‘ Ayın Tavsiyesi ’ Mevzubahis Arşivi

Sevgililer Günü Tavsiyesi: Zarasutra

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

T-Box ZarasutraToplum adını verdiğimiz demet demet yumurta insanlardan oluşan kültür sosyetesinin ne kadar yadırgak olduğunu söylemem, muhtemelen Amerika’yı zilyoruncu kez yeniden keşfetme teşebbüsü gibi bişey olurdu. Ama gelin görün ki, bu yadırgak insan güruhlarımız benimsedikleriyle kalıplaştıktan sonra, o kalıplaştıkları değerlerle bir olduklarını, yani o değerler olmadan yapamayacaklarını sanmaktadır. Bunun en geyik örneğini İstanbul’da yolları ottübüslerle, dolmuşlarla, taksilerle arşınlamaya çalışırken gördüm. Adeta 2 benimsek grup oluşmuş. Vasıta sürenler ve vasıtaya binenler. Ya da isyankarlar (kabullenemeyenler) ve “Kader diyemezsin, sen kendin ettin“ciler olarak sınıflandırabiliriz. 2. kategoride bulunanlar, İstanbul trafiğinin rezalet derecede yavaş ve karmaşık olduğunu o kadar benimsemişler ki, trafiğin akıcı olduğu vakit, artan saatlerinde yapacak bişey bulamayacaklarını sanıyorlar. 1. ihtimal olarak böyle düşünüyorum. Ya da nüfus yoğunluğunun yüzde 90′ının Taksim-Beyoğlu’nda biriktiğini düşünürsek, insanların yola çıkma korkusunun oluştuğunu da tahmin edebiliriz. Buradaki insan sayısı hiç azalmıyor fark ettiyseniz. Hep sabit, ya da artıyor. Bir sebebi var tabi ki. Bu insanlar burada yaşıyor, sürekli başından sonuna, sonundan başına volta atarak, arabaya binmeden İstanbul’da yaşıyorlar. Giren bi daha çıkmıyor. 2 turda bi ayak üstü yeni bi hatunla tanışıyorsunuz mesela. Taksim’de ilişkiniz başlıyor, Beyoğlu’nda bitiyor. Günümüz sabun köpüğü ilişkilerinin bi simgesi gibi. Aşklar bile böyle kabullenilmiş. Geometrik diziler gibi kısalan ilişki sürelerimi düşünürsem, benim için son derece normal kalıyor. Takriben 1 saat.

Kabullenmişlikten bahsediyordum. Taksim’den Anadolu Yakası’na, Kozyatağı arabasına bineceğim vakit bi otobüs kuyruğuyla karşılaştım. Herkes uslu bi şekilde, gıkını çıkarmadan otobüsünü bekliyordu. Bu temponun içinde akşama kadar haşat oluyorlar haliyle. “İstanbul’un düzenli tek olayı, bu otobüs kuyruğu zaar.” dedim. O da olmaz olsun. Gideceğim yere 4 vasıtayla gittikten sonra daşhağıma kadar. Orada emmilerden birine sordum tabi meraktan, “Ne kadar sürer karşıya geçiş.” diye. Adam o denli sakin ve huzurlu bi ses tonuyla söylüyor ki, sanırsınız 2-3 saat, karşıya geçmek için uygun bi süre. Yine yol yapıyoruz diye bi yerleri kırıp döküyorlarmış. Bi de eğleniyor anlatırken, “Yiğenim sen bi de kar yağdı mıydı görecen, 6 saatte gittiydik eve.” İşte, her an direksiyon sallayan dolmuşçular, ottübüsçüler haricinde İstanbul insanının yollar hakkındaki tutumu bu. Son derece memnunlar. 1 günü yolda geçse gıkı çıkmayacak. Bu manyaklığın içinde vasıtadan indim, diğerine bindim, o yetmedi bi başkasına. Ben her türlü eğlenirim, şuraya 2 gün gelmişim, skim daşhağıma denk. İstanbul’u oturduğum vasıtanın koltuğundan panorama gibi izlerim demo babında. Ama bu insanların bu denli koyun kıvamında duyarsızlaşması, siyaset konusunda eline düştüğümüz vampirlerin gelecek vakitte dübürümüze çakmasına inanılmaz derecede yardımcı olacaktır.

Taksim’de modernlik skinin belasına bardakları bile bi ayrı havalı tutan İstanbul insanı, konu seks veyahut cinselliğe gelince kabuğuna çekilmiş tosbağa gibi muhafazakar oluyor. Toplumun böyle bir özelliği var, izole insan sayısı belli bir oranda bulunduğu vakit, diğer insanları da içlerine sindirmeleri çok kolay oluyor. Tabi bu muhafazakarlık, tabulaştırma durumu sadece İstanbul’a özgü bişey değil, her yerde var. Her an, sürekli belli konularda sindirilmeye çalıştığımı kolayca hissedebiliyorum. Bu alenen olan bişey değil, farkedebilmeniz için insanlara sürekli obje gibi bakmanız gerekiyor bazı ortamlarda. Özellikle cafe ortamlarının bu konuda yardımcı olacağını söylememe gerek yok.

Seks diyince herkesin suratı ekşiyor. Sanırsınız ki ben sapığım, etrafımdakiler frijit. Kapıların ardına gelince frijit mrijit tanımıyorlar tabi, çat çut. Laf var, icraat yok derler. Ben bu adamları anlamadım. Ne laf, ne icraat var. Tutturmuşlar bi misyonerdir gidiyorlar. Bi ortamda geyiğine 2 seks kelamı yapmaya görün, etrafınızdakiler peygamber soyundan kesilir. Misyoner pozisyonundan öte yol yok onlara. Takılmış kalmışlar. Ama dediğim gibi, bana da Kasımpaşa. Çocukluktan hatırlarım. Kadınlar, altın günlerinde, hamam toplaşmalarında, nerede belden aşağı fıkra varsa anlatır anlatır kahkahayı basarlardı. Erkekleri zaten bilirsiniz, onların da kendi arasında her gördüğü hatun hakkında fikri sabittir: “Uff şunu bi verecekler bana var ya ne çakarım.” Eşşek sıpasına bakın hele. Toplum henüz pezevenk babalık, mama annelik müesseselerine açık/hazır değil. Yani gelip herhangi bi ebeveyn, elindeki köpeğinin soyunun çoğalmasını istediği gibi kızını teslim etmiyor bu tip abazanlara, Allah’tan. Otosbüsteki yaşı kemale ermiş teyzelerin tiplere bakıyorum gerçi, ufak bi kısmında eline düşen kızları yoldan çıkaracak Aliye Rona potansiyeli var. Allah bu potansiyeli taşıyanlara kız vermesin.

Cima eylemek tabi ki güzel bi olay, fakat toplumun düzen kurallarını, insanların gönül hassasiyetini, bu işin özel, paylaşılan yanını bozmadan. “Çıkar zekeri, çıkar mokarı tokmakla” değil olay yani. Tabi biz, hayatı ne zaman tiye alabildik ki? İnsanlarda hep bi, “Laf etse de, evire çevire pataklasam” durumu var. Ağzını açanın ağzına çarpıyorlar. Ne olursa olsun, her ortamdan geyik çıkarabiliyor olmak süper bi ruh halini yaratıyor açıkcası. Her konuya “A-aa, ne kadar ayıp” denilen ortamlarda, yersiz yüksek dozajda edepsizlik yapmak apayrı keyif. Elden geldiğince ortamı kendine göre uydurmak en güzeli tabi ki. Bi yerden sonra laçkalaşabiliyor.

Yeri geldi mi, ahlakın dibine vuracaksın. Firma ahlakın olacak mesela. Yani etiğin olacak, hizmet anlayışın olacak. Ama firman ahlaksız olabilir pekala, yani fikirleri ahlaksız olabilir. Çünkü insanların buna da ihtiyacı var. Dediğim gibi, çoğu insan hemcinslerinin yanında belden aşağı orjinal espriler yapmak için çabalıyor. 6 tonluk basınçla sıkıştırılmış kutularda elbise satan T-box da yer yer cinsellik ögelerini güzel kullanan bir girişim. Arşimet, “Bana bir kaldıraç verin, dünyayı yerinden oynatayım” demiş. Büyük başarılar elde etmek için elinizde illa ki büyük şeylerin, bulunmaz fikirlerin olmasına gerek yok. Sadece bir zar. Olağandan biraz daha irice ama. Bir yüzünde mekanlar yazıyor, asansör, kütüphane, mutfak tezgahı gibi. Bi yüzündeyse çeşitli seks pozisyonlarının karikatürize resimleri. Zarı sallayıp masaya attığınızda elinize 36 farklı seks halinden biri geçiyor. Pozisyon zenginliği diye buna derim. Zarasutra adını verdiği bu girişim dehasıyla kitleleri coşturacağına eminim. Olaya bakın hele, evvelden biz matematikte bir zar atıldığında kaç defa üst üste 4-3 geleceğini hesaplardık. Günümüzün rejenere olmuş sorusunda ise, “Ali’yle Ayşe mutfak tezgahında kaç kere üst üste doggy style yapabilir?” diyebiliyoruz. İnsanlara bunun geyiğini yapma şansını vermek cesurca, zekice ve düşük maliyetli bi iş.

T-Box’ın sahibi utanmamış, sıkılmamış, insanlar bi nebze eğlensin diye bu zarı üretmiş, enejisini, mizahını paylaşma adına. İster zarı ciddiye alır, üzerinde yazanı yapmak için uçak tuvaletine doğru partnerinle yola koyulursun, istersen de herhangi bi arkadaş ortamında birinden zarı atmasını istersin. Her türlü eğlence vaad ediyor. Alınan tepkiye göre icraatı ciddi ya da gerçek uygulamak elzemdir. Ulan böyle diyorum da, gerçi bizim insanlar da iyi şeyleri öğrenmeye gelince sittin sene öğrenmiyorlar, kötü bişey öğretegör anında yoldan çıkıyorlar. Ben nasıl gidip de bu zarı kullandırtayım insanlara? Her duyguyu dozajında yaşamayı bilmiyolar ki. Mokar manyağı olacaklar ondan sonra.

T-Box’ın Taksim’de şubeyi ayak üstü görmem iyi oldu. İnternetten sipariş etmeyi düşünüyordum bu zarı. Kasa görevlisi Ezgi var orada. “Bi tane Zarasutra istiyorum” dediğimde gülmekten tezgahın arkasında yuvarlanacaktı neredeyse. “Ne kadar sapıksın” dedi. Ah be ablacım, sen T-box konseptine oturamamışsın ki, bulunduğun yer üç aşağı beş yukarı +18 zaten. Her Zarasutra isteyene zenci y.rrağı istiyormuş gibi gülüyorsan, orada pek bi ömrün olmaz gibime geliyor. Kampanya mı vardı, yoksa sahici mi içinden geldi bilemiyorum, “Sana bi zar daha hediye edesim geldi” dedi. Eşe dosta dağıtırız canım nolacak, hayatları şenlensin. Giderayak aldım zarları. Bu zarın, etkileri sayesinde kelime anlamı olarak kulağımdaki ehemmiyetinin zirve noktası yapacağının kanaatindeyim. Buyrun size güzel bi sevgililer günü tavsiyesi. “Uzaklarda arama, çünkü sen içimdesin.” diyebilir mesela erkek arkadaşına bu zarı hediye eden bir dişi.
Yalanım olmasın, yazı bittiğinde “Muscadine – Big Balls” çalıyordu.

İlk Tıraşta Aşk – Gillette Fusion Power Phenom

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Dünyadaki terapi niteliği taşıyan ne kadar sakinleştirici eylem varsa neredeyse hepsi erkeklere özgüdür ve buna rağmen sağıma baktığımda 1, soluma baktığımda ise 3 tane baltazar tipli, hapishane kaçkını ve çoğu zaman da tipsizlikten 10 yıl yiyecek denli öfkelilik halinde testesteron adamlar görebiliyorum. Öfkenin sebebini irdelemek gerekirse bu denli çok terapi nitelikli aktivite arasından hepsini yapmak isteyip, çoğunu yapamadıkları için deliriyor olabilirler. Bakınız, mesela kadınların oldukça sınırlıdır, bilemiyorum, belki de onların dünyasına giremediğim için böyle gözüküyor. Sonuçta Mel Gibson‘ın bi filmi vardı (What Women Want), ordaki gibi kadın elbiseleri giyip sonra da suya fön makinesini koyup elektrikle çarpılma suretiyle onların içinden düşündüklerini duyabilme yetisini kazanmayı da hiç istemem. Mel Gibson’ı da görüyorsunuz zaten, o tür rollerden sonra tırlattı, bir daha dönmemek üzere hristiyanlık harici tüm dinleri kötüleyerek bi nevi kendini affettirme amaçlı misyoner filmler çekmeye başladı.

Eğer dikkat ederseniz kadınların en önemli rahatlama kozları ikincil olarak dedikodu ve birincil olarak bulaşık yıkamaktır. Ve tekrar dikkat ederseniz aklı selim erkeklerin bu yöntemleri de terapi listesine kattığını görebilirsiniz. Özellikle bulaşık yıkayan herhangi bi insan evladı, o sırada duyduğu rahatlama bağımlılıklı bu aktivitesini belirli periyotlarla devam ettirir. İnsanlık olarak yalnız başımıza bişeyler yapsak dahi kızların ilgisini çekmek için uzaklara dalıp giden gizemli erkek modelinden kaçınmıyoruz, bulaşık yıkarken bile. Bize kalsa herşey film gibi lan. Hani Yeşilçam filmlerinde olurdu ya, biçki dikiş kursuna gireceğini sanarken kadrolu hayat kadınına dönüşen insanlar. Bir süre bu buğunun içinde “Nasıl olsa paramı kazanıyorum lan.” diyerek oldukça yanlış temaslarda (Diplomatik ilişki sanki ha, yanlış temasmış) bulunan kadın karakterimiz, bir gün bulunduğumuz ortamdan iğrenmenin en klasik yöntemi olan “Ölü köpek düşünüm bazlı hareket“i gerçekleştirir ve ağlaya ağlaya eve koştururdu. Sonra banyo sekansına geçtiğinde kadının ağlaya ağlaya üstüne tasla suyu boca ettiğini ve tövbekar (kendisine göre arınmış, günah çıkartmış) olduğunu görürdük. Buna bi nevi metaforlarla arınma diyebiliriz. İşte bu denli manyaklıklarla büyüyen nesiller, ya da sonradan Yeşilçam manyaklıklarına maruz kalan sonraki jenerasyonlar 2 boy abdestiyle günahlarından arınmaya, bi duvar yanında görmediği adamlara sırlarını anlatarak günah çıkarmaya kalkıştılar.

Bulaşık yıkamak bunlara göre çok daha samimi. Çünkü bir insanın herhangi bi anda evde verdiği ziyafetin ertesi gün ceremesini çekmek üzere istemeye istemeye o bulaşık süngerine gider eli. Normal bulaşıklar dedikodu, yalan söyleme gibi ufak günahları arındırırken, olay tencere tavaya geldiğinde işler kızışır. Artık geri dönülmesi oldukça zor bi günahmışçasına çitiler, çitileriz ve üstündeki kurumuş pislikler çıkmaya başladıkça gerizekalı bi mutluluğa bürünürüz. Lakin bakınız, o tavanın içine gözlerinizi pörtletmek suretiyle baktığınızda ufak çiziklerin oluştuğunu görmeniz oldukça mümkündür. İstediğiniz kadar yaptığınız basit olgulara anlam yükleyin, bi şekilde pürüz çıkar. Sen git “Arka taraf bomboş” diye otobüste seni sıkboğaz eden adamı bıçakla, ondan sonra bi süngerle affol, iyi valla.

Erkeklerin aktiviteleri oldukça fazla olmasına rağmen, bazıları çok çok daha el üstündedir. Tabi bu biz baltalara kalsa “Üşengeçlikten ötürü hiçbiriyle ilgilenme” şeklinde özetlenebilir. Ama vücudunun yüzde 70′i su yerine kıldan oluşan bi yaratık ne yazık ki koyveremez. Biraz haksızlık ettiğimi farkettim esasında. Şayet biz bezginsek bunun tek sebebi vücüdümüzün dört bi yanından pörtleyen kılların enerjimizi emmesidir. Basketçiler enerji kaybetmemek amacıyla bacak, kol, Allah ne verdiyse bütün kılları alır ve gariptir ki herşeyde artistlik yapan ve ataerkil olduğunu sanan hanımköylü toplumumuzda bu oldukça doğal karşılanmaktadır. Lakin bakınız, ben bu biraz önce bahsettiğim sebepten eylemi icra etmeye kalksam “Dağlar seni delik delik deleriiim aman aman” türküsünde de belirtildiği gibi içinden çıkılması güç durumlarda kalırım. Ne mutlu ki toplumumuz en azından belli bölgelerimizin kıllardan arındırılması görüşünde. Göz görmeyince gönül katlanır bittabi. Aşağı lokasyonda estetik bir kaygımız olmadığından ötürü herhangi bir tıraş bıçağıyla haşır huşur kesebiliriz. Lakin gelecekteki amacınız Alessandra Ambrosio gibi bi hatunu tav etmekse bizim eski sokakta bolca gördüğüm, o dönemlerde kabuslarımda prime time oynayan Ramo gibi olmamalısınız. Buradan tüm Türk halkına yemin ediyorum, adamın gözleri hariç her yerini kıl bürümüştü. Göz çevresi demiyorum dikkat ettiyseniz. Göz torbaları bile kıllıydı. Gözünü kıl bürümek eyleminin bu adamda hayata geçmemiş olduğuna bolca şaşırdım bu yüzden de. Ben ki, enerjisi düşük bir insan olmamı bu denli kıllı olmama bağlarken, o adamı sürekli ayakta dolaşırken görüyor ve akabinde dart yemiş düldül gibi şaşırıyordum. Bilemem, belki de adam kendini hayattan izole etmek istediği için adaptasyonla bu denli kıllı bi hale geldi ya da eskiden yakışıklıydı ama Ambrosio gibi birini ayarlayınca saldı kendini.

Bu tıraş olayını her ne kadar terapi olarak düşünsem de 2 aylık bir rutinle uğraştığımı itiraf etmeliyim. Tabi bu süre zarfında da en az ormanda kırk Okan Bayülgen neandartali gücünde olabiliyorum. Yeni programına başlıyor, artık bi şekilde saçı sakalı toplamıştır diye düşünürken bir de ne göreyim. Ben evrimin ileri işleyeceğini sanarken sevgili Okan maymun maskesiyle (Belki de maske değildi kendi kafasıydı) ortada deliler gibi raks etmekteydi. Programının logosu da bi maymundu. E bu adam genel olarak günümüzün erkek modasını belirlemiyor mu? O zaman yeni moda maymunluk ve kıllılık gibi bişey olacak. Ama ben en az Amerika’nın 1 dolarının “In God We Trust” sözleriyle tanrıya güvendiği gibi burnunu her bi halta sokan İsviçre’li bilim adamlarının “Kadınlar yumurta gibi erkekler sever” sözüne güveniyorum. Sonuçta düşünün, bi kadın hoşlandığını yavuklusunun yüzünü hissederek öpemeyip, bir kıl yumağıyla temas ettiğini düşündükten sonra niye onunla çıksın ki? Gider en hasım kedisinin elindeki örgü yumağını alır, onu öper saatlerce.

Tıraş olma periyodumu bu denli uzun tutmamın sebebinden hala bahsedememişim. Evet efendim, ben yaklaşık 14-15 yaşında iken bıyıkları terlemiş bi oğlan olup, yaklaşık 4-5 yıldır tıraş olmama rağmen 20 yaşımda hala suratımı paramparça etmekteyim. İddia ederim ki, Frankenstein’ın yamalı suratı bile benim “Tıraş” isimli harbimden çıktıktan sonraki halimden daha az Türkiye’nin karasal haritasına benzemektedir. İnanmazsınız, geçenlerde tıraş olduğumda suratımın sadece 2 kısmını parçaladım diye koskoca İsa’nın doğumu kabul edilen miladı alıp, bu tarihi taşıdım fütursuzca. Scarface’in neresi yaralı ki lan? Gelsin beni görsün Al Pacino.

Ruhum ve suratım örselendi sevgili okurlar. Gençliğimin baharında suratıma jilet vurmaya korktum. Hatunların yanında Kurabiye Canavarı gibi dolaştım her daim. Her yanlış yöne giden ilişkilerde de hayat muhasebesi yaparken hesapta hep yanlış tıraş bıçağı kullandığım gerçeğini atladım, belki de gerçeklerden kaçtım. Bilirsiniz ki, her Amerikan filminde bir kısımda illa ki Amerika bayrağı gözükür ve o anda bi şekilde uyuyan, yanlış yollara sapmış olan adamlar uykularından uyanır, Amerikan Gerçeği’ni farkederler. İşte benimki de tam anlamıyla böyle bi deneyim oldu. İnsanların hayatına çıkan belli olaylar, belli şeyleri tetiklemek için oluşurmuş ya, meğersem benim blog yazma olayım da aslında uyanışımın başlangıcıymış. “O kadar blog yazdım, bi faidesini göremedim uleyyn.” dediğim anda Gillette uzaklardan ekmeğini tavuğun camdaki buharına banıp o şekilde fanteziler kuran bir fukaraya tavuğu veren işletmeci gibi hayallerimi gerçek eyledi. Bi de bu örnekte geçen buhar banıcısı adamlara genelde yağlarından sabun yapılan homini gırtlak müşterilerin artıkları verilir. Bana ise son derece güzel bir pakette, Gillette’in daha yeni çıkmış titreşimli tıraş bıçağı Fusion Power Phenom ve ona arkadan destek birimi olarak eşlik eden tıraş köpüğüyle jelini göndermişler. İşte o tıraş kutusu bana o anda 2001 : A Space Odyysey‘deki medeniyeti oluşturan siyah blok gibi gözüktü. Hani etrafında maymun adamların kiminin tırsarak, kiminin de mıncıklama isteğiyle döndüğü, insanlığı geliştiren blok. Allah’tan ben mıncıklama isteğiyle tutuyordum kutuyu da medeniyet atladım sayelerinde.

Elime yeni keşfedeceğim türden şeyler geçtiği zaman cidden aşırı heyecan yapıyorum. Elim ayağıma dolanıyor, illa ki kutunun sağını solunu, bi yerlerini keserim yani o arada. Olmadı kolumu bacağımı keserim. Amerikalılar da benimle aynı kaderi paylaşıyor olsa gerek. Bu tür paketleri açarken yaralanan insan sayısı oldukça fazlaymış. Kargonun poşedini çıkardığımda kutunun üstündeki aynaya gözüm ilişti. Uyanış anının en önemli evresiydi aslında. Gillette, beni bakmaktan yıllardır kaçtığım aynayla yüzleştirdi ummadığım bi anda, insanlarla topluca buluşulduğunda neden zorakiymişçesine en son benim öpüldüğümü farkettirdi. Evet, ben miladı yanlış tarihe atamıştım. Bu yüzden Tapu ve Kadastro’ya “Tarihi değiştirecem” şeklinde başvuru yaptım. Onlar da “Manyak mısın be adam, git kiliseye söyle” dediler. Her neyse, herkes kendi ruhundaki aydınlanmanın miladını yaşar. Ben de İstanbul’un Fethi olarak kabul ettiğimiz Yeni Çağ’ı alırım, napayım yani?

Bi de porsuk kılından yapılan fırçayla suratımıza sürdüğümüz diş macunu şeklindeki tıraş kremini surat koruyucu sanırdım. Meğerse bunlar tamamen old school olmuş. Yüksek mühendislik diyoruz burda anasını satayım. Adamlar o kremin üstüne 30 yıl çalışma yaptı, işini kolaylaştıran köpükler çıkardı, sen hala eski püskü şeylerle tıraş olacam diye debelen. İlk başta görmemiş hanzolar gibi elime bi avuç köpüğü boca ettim, ama zaten suratım da oldukça kıllıydı, anca o paklardı hani. Fusion Phenom’un pilini taktım, titreşimini açtım. Bu deneyim cidden tıraş olamazdı. Önceden etimi suratımdan sıyıran bıçakların acısı, bana böyle bişeyin olmayacağını söylüyordu bilinç altımdan. Suratımı yırtmak için kaktırdım, ittirdim, tersten çektim, kıllarım dönsün de suratımın içine kaçsın da sonra zombi olayım diye uğraştım ama olmadı. Osmanlı’nın en sağlam yöntemlerdenmiş. Domuz derisini insanların kafasına geçirir, ıslatırlarmış. O deri uyguladığı baskıyla saç kıllarını beyine doğru ittirir ve insanları zombileştirirmiş. Düşündüm de manyak mıyım ne? Niye böyle bişey istediysem? Ama cidden, bıçağın o masaj mahiyetinde gelen güzel titreşimi haricinde kıl çekildiğini bile farketmiyordum. “Ulan yoksa kör bıçağı verdiler de öylesine mi sürüyorum?” demedim değil. Dedim sevgili okular. Lakin bi baktım ki suratımdaki kıllar kaybolmuş, adeta cillop gibi bi oğlan olmuşum. Bi de tıraş bıçaklarındaki en büyük sorun tıraşın akabinde içinde bi milyon tane kıl kalması ve onların mümkünatsız bi şekilde çıkmamasıdır. Yok arkadaş, bunun içinde kıl zerresi dahi kalmamış. İlla ki çamur atacam ya, üstünde 2 yıl önceki deneyimden kalan soğan zarının atıl bi şekilde durduğu mikroskobumu alıp baktım. 1×100000000000000 zoom oranı yaptım kıl kocaman gözüksün de pire deve olsun diye. Ama olmadı. Bi de tıraş öyle haz verici oldu ki, reklamlardan birindeki adam gibi dayanamayıp kafama jeli döküp bıçakla sıfıra vurmaya kalkıştım. Annem kapıya omuz atıp zorla tuttu beni vallaha. Suratıma tıraş sonrası jeli sürmüştüm bi de o kadar güzel kokuyordu ki, ikimiz de mayıştık, olay tatlıya bağlandı.

Tıraş olmak bu kadar hissiyatsız ve eğlenceli bişeyse ben yıllarca kullandığım bıçaklara tüküreyim sevgili okurlar. Kıllarımın uzayacağı günü sabırla bekler oldum. Hatta suratıma o kıl çıkarıcı biyokimyasallardan takviye edip bu süreci hızlandırmaya başladım. En azından ortamlarda “Günde 2 kere tıraş oluyor ağbiii” diye geyik çevrildiğinde “Senin de Fusion’ın olsun, günde 5 kere olmazsan adam değilim” diye fikir veren aydınlanmış adamlardan olayım. Bu tıraşı ayrı bi meslek grubuna da önerebilirim aslında. İdealist katillere çok iyi gider, cidden. Düşünsenize, sırf psikopat olduğu ve kan görmek istediği için adam öldüren bi katil ve elindeki kör tek bıçaklarla suçsuz insanların canını yakıyor. Tek bıçakların, genel olarak katillerin ana sponsoru olmasının sebebi bu zaten. Gillette Fusion Power Phenom öyle mi ama? Adama uyurken sür, ruhu duymaz. Hatta herkes bu denli acısız bi şekilde hayata veda etmek ister sanırım. Vasiyetimi veriyorum ; Ya The Who isimli güzide grubumuzun dediği gibi yaşlanmadan öleyim, ya da yaşlanıp da kalp krizimin geleceği günü hastalık içinde bekleyeceğime Gillette’in gelişmiş mühendislik harikası tıraş bıçaklarıyla huzur içinde idealist bi katilimiz tarafından acısız ve hissiyatsız bi şekilde öldürüleyim. Ölenlerin mezarlarına kişisel eşyalarını dolduran inanç var bi de. Aranızda öyle bi arıza varsa, “Bir garip öldü diyeler, Gillette Fusion Power Phenom’ı mezarıma koyalar, soğuk suyla yuyalar, ara sıra suratımı tıraşlayalar.” dörtlüğüme kulak vermelerini diliyorum. Ölü de olsak, diğer tarafta güzel hurilerin olup olmayacağının garantisini kim verebilir ki bana?

– END OF PART I –

DIRECTOR’S CUT REVISITED (a.k.a. Tıraş üzerine güzellemenin yeniden derlenip, kesilip, biçilip fetvalaştırılmış hali – Kıl üzerine yazarın son notları)

Tüm zamanlarda yaşamış bütün insanları iki ana kategoride değerlendirmek zorunda bırakılsaydım, aksi taktirde müsait bir uçurumdan beni aşağı ittirmekle mükellef kıl yumağı, izbandut kırması, testosteron ihracatı yapabilme teknolojisini dört gözle bekleyen bu abilere insanları kadın-erkek olarak değil de suratındaki ve bacağındaki kılları kesen insanlar olarak kategorize ederdim. Zira bu yolla tıraş olmanın önemini onlara hatırlatmış olur ve tıraş olmaları halinde onların daha az ürkütücü versiyonlarıyla muhatap olabilme şansına erişebilirdim. Evet kılın bizi daha ürkütücü, daha dindar, daha vurdum duymaz, daha bohem, daha yaşamdan soyutlanmış hale getirmek gibi bir fonksiyonu var. Hayatta kötü olduğunuz ne varsa, sakal diğer insanlar tarafından bu olumsuzluğun aslından daha beter olduğu biçiminde algılanmasına vesile olur.

Evet insanlar kıllı yaratıklardır. Genetik faktörlerin bu kıllılık oranıyla ilişkili olduğunu biliyoruz ve 1 ila 10 rakamlarıyla derecelendirmek gerekirse biz Türkler liste başı olmaya aday bir toplumuz. Peki bu iyi bir şey mi? Hayatım boyunca kıllı olmanın cinsel cazibe olarak algılandığı tek bir döneme şahit oldum. 80 sonrası post-modern Türk sinemasında bunun dışavurumuna şahit olmak mümkün. Çocukluk dönemime denk geliyor olmasına rağmen ben bunu inandırıcı bulmamıştım, doğrusu bulamamıştım. Kız arkadaşı Hülya Avşar’a yeni tanıştığı erkek arkadaşı ile ilk cinsel münasebetinden sonra şöyle soruyordu.. “Nasıl kıllı mı?” sorusu “Evet” olarak yanıtlandıktan sonra cümleten kahkahayı basıyorlar ve bu yolla kıllı olmanın iyi bir şey olduğu bilinçaltımıza işlenmeye çalışılıyordu. İddiaya girerim o filmin yönetmeni bir hayli kıllı bir abimizdi. İşe yarasaydı göğsüne kıl ektiren bir toplum haline gelir miydik? Ne kadar manipülatif bir toplumuz? Hükümsüz sorular… Bunun dışında kıllı olmayı peygamber soyundan gelmek olarak değerlendiren bir zümrenin varlığı söz konusu. Bu acınası tesellinin ortaya çıkma nedenleri malum. Bu maluliyetten mütevellit, kıllı olmanın insan psikolojisi üzerinde ki yan etkileri hakkında fikir sahibi olmak mümkün.

Erkeklerle kadınlar arasında nasıl gündeme geldiğini hayal ederken çok eğlendiğim toplumsal bir sözleşme olduğunu düşünüyorum. İlk insanlar vücutlarındaki kılları kısa zamanda gözlemlemeleri sonucu ikiye ayırdılar: Uzayan ve uzamayan kıllar. Erkekler ve kadınlar bi şekilde uzlaşıp vucutlarında karşı cinsleri rahatsız eden uzayan kılları tıraş etmeleri konusunda anlaşmış olabilirler. İlk yazılı antlaşma bu bile olabilir bence. Acaba hangi kayalığa yazdılar?

Sosyalleşme sevdamızda kadınların erkekler için en önemli faktör ve motivasyon kaynağı olduğu tartışmaya açık bir konu değil. Sosyalleşmek görsel anlamda erkekler için tıraşı ve diş fırçalamayı mecbur kılıyor. Dolayısıyla bu iki sektörde hizmet sunan şirketler eğer erkeklerin periyodik olarak tıraş olmalarını ve dişlerini fırçalamalarını istiyorlarsa bize kız arkadaş ayarlasınlar. Kesin çözüm. Yıllık ciroları tavan yapmazsa ben bu işi bırakırım arkadaş.

– END OF PART II –

Dipçik Not: Bu yazı, banyo ortamında tıraş kültürüne uygun olması amacıyla klozetin önüne bir adet masanın çekilip, üstüne laptop sisteminin kurulmasıyla tuvalet halinde yazılmıştır.

Böcek Yiyen Bitki : Venus Fly Trap

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yazın da kendini iyiden iyiye göstermesiyle pek çok insanda metabolizma yavaşladı,bende ise durdu.Hatta eksilerde seyrediyor diyebilirim.Böyle zamanlarda gün boyunca ağacın üstünde adeta daşhak kebabı yapan Tembel Hayvan gibi olmak istiyorum.Çeşit çeşit tabi bunlar.Ben nispeten daha sevimli olan Koala mensubuna ait olmak isterdim.Kamerayla 100x ekstra yavaş oynatım yapılıyormuşçasına hareket etmek gerçekten çok zevkli olurdu.Bunlara pek karışan görüşen de yok.

Aslında tembelliğimin ve unutkanlığımın sebebini hafiften bu hayvanlara benziyor oluşuma bağlayıp geçecektim,ama kan aşırı derecede çekiyor.Yüksek derecede saygı duyuyorum.Ayın tavsiyesini unutmuşum ey sevgili blog kemirgeni insan güruhları.”Çok da fifi” şeklinde tavırlara bürünüp,ağzını burnunuzu yamulttuğunuzu kolayca görebiliyorum buradan.Ben kendimi tatmin etme derdindeyim zaten bana da fifi.

Bitkilere pek de ilgim yoktur,hoşlandığım kızın dershanesine çiçek göndermem hariç.Bi de evrim zincirinin muhtelif yerlerinde belli bir ağırlığı olan bitkileri severim.Herkesin önünde el pençe divan durduğu tarzda bitkiler.Benim sevdiğim bitkiyi sadece su kesmez arkadaş.Kana da aç olacak.Etliyi,butluyu,havada yakalaması lazım.Bitkiler aleminin kanı deli yaratığı Dionea,nam-ı diğer Venus Fly Trap,tam da bu ihtiyacımı karşılar nitelikte.

Bu bitki niye böyle olmuş,niye bu kadar acımasız,aslında tam olarak bilen yok.Toprakta azot eksik olduğu için böcüklerin aromasını içine çektiği söylenegelir basitçe.Tabi ki yeterli bi açıklama değil.Bunun gibi birkaç psikopat hayvanı çözmesi hayli zaman alacak.Keza Platypuslar da öyle.Bütün hayvan sınıfından özellik taşıyor nerdeyse keranacılar.

Benim de bu yaratıklardan evlat edinmem yaklaşık geçen senenin Ağustos ayına tekabül eder.Yine her zamanki gibi e-ticaret siteleri içinde “Nereye çarçur etsem paramı” tarzında o aciz tüketim insanı arayışı içindeydim.Netekim nasıl denk geldiysem geldim.İsterseniz direkt büyümüş versiyonu,veyahut tohum halinde portakalda vitamin versiyonunu satın alabiliyorsunuz.Arkadaş ortamlarında “Elimde büyüdü yaa kerata” şeklinde söylemlerde bulunabilmek için tohum olarak aldım.Sanırım bir bitki anca bu kadar zor büyür.Bir mafya babasının acımasızlığını içeren bu bitki,topraktan çıkma konusunda 10 taze gelin nazlılığında desem yalan söylemiş olmam.Günde minimum 12 saat ışık istemesine de itirazım yok,kışın akşama kadar florans yakıp çözüyorum o sorunu.Normal suyu da sevmiyor kerata.Canımı dişime taktım,bu manyak büyüsün de yazın odamın ortasında dolaşan sinekleri halletsin diye arabaların aküsüne koyulan saf sudan veriyorum.Evet saf su.Nötralize edilmiş,ütü suyu diye de tabir ettiğimiz 1 litrelik petlerden alıyorum haftada bir.Bu vakite kadar toplasam bu hıyarın suyuna 50 lira vermişimdir sanırım.Napalım dionea seven,nazına katlanır.Atalarımız gülün dikenine katlanılır diye artistlik yapmışlar.Bi de bunun nazını çeksinler bakalım.

Tayyip Erdoğan’ın da dediği gibi “Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda“,bizi kimse yıldıramaz.Sevgili Ersen ve Dadaşlar‘ım (Evet,bitkimin adı bu) The Little Shop of Horrors’taki insan yiyen Dionea kıvamına gelene kadar pes etmek yok.Ama sahibine itaat edecek,o ayrı.Sokakta yanımda gezdirirken,”Ayy ne şiriin” diyen güzel hatunları yemeyecek mesela.En işlek caddelerde dolmuş yarışı yapan rallici ruhuna sahip dolmuşçuları yiyecek,dev yarasa Nutella kutusunda bize çikolata yapan aşçıyı yemeyecek,tersanede en dandik koşullarda işçi çalıştıran adamları yiyecek,Alessandra Ambrossio’yu yemeyecek.

Şayet bu güzide yaratıktan siz de evlat edinmek isterseniz,sizi Gittigidiyor’daki şu kullanıcının sayfasına atabilirim.İşiniz gücünüz yok ve antin kuntin şeyleri seven bir insan tipiyseniz çok seveceksiniz.Yazımı burda noktalarken sizi kurbağa yiyen bir Trap’le başbaşa bırakıyorum.


Yazı bittiğinde “Steve Hackett – Ace of Wands” çalıyordu.

Ayın Tavsiyesi : Google Hikayesi

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Size bir gerçek hakkında bahsetmenin zamanı geldi.Bunu yapmak istemezdim,ama siz kaşındınız.Evet yoldaşlar,Google gökten zembille inmedi.Diğer girişimciler gibi,Metallica (-Metallica girişimci midir?Olsa da uydu,olmasa da uydu.) gibi,garajdan (-Garaj da aslında işin mecazi anlamı zati) başladılar hayatlarına.Yokluk içinde,parasızlık içinde,ellerindeki tek şeyle,inançla kurdu Sergey ve Larry Google’ı.

Google üzerine yazılan çizilen herşey acayip derecede ilgimi çeker.İş aşırı finansal noktaya bile kaysa,onların hikayelerini dinlemek bana bir ninni gibi geliyor adeta.Gençler için her açıdan büyük bir ilham kaynağı.

Geçenlerde kardeşim elinde 400 sayfalık (-Aslında 8 sayfası daha var fazladan ama yuvarlamak istedim.) bu kitapla geldi.Üzerinde Google Hikayesi yazıyordu.Tabi kitabın adını görür görmez ağzım sulandı.Beynime Google ile daha çok bilgi gireceği için içim içime sığmıyordu.Kitabın kapağı da aynı Google gibi sadeydi.Yani bu adamın Google hakkında yazdıklarına inanırdım,çünkü gerçekten Googlevari bir kapak kullanmıştı.

Kitap içerik olarak Google’ın ilk yıllarından başlayarak,şimdiki görkemli yıllarına kadar geçirdiği evreleri anlatıyor.Aslında büyük bir çoğunluğu Google’ın büyüme aşaması ve bizim göremediğimiz arka plan üzerine kurulu.Larry ve Sergey’in kurdukları başka arama motorlarından (bkz. BackRub) tutun da ceplerindeki son paraya kadar herşeyi serverlarına harcamaları.Ee,kolay değil tabi bu işler.Zamanında server kurabilmek için sağdan soldan döküntü parçaları toplayıp bilgisayar yapmışlar,yılmamışlar.Sorarım size,bu özveri değildir de nedir?

Google fikrinin ana kaynağını bazılarınız biliyor,ama çoğunuzun bilmediğini düşünüyorum.Larry Page isimli manyak bir gün “Ben bütün interneti bilgisayarıma indirsem ne kadar sürer? acaba diye düşünmüş ve ardından,indiremeyeceğini farkettikten sonra,”Ulaşılabilmesini daha kolay hale nasıl getiririm?” haline getirmiş düşüncesini.Öyle ki bu tutku,önceden birbirinden hoşlanamayan iki kişiyi,yani Larry ve Sergey’i bir araya getirmiş.Sonra bir arada geçirdikleri zamanlarda,gerçekten de oldukça fazla ortak yanlarının olduğunu görmüşler.

Google’ı şirketleştirmek için birçok risk sermayecisine başvurmuşlar,aşındırmadıkları kapı kalmamış.Tabi çoğu işadamına reklamsız,tertemiz bir arama motoru mantıksız gelmiş,ama geleceği gören insanlar da çıkmış ve yardımlarını esirgememişler.Kitapta bunun gibi pek çok finansal kurulum sorunlarından ve yönetici alımı hikayelerinden bahsediliyor.Google ile her konuya değiniliyor aslında.Baştan sona kadar bu kitabı dikkatlice okuduğunuzda Google ve Google’cı çocuklar hakkında gerçekten sağlam bilgilere sahip olacaksınız ve ürettikleri her yeni hizmete daha fazla tapacaksınız.

Yazı bittiğinde “Jeff Beck – You Never Know” çalıyordu.

Ayın Tavsiyesi : Oyungezer

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Geçen kardeşimle Aydın Doğan‘a bir ayda ne kadar para verdiğimizi hesaplamaya çalıştık.Saymaya başladık : D-Smart,1 adet evde,1 adet dükkanda Smile ADSL aboneliği,internet mağazacılığı için Hemalhemsat,bazen Hürriyet,her ay CHIP dergisi,benzin alırken Petrol Ofisi ve daha farkında olmadan kullandığımız bir yığın Aydın Doğan zamazingosu.Aslında daha fazla bulmuştuk ama buraya oturup yazmaya gelince iş uçup gidiveriyor bazı şeyler.Neyse önemli olan Aydın Doğan’ın artık hayatımızda ne kadar yer kaplıyor olduğu.E,tabi iktidarla anlaşan bi adam olunca arsalar,ticaret mekanları,ihaleler de onun cebe gidiyor.Zaten ülkeyi parça parça bi elin yabancıları,bir de Aydın Doğan alıyor.Sonunda ülkenin bir kesimi özerk Aydın Doğan Cumhuriyeti,diğer kesimiyse bağımsız Tartaristan olacak.Hadi hayırlısı.

Aydın Doğan’ın özellikle medyada ve ticaret alanında tekelleşme hareketleri süredursun,buna karşı çıkabilen ve önünde durup bağımsız işler çıkarabilen insanlar da var.Yakın zamanda buna çok güzel bir örnek yaşandı.Level ve Chip Vogel‘in kanatlarının altından alınıp (Vogel,Almanca’da guş demek,bildiğiniz guş),Aydın Doğan’a verildi.Kimileri bağımsız yeni bir dergi yapmaktan korktular.Misal,CHIP dergisindekiler yerinden hiç kımıldamadı,adeta yenilgiyi kabul etti.Level’da ise o andan itibaren ayrılık rüzgarları esmeye başladı.Sonuçta Aydın Doğan gibi bir kan emicinin altında çalışmak hoş bişey değil.Level dergisini ayakta tutan,belkemiği olan,Sinan Akkol,Serpil Ulutürk,Tuğbek Ölek,Jesuskane,Mehmet Kentel Level’daki son sayılarında Kendi bloglarının adreslerini yayınladılar ve dergiden ayrıldılar.Blog aracılığı ile dergilerinin bir şekilde reklamını yaparak ilk ay 7000 satışa ulaştı ve bu satış oranı her ay gittikçe artıyor.Level’dakilerin ise tam anlamıyla paçası tutuştu.Aydın Doğan babalarının servetine güvenen Level ekibi eskiden yılda 1 tam sürüm oyun verirken şimdi her ay tam sürüm oyun verir oldu.Bu aralar Oyungezer iyice zorlamış olacak ki 2 tane tam sürüm oyun veriyorlar.

Ama gerçek okurun aradığı şey bu değil,bunu bilmeleri lazım.Dergicilik dediğimiz olayın ruhunda serbestlik olmalıdır.Eski Vogel zamanındaki Level gibi,insanların istediği zaman yazıp,ofise istediği zaman geldiği şekilde.Hele hele oyun yazarı insanları koskoca iş binalarına gömerseniz,güçlerini daha da kesersiniz.Ne mutludur ki bize,bu cesur insanlar toplanıp Oyungezer ile bağımsız işlerini sürdürmeye karar verdi.Şahsen ben derginin ilk sayısında güzel bir içerik beklemiyordum ama beni resmen mosmor ettiler.Derginin içeriği Level gibi yıllardır oturmuş bir dergiden bile daha güzeldi,keza tasarımı da.

Dergide en sevdiğim bölümleri sorarsanız,oyunların ön incelemesinin yapıldığı 360 drc,bazı oyunların yerden yere vurulduğu Oyunezer,Göktuğ Babanın hayat maceralarını aktardığı NEM ve yazarların kendi köşelerini yazdığı dört köşenin olduğunu söyleyebilirim.Derginin fiyatı 5.95 YTL.”Hahaha napacam lan ben 5 kuruşla 6 lira yapsalarmış bari” diyorsanız,dergi sizi de düşünmüş olacak ki 5 kuruşla yapabilecek 5 şey adı altında güzelcene de bi köşeleri var.Alın bu dergiyi sevin,destek olun.Oyunla alakanız olmasa dahi böyle özel bir işe destek olmanız lazım,Aydın Doğan gibi bir medya canavarının ellerine kozları vermemek için.