir grubu meşhur yaparak namını yürütme çalışması bir nevi. Diyaloglar kendini havalı göstermeye çalışan rock star balonlarıyla aşırı derecede dalga geçiyor. DiBergi sordukça grubun gitaristi Nigel Tufnel adeta aptal sarışınlar gibi kelimeleri bir saçmalık bualamacına çeviriyor. Gitar çalarak insanların düşü haline gelen bu adamların hepimizden aptal, becerebildikleri tek şeyin ise bu olduğunu, başka bişey yapmaya kalksalar açlıktan nefeslerinin kokacağını görüyoruz. Rob Reiner’ın kullandığı bu itin g.tüne sokma yöntemi, yarattığı grubun sempatikliği sayesinde inanılmaz bir pozitif etki yaratıyor ve grubu günahlarıyla dahi kabul ediyoruz. Reiner film esnasında sadece sanatçılara yüklenmiyor tabii ki. Kartlarını bi yandan da oldukça ağır magazin yapan, müzisyenlere hakaret ederek kendini okutturan basın için açıyor. Film herkesi yaralıyor, ama mizahi yönü bu yaranın hissedilmesini engelliyor. Sarhoş kafaya yumruk yemeniz gibi. Aslında kafanızda bir şiş oluşuyor, lakin acısının farkında değilsiniz, içten, bilinçaltından ilerliyor. Envai çeşit triplere, saçma sapan isteklere maruz kalan menajerleri de unutmuyor yönetmen. Yıldızların dünyasında hiçbir düzenin kendi kendine oluşmadığını gösteriyor bizlere. Görünmez yıldızlar bunlar esasında. Daima arka planda devrilen çamları toparlamaya çalışıyorlar. Ama sakın bunu bir kadının, evi çekip çevirmesiyle aynı kefeye de koymayın diyerek özellikle altını çiziyor film.

Film bittiğinde grup tüm yolunda gitmeyen işleri ve buna rağmen kendilerini sahnede asla demoralize etmeyen tavırlarıyla size gerçekten de öte geliyor. Sonra internet üzerinde grup hakkında araştırma yaptığınızda izleyen milyonların da hemfikir olduğunu görüyorsunuz. Çünkü grup 1992‘de piyasaya sürdükleri gerçek albümle (Break Like the Wind) toparlanarak kurgunun ötesindeki çizgiye geçip, gerçek dünyamızda sahne performansları sergilemeye başlıyor. Beatles, Motörhead, Rainbow, Black Sabbath, Whitesnake gibi pek çok gruptan esinlenerek ortaya çıkmış kurgu bir anda ete kemiğe bürünüyor. Özellikle Live Earth’teki James Hetfield dahil neredeyse bütün gitaristleri bas gitarlarla sahneye çıkarıp Big Bottom (Büyük Kıç) şarkısını çaldırması müzik konusundaki en geyik performanslardan biri oluyor. Dediğim gibi, yarı sahte, yarı gerçek olsalar da müzik dünyasında çoğu sanatçıdan büyük saygınlıkları var.

Bu bol neon ışıkları ile bezeli dünyada neredeyse her müzisyenin 3 aşağı, 5 yukarı yaşadığı bu tecrübeleri biraz daha mizah seviyesi arttırılmış biçimde yaşamak istiyorsanız, müzik dünyasında Fransız ihtilali etkisi yaratıp taytları kıçtan düşüren bu filme bayılacaksınız. Tabi Rob Reiner’in bu kadar marazı tecrübe etmesi için ne kadar sahne arkalarında tozuttuğunu/cozuttuğunu da unutmayın, asıl filmin hakkını ona verin. Sonra grubun Haziran’da çıkacak DVD’sine göz atın. Hiçbiri ikna etmiyorsa aşağıya kesip biçip koyduğum bu ufak sahne izlemeniz için yeterli olacaktır. Spinal Tap is the Best, F*ck the Rest diyerek ara gazıyla rampayı çıkmış oluyoruz. Müzik dolu günler.

Spinal Tap – Gimme Some Money

Spinal Tap – It’s Mach Piece

Yazı bittiğinde “Перкалаба – Теща” çalıyordu.

Un Chien Andalou – Endülüs Köpeği (1929)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Un Chien Andalou - Endülüs Köpeği (1929)Deli Profesör tarihinde 2. kez yazdığım yazılardan birini sansür uygulamasına sokup – en azından bir süreliğine – ortadan yok etmem, bende ister istemez bir huzursuzluk duygusunu da yanında getirdi. Seçim zamanı koltuk aşığı siyasetçilerin afişlerle zorla aşıladığı zorlama bi duyguydu belki. “Sen yoksan bir kişi eksiğiz” demeleri gibi. “O yazı yoksa, diğerleri de yarım kalmıştır” gibi oldu. Diğer yazılar kabuslarımda beni kovalamaya başladı “Onu niye ölülerin dünyasına gönderdin?” diye. Bi önceki yazımı okuyanlar, yazıyı yok edeceğimin sinyalini yazımın başında gördükleri için hangi sebepten ötürü yok ettiğimi epey iyi biliyor olmalılar, ama bu konuda gıklarını çıkarmasınlar. Bu sansürler tabi ki başkalarının isteğiyle değil, kendi öz irademle kendime sunduğum kararlar. Gidip argo dolu yazımı değil de, en insani yazımı yok ederim siteden o da apayrı bi mesele.

Birileri ensemden tutup da “Elin klavyeye değmişken 2-3 yazıver bari” dediğinde dayanamadığımı oldukça iyi bildiğini tahmin ettiğim Kıbrıslı okur Tuğçe‘nin bu talebinin yarattığı huzursuzluğun etkisinden yazıyorum bugün. Uzun zamandır üstünde durmayı unuttuğum bi başlık üzerine. Kısa filmler kategorisini açmışım, ama onun yerine diğer kategorilerin içini sünnet düğünü araba konvoyu gibi doldurmuşum. Esasında bugün bahsedeceğim filmi teknik açıdan düşündüğümüzde kısa gelmemesi lazım. 1929 standartlarına baktığımızda, film makaralarının uzunluğu ve kameralarının ilkelliği tabi ki bu kıstaslar. 1929 için düşündüğümüzde 17 dakikalık bir film, günümüzün Yüzüklerin Efendisi triolojisine bile eşdeğer olabilir benim gözümde. Filmleri kısa, orta, normal diye yaftalamamamız bile lazım. Çünkü dikkat ettiyseniz sarı lira gibi akıp giden ömrümüzle birlikte her filmde kullanılan makara sayısı da uzuyor. Günümüzde belli bir ticari başarıyı yakalayan her halefinin öncüsü film, zaman kavramında yeni uzamalar, genişlemeler yaratıyor. Ben eminim ki bundan 50 sene sonra ardımıza baktığımızda bu 2-3 saatlik filmler bize mini filmler olarak gelecek. 2060′ta yaşarken, 1929′da çekilmiş bu filme de muhtemelen “Mikro film” deriz.

Peki, belki de bir günün 24 saatini komple kapsayacak eşzamanlı film deneyimleri yaşamaya başladığımızda şu 17 dakikalık filmden aldığımızın daha fazlasını mı alacağız? Görsel olarak muhtemelen evet, lakin fikir ya da zihnimizin çehresinde daha geniş bir boyut oluşturabileceğini sanmıyorum. Filmlerin belli şirketlerin maddi baskısı yüzünden yönetmenlere ticari amaçlarla çektirildiğini hepimiz biliyoruz. İyi bir film çekmek isteyen yönetmen bu Hollywood çakallarına muhtaç kaldığında kendi özel projelerine nakit oluşturabilmek için neredeyse tuvalet komedisi diyebileceğimiz dejenerelikte filmler sunabiliyor. Sinema dediğimiz olay bir yardım hizmeti değildir, salak insan toplulukları için film çekmek durumunda kaldığınızda yardım ettiğiniz hissiyatından çok, zorundalık hissedersiniz. Elinize bir hikaye verirler ve sadece ne kadar şişirdiğinize bakarlar. Kabul etmediğin zaman seni sektörden sürgün/aforoz etmeleri pek de kolaydır. İşte bu yüzden filmleri uzunluğuna göre kategorize ederken uzunluk janrından öte, niteliğini irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Şişirmek de güzeldir elbet. Ben sitede 2 satırda yazılacak şeyleri şişirdikçe şişiririm mesela, ama bunu kendim keyif aldığım için yaparım, birilerine hitap etmesi için değil. Sadece kaliteli kısa filmlerin aslında kısa film olmadığını söylemekti amacım. Ama yine oldukça fazla satır işgali yaptım.

Marangoz, sihirbaz, yönetmen Georges Melies‘in 1800 sonu, 1900 başı çıkardığı önemli görsel ürünlerin ardından ekmeğini tahmin edeceğiniz üzere onun fikrinden etkilenen başkaları yemişti. Çizdiği tablolarda sürrealizm çerçevesine sığmayan Salvador Dali ve Fransız sinemasının öncüsü olarak belki de bu filmle anmamızı sağlayan Luis Bunuel de keza. Salvador Dali’den bahsediyoruz tabii. Onu değil portrelerin içine, hayatın içine sığdırmak, anlamlandırabilmek oldukça zordur. Sürrealizm ismini verdiğimiz, her simgesinde binlerce anlam yüklü bu karmaşık, vurgusuna göre anlam kazanan sanatta, yıllar içinde kendi milyonlarca kelimelik sanat sözlüğünü oluşturması pek de zor olmamıştır. Dünyayı 300 boyutlu görmesinin etkisiyle birlikte çizdiği herhangi bir portreye baktığımızda içinde yüzlerce kompozisyon, yüzlerce hikaye bulabiliriz.

Her noktaya apayrı bir hikaye fırça darbesi vurmak için oldukça karmaşık, ama bağlantı kabloları doğru yerinde bağlı bir bilinçaltı gerekiyor. Arızanın teki sonuçta, gece ne gördüyse, sabahında onu çiziyor, oturup düşünüyor değil ya. Nasıl oluyorsa bir gün rakı sofrasında Bunuel’le hoşbeş ederken aklına milletin aklını tablolarıyla yeterince laçka ettiği yetmezmiş gibi bir de rüyalarını filme aktarmak geliyor. Bunuel zaten dünden razı, o da Dali’nin bir alt seviyesinde psikopatlığa sahip. Millet anlamasa da Salvador’un embesil rüyalarıyla birlikte voleyi vuracağının farkında. E anlayın artık, Un Chien Andalou diyorum, Türkiye’de daha çok bilinen adıyla, Endülüs Köpeği.

Filmi büyük bir iştahla seyre koyulduğumda ilk seyirde anlamayacağımı bildiğim için, filmin sonunda pek de panik yapmadım esasında. Bir araba yarışı düşünün, biri Need for Speed serisi gibi, gidecek tek takip yolun var, seni finişe çıkaracak kısımlar haricinde diğer yolları kapalı olduğu için sonuca rahatlıkla ulaşıyorsun. Bu bahsettiğim, sıradan bir yönetmenin kolay hazımlı, seyircinin hayal gücünü yosunla dolduran bayağı film türüdür. Bir de Burnout’u düşünün, bitiş çizgisine ulaşmak için gidebileceğiniz 100lerce farklı alternatif var ve hangisinin daha kestirme olduğunu kestiremiyorsunuz, tek yapmanız gereken haritayı daha dikkatli okumak. Şehri oldukça fazla gezmelisiniz ki yolların dilini anlayabilesiniz.

Bu filmin istediği tek şey bu. Gerçekleri savunmaktan yanayım, ne yalan söyliyim, film son derece karmaşık. Sürrealizmin cilt cilt oluşmuş sözlüğünün pek çok simgesinin farkında olmanız gerekiyor. Bu yetenek de bu konudaki sanatçıları takip etmekle kazanılacak türden. Bu tabi sadece doğru anlamlar yüklemeniz için gerekli bir durum, yoksa her şekilde yapılan her harekete bir anlam verebilirsiniz. Bir söylentiye göre Luis’le Salvador’un rüyalarından yola çıkarak yaptıkları bu başyapıtın ne anlama geldiğini onların da bilmediği söyleniyor, ama bu tabi ki safsata. Eşşek gibi de biliyorlar, ama sadece filmi belki 50 kere izleyenlerin, sinemaya ve boya sanatına gönül verenlerin anlamalarını istemişler.

Bu filmin ismi gibi afişini de çok iyi bildiğinizi tahmin ediyorum. Gözü kesmek için gözbebeğinin önünde tutulan bir ustura, berber edasıyla. Dünya’nın ilk sürrealist filminde kullanılan, film sırasında net olarak görebildiğimiz bu kesme sahnesinin kullanılması tesadüf mü sizce? Ayın üstünden jilet gibi geçen keskin bulutu gördükten sonra kadının gözünü usturayla çizerek kesen Bunuel’in gerçeküstü dünyaya geçiş simgesi verişi pek de anlaşılmaz değildir burada mesela. Gözle görülemeyen, zihin ve nur aşamasına geçen başka bi evren gibi.

Tabi bu sembol onların dünyasına uğramanız için sadece bir “Hoşgeldiniz” paspası. Yoksa filmin geri kalan kısmı bu anlattığım örnek kadar kolay sindirilebilir değil. Ben yaklaşık 10 kere izledim ve çoğu parçasını hala yerine oturtamadığım için hikayeyi anlamakta zorluk çekiyorum. Bir bölümünü izlemediğinizde ufak tefek şeyler kaçıracağınız bir dizi gibi değil bu. Bütün parçaları doğru sembolle bir kriptograf gibi tanımlayamadığınız sürece hikaye hep eksik kalıyor. Ortada karakterler var, hiçbirinin ismi belli değil. Hikaye bir kadın ve erkeğin arasındaki aşk hikayesi olarak cereyan ediyor. Erkek karakter filmin muhtelif bölgelerinde sürekli bir etken tarafından ölüyor, başka bir kısımda diriliyor, kendini öldürüyor ve bu sefer başka şekilde diriliyor.

Öldüğü zaman ruhu ikiye bölünüyor. İki zıt karakter oluşuyor kendisinden. Kötü olanı elindeki delikten çıkan karınca yuvası ve karıncalar metaforundan farkedebiliyoruz. İyi olan da sonra şapkayla içeri girdi derken bir anda karakterler birbirinin tersine dönüyor ve kötü iyi, iyi kötü oluyor, hatta bi an hangisinin doğru karakter olduğunu anlayamayacak kadar afallıyorsunuz, çünkü bu da muamma olarak kalıyor. Bir kısmında sokakta öldükten sonra kadının yanında beliren adam evin içinde ona tecavüz etmeye çalışıyor. Pabucun pahalı olduğunu, kızın kaçtığını gördükten sonra ise sırtındaki iple kilise ögeleri olduğu içindeki 2 papaz ve piyanodan belli olan kocaman bir dekor çekiyor. O sahnede piyanonun üzerinde ölü eşek kafası görüyoruz mesela. Bu kafa belki de Gotfather’ın yönetmeni Francis Ford Coppola’nın yataktan çıkan ölü at kafası sahnesinde esinlendiği kafa, bilemeyiz ama bu filmin içinde çok önemli bir manayla konumlandırıldığı gerçek. Ben bu konuların uzmanı olacak kadar derinlemesine bilemiyorum tabii.

Bunun haricinde filmde adamın ağız kısmının kaybolup, kadının koltuk altındaki kıllarının o bölgede çıkması, içinde ne yazdığını bilemediğimiz kitapların bir anda silaha dönüşmesi, hikayenin sekiz yıl sonra, on altı yıl önce gibi farklı zaman dilimlerinde dönerken bizim aynı zamanda döndüğünü sanmamız ve bunun gibi çoğu sahnede gizli ufak tefek pek çok rahatsız edici ayrıntı var. Bir sahnenin rahatsız edici olması için, içinde yarılmış dalakların, parçalanmış bağırsakların olması gerekmez pekala. Bana göre tanımlayamadığımız olaylar insanı her daim daha fazla ürkütür. Bu filmin rahatsız ediciliğinin bir numaraları sebebi de budur.

Endülüs Köpeği’ni izledikten sonra 1960 ve 70′ler civarında çekilen bazı filmlerin bu şaheseri referans aldığını göreceksiniz. Anlar anlamaz, ama kendi kafasına göre filmi tanımlayan yönetmenlerin farklı yorumlarıdır bunlar. Sırf sinema değil, müzik alanında bile unutamayacağımız etkileri vardır dinlerken zihnimizde filmi canlandıran. Pixies‘in Debaser şarkısı ise filme gönderme yaptığını bariz ve açık bir şekilde belli eden, ondan eğlenceli bir şekilde bahseden güzel şarkılardan biridir. Geyik bi şekilde şarkıda filmden bişey anlamamalarından bahsetmeleri de filmin uydurma olma mitini güçlendirmiştir. Belki de Bunuel’in kıs kıs gülmek için fedailerine yazdırdığı bir şarkıdır kim bilir.

Pixies – Debaser

Yazı bittiğinde “Pixies – Debaser” çalıyordu.

Ex Drummer – Eski Davulcu (2007)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Ex Drummer (Eski Davulcu)Yazar olduğunuzu düşünün, ya da bir yönetmen. Böyle bi durumda görevinizin insanların yüreğindeki duyguları açığa çıkarmak olduğunu gayet iyi bilirsiniz. Mutluluk, hüzün, nefret, şapşallık, aşk ve daha nice duygunun içinde yüzdüğü duygu deryasından bazen bir anda ya da çoğu anlarda birkaçını insanların hizmetine sunmanız gerekir. Zamanında çektiğiniz problemlerden, sırtınıza binen marazlardan sonra belli duyguları insanlara yaşatmanız zor değildir. Ama çoğu zaman işler şöhret olunca değişir. Çoğu problem yoluna girer çünkü. Cebinde tomarla para olabilir, her gün birileriyle sevişebilir, ya da tek eşliliğin zirve noktasında seni sevebilecek yegane birini bulmuşsundur. Anlayacağın hayatında huzur ortamı hüküm sürdüğünde üretkenliğine ket vurulduğunu hissedersin.

Böyle anlarda acı çekmek istersin. Bir yerden bir sorun çıksa da peşinden sürükleneyim mukabilinden hissiyatlar bunlar. Acı çekmeden diğer insanlara acının nasıl bişey olduğunu tasvir edemezsin. Peki acıyı bilmeyen insan, mutluluğun huzurunu, keyfini nasıl anlatabilir? Hepsi bütünü oluşturan, birini elde etmeden diğerlerine sahip olamayacağımız karmaşık hisler. Sadece uzaktan, okuduğunuz bir kitaptan ya da izlediğiniz filmden basit gözükebilir. İşte bu basitliği oluşturan, yazarın noksan duygu sahibi olmasıdır.

Ünlü olmanın ego şişirici bedeliyle kuşku içine girmiş umarsız bir adamdır Dries (Dries Van Hegen). Kuşku içinde umarsız olmak. Buna sadece ruhu kuvvetli insanlar dayanabilir. İçinden daimi alevler geçen bir suda yürümek gibi. Evinin manzarası kuş bakışı mükemmel bir dünyayı gördüğü zaman bulunduğu monotonluğu o da fark eder. Bir gün evini metal grubu kurmaya kalkan 3 tane ezik, özürlü, onu davulcu olarak dahil etme amacıyla ziyaret eder. Elemanlardan Koen De Geyter (Norman Baert) peltek bi adamdır ve grubun solistidir. Dili dönmeyen şarkıcı. Ayrıca kadınların konuşmalarından, hareketlerinden, yüz ifadelerinden nefret ettiği için fırsat bulduğu her anda onları öldürmek hobisidir. Jan Verbeek (Gunter Lamoot) ise kolunun biri tamamen kıpraştıramayacak kadar kaskatı kesilmiş i.ne bir gitaristtir. Üçüncü eleman Ivan Van Dorpe (Sam Louwyck) ise grubun sağır gitaristidir. Elemanları tanıttıktan sonra niye ezik özürlüler dediğimi anlamış olmalısınız.

Yazar Dries de tam öyle düşünüyordu. Fakat yaratıcılığının körelmemesi için bir yandan da bu eziklerin acı dolu dünyasına girip, onların çöplüğünün kokusunu hissetmeli, acısını yaşamalıydı. Bu kapkara ve iğrenç dünyanın içinde, hüzün içinde güçlü olmaya çalışarak gezerken, bir yandan da zamanı gelince sevgilisinin şefkat dolu kollarına döneceğini bilerek mutlu olarak. 2 duyguyu da aynı anda kuvvetli olarak yaşamak sadece güçlü insanların işidir.

Gruba, özrü davul çalmayı bilmemek olarak giren Dries film boyunca müzik yarışmasına katılmaktan ziyade, gruptaki elemanların ailevi hayatlarını merak eder durur. Verbeek’in deli olduğu için yatağa bağlanan babası, Geyter’in kadın öldürme hastalığı ve kamera çekim tekniğine de yansıyan komple terso olmuş dünyası ve Ivan’ın ailevi problemleri. Hepsinin katmerlenmiş berbat problemleri vardır ve esasında müziği bir kaçış rotası olarak görmektedirler. Çoğu zaman grup müzik icra ederken davulunu bırakıp, motoruna atlayıp basıp giden Dries ise sadece olanlara, geldiği noktaya anlam verme çabasındadır. Grubun içinde -haliyle- en normal gözüken kişi olsa da onun da çoğumuza garip gelecek hareketleri yok değil. Başka kadınlarla sadece yanında sevgilisi varken sevişir mesela. Yanındaki 3 morondan sıkıldıkça da bu ve benzeri hareketlere girer.

Ama zamanla farkeder ki, aslında bu sefer acı çekip, yazı yazmak için girmemiştir bu eziklerin dünyasına. Bu sefer romanı yaşamak, elleriyle interaktif halde istediği yöne çekmek istemiştir. Aptalları yönetmenin, bir kuklayı tutmaktan farksız olduğunu bilir çünkü. Bu insanlara müzik yarışmasını kazanmak için yardım ediyor olsa da, aslında bu onlar için idamdan önceki son dilek gibidir. Tabi bunu sadece Dries bilir ve belki Jan Verbeek’in babası.

Film başladığı ilk dakikalardaki reverse motion çekim tekniğiyle doğrudan insana bu izlediğinin sadece bir sinema filmi olmadığını hissettiriyor. Hikaye şaşırıp kalacağımız derecede karmaşık ya da kördüğüm değil belki, ama yarattığı dünyayı hissettiriş ve insanı bunalıma sokuş şekli hepsinin üstüne çıkıyor, olayı görsel bir boyuta taşıyor. Filmin afişinde gördüğünüz yer ise Geyter’in evi. Geyter’in evinde yalnız yaşadığı anlardaki ruh halinin metaforu aslında bu. Ev sadece ona ters, kamera onun bakış açısını yansıtıyor. Eve herhangi biri geldiğinde gelen kişi düz dursa da, o bize göre tavanda kalıyor. Batak dünyasının içinde kontrollü ve kontrolsüz cinsellik olmadan olmazdı tabii. Film boyunca Dries’in karısının da müdahil olduğu grup sekslerinden sonra daldaşak evin içinde gezmesinden tutun da, Koca Kamış lakabındaki rakip grubun gitaristinin -kendi tabiriyle- inikken 50 cm. diye tabir ettiği malafatıyla ondan anal seks isteyen bir i.nenin kıçını dalgasıyla kanlar içinde paramparça yarmasına tanık oluyoruz. K.çını tuta tuta giden, toplumda parya sınıfına sahip olan bir i.ne aslında bu. Dries’ten de dayak nasibini alıyor yeri gelince.

Filmin çoğu anına cesur çekim sahnelerinin içinde kan deryaları hakim. Hani şu yaş grubu izlesin, şu insan tipi izlesin diye bi kaygısı yok yönetmenin. Sadece hikayeyi bağlanması gereken noktada Dries’in yerine geçerek bağlamak istiyor. Hikayenin anlatımındaki en güzel yanlardan biriyse, herhangi biri öldüğü/öldürüldüğü anda parçalanmış uzuvlarıyla masaya oturup hayat hikayesinden bir kısmını anlatması. Ölüm sonrası sorguya çekilmek gibi. Öldükten sonraki pişmanlıkları ya da düşünceleri yansıtma fikri son derece devrimci bir fikir, ki zaten film şu ana kadar saydığım özelliklerle diğerlerinden fersah fersah öne geçiyor.

Bu bir yandan da müzik filmi. Yani müziğe verilen önem çok fazla. Bu yukarıda saydığım tüm özellikler ilginizi çekmese dahi, rock dinleyen bünyeye sahipseniz sizi kendinizden alacak türden bir müzik listesi var. Tabii bu kadar güzel parçalardan oluşan bir soundtrackten bi bu kadar daha yazı çıkacağı için gelecek zamandaki yazılardan birinde incelemeyi düşünüyorum. Ama tahmin edeceğiniz üzere Belçika’da çekilen bir filmin müzik listesinde herhangi bir Türk grup olmasa şaşardım. Bu film sayesinde Madensuyu grubunu da keşfedebilirsiniz.

Bittiğinde hikayede çok da fazla gedik kalmıyor. Tanık olduğum bunca gariplikten sonra bir filmi izledikten sonra belki de ilk defa “Bu filmi izlemesem sinema konusunda eksik kalırdım.” dedim. Gariptir ama ilk defa bir filmi izledikten sonra o an yazı yazasım geldi. Ama sonra doğrudan seyir akabinde yapılan incelemelerin sağlıklı olmadığını, bir film için oluşan kanaatlerin yerine oturması için en azından 1 hafta geçmesi gerektiğini düşündüm. Bana bu denli ciddi bir yazı yazdırdığına, defalarca kez üst üste “film” kelimesini kullandırttığına göre var bişeyler.

Yazı bittiğinde “Brutaliator – Terminal Breath” çalıyordu.