‘ Zındıklar ’ Mevzubahis Arşivi

İbretli Bir Hadise

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Geçen günlerde umutsuzluk ve dinsizlik içinde tünelin sonundaki ışığı ararken kapım çaldı. Çok da büyük beklentilerim yoktu aslında gece vakti. Bir sürpriz yumurta sadece, iyi ya da kötü. Yolumu bi şekilde belirleyecek türden. Ya niyeti bozduran, nereden sipariş edildiği belirsiz bir eskort kız, veyahut da elinde Kuran’la beni cemaatin yanına çağıran nur yüzlü bir imam. Tabi örnekler çoğalabilir. Yeter ki, “Olum ben ne yapacağımı bilmiyordum, sana geleyim, bişeyler yaparız dedim.” diye gelen, bana pozitif ya da negatif hiçbir etkisi olmayan bir arkadaş olmasın. “Gidip, ne kadar dükkan varsa camını indirelim” isteğine bile razı olurum. Görüldüğü üzere gece vakti bi kapı açılmadan önce bu boşluğa düşmüş adam klişelerinin dibine vuruluyor da 1 dakikada, ağzını yüzünü döve döve dağıtacak bir adam olacağı düşünülmüyor. Ulu Bilge Dandoldenyus çıkacak değil ya, bizim bir tanıdık fırıncı metalcimiz var, o geldi. Hayırsızlık da bir şekilde bir hayıra vesile oluyormuş sevgili okurlar. Judas Priest isimli kendini tanrı ilan eden münafık ve Allah’a şirk koşan dejenere grubun konserine gidecekmiş, kötü niyetlerine alet etmek için benim sırt çantamı istedi. “Dinden, imandan çıkacağım” diye ısrarlı ama peşinde beni de cehennem kuyusuna atmak istiyor. İçinde şeytani bir ateşle yanan bu adamın suratını gece vakti daha fazla görmemek için sırt çantamda ne varsa boşalttım, kapının önüne götürüyordum, lakin ne göreyim. Şeytan ruhlu bu münafık insan, evimizin en çok kullanılan tarağını almış, ona da bereketsizlik bulaştırıyor. O upuzun, cinsiyetini erkekten ayıran saçlarını sala sala tarıyor. Müminin malına saygı da kalmamış. Kırklasan çıkmaz. Verdim çantayı eline, “Yürü git Allah düşmanı adam, senden geçmiş artık, git kendi sahte tanrına tapın ve beni bir daha rahatsız eyleme” dedim.

Bu hayırsızlığa karşı duyduğum öfkeyle bir şekilde yolumun hayırlı işlere doğru yöneleceğini düşünüp sevinmeye başlamıştım. Çantamdan çıkan bir yığın kitaba ufaktan göz gezdirirken ufak, kırmızı ve her halinden içinin dolu dolu olduğuna dair bir ağırlık taşıyan ilk göz ağrılarımdan, Said Nursi‘nin Gençlik Rehberi isimli kitabı gördüm. Hoca Efendi’mizin nur yüzlülüğünün 2 katını bünyesinde barındıran Said hocamıza bundan sonra Duble Hoca Efendi demek istiyorum. Tarikat zamanlarından kalma bu güzide, yaldızlı kitabın kapağını çevirdiğimde arkadaştan “Dediğimi yap, yaptığımı yapma” şeklinde bir not gördüm. İnsanı tehlikeden uzak tutmaya meyilli bir cümle. İçki bataklarından tarikat sayesinde arınmış bir kişiydi kendisi, bu uyarısı da o yüzdendir. “Peki ben? Ben bu gençlik rehberiyle büyüdüm de, nasıl bu şekilde kötülüğün yolunu gözleyebilen bir meymenetsiz oldum?” diye sordum kendime. Biraz çeki düzen vermem gerekiyordu ve gece itibariyle kitabı okumaya başladım.

Okurken pek çok noktada irkildim, çevremizdeki çoğu kişinin münafık olduğunu ve sadece bizi kötü yola düşürmek için uğraş verdiğini farkettim. Lakin bölümler içinde öylesine bir bölüm vardı ki, siz mümin blogcu kardeşlerimle paylaşmadan edemiyorum. Şu ufak alıntıyı benimle birlikte okursanız, içimde sizi de kötü yollardan çevirmenin verdiği huzur ve takva puanları olacak:

Bir zaman Eskişehir Hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Karşısında bulunan lise mektebinin büyük kızları onun avlusunda gülerek raks ederken, onları, o dünya cennetinde Cehennem hurileri hükmünde gördüm. Fakat, birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri, elim ağlamaları suretini aldı; ondan, bu gelen hakikat inkişaf etti. Yani, elli sene sonraki hallerini manevi ve hayali bir sinema ile gördüm ki, o gülen altmış kızdan ellisi, kabirde azap çekiyorlar; toprak olmuşlar. Ve on tanesi, yetmiş yaşında, çirkinleşmiş, herkesin nazar-ı nefretini celp ediyorlar. Ben de onlara ağladım.

Fitne-i ahirzamanın mahiyeti bana göründü ki, o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selb edip, pervane gibi, sefhat ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bakiyeye tercih ettiriyor.


Duble hoca efendimiz bu ruhu şeytanlık dolu, sürekli bir yerleri oynayan karşı cinsiyetle ilgili ne de güzel konuşmuş. Hüngür hüngür ağladım gece vakti. Böyle güzide hocalarımızın neden böyle sürgün hayatlarıyla debelendiğini, neden Nazım Hikmet gibi bir kafirle eşit kefeye koyulduğunu düşündüm. Hoca Efendimizi çok incittiler sevgili okurlar. Koskoca Amerika’larda ülke hasretiyle yanıp tutuşan Hoca Efendimiz ızdırap çekerken, bizim burada yaşadığımız hayat hayat mıdır, sorarım size.

Ama bir yandan da Duble Hoca Efendimiz için çok sevindim. İşler iyice çığrından çıkmadan önce vefat eylemiş. Yıllardan 1960. Sadece Lise camında kendi kendine gülen, sohbet eden şeytan yürekli, suratlarından tiksinilesi bu kızlardan böyle nefret ettiğine göre, 70′lerdeki seks, drugs & rock’n roll furyasına denk gelse kim bilir ne yapardı. Muhtemelen kahrından çarçabuk ölürdü yine, böyle kirli bir dünyada yaşamamak için. Düşünsenize ey müminler. Şeytan müziği eşliğinde uyuşturucu içerken bir yandan da hayvanlar gibi meşk eylemekteydi bu insanlar. Tek eşlilik hak getire, tuttuklarını götürüyorlardı o kafayla. “Allah ıslah etsin” dedik lakin yine faide etmedi. Hayat modernleşti, ama insanların ruhu çürüdü. Hala kadınlarımız gülüyor, arkadaşlarıyla gülerek sohbet ediyorlar. Gelinlik kızlarımız, kadınlarımız hala güzel bir müzik duyduğunda dans ediyorlar. Ama ömrüm yeter de bu ucubeleri görebilirsem, hiç şüphesiz ki bu insanlar da 50-60 yaşlarında iğrenç yaratıklara dönüşecekler. Neşeli olunca genç kalacaklarını, o günahkar dizi Sex and the City‘deki gibi mahlukatlara dönüşeceklerini sanıyorlar ama bunlar sadece bir hayalden ibaret. Duble Hoca’mızın bu ibret verici öyküsünü bütün kadınların okumasını ve ayaklarını denk almalarını istemekten başka birşey gelmiyor elimden ne yazık ki. Yoksa elimdeki Zippo ile hepsini ateşe verirdim elimde olsa.

Aynı gün, belki inanmayacaksınız ama, kitabı ilk açtığımda, içinden “Mastürbatörle Savaş Derneği”nin broşürü çıktı. Ha bi de yazı bittiğinde zındık grup Uriah Heep çalıyordu.

İşte Kene Gerçeği !

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Medyamıza bakıyorum da, milletvekillerimizin gıyabında yapılan suçlamalar, hakaretler gırla. Eskiden para yetmediği için tek plağı evirir çevirir tekrar tekrar dinlerdik ya, Türk medyasından da yıllardır aynı sesler dönüp duruyor. Vekillerimizin mecliste boş boş uyuduğundan tutun da, parayı pulu ziyafetlere harcadıklarına kadar çok geniş gözüken bir plak yelpazesinin aslında tekrar tekrar dönen şarkıları bunlar. Halbuki onların çektiği acıları ben bilirim, ben bilirim.

Vekillerin aldığı maaşı çok yüksek bulanlar görüyorum, gerçekten hayret ediyorum. Tabi o paraların nerelere gittiğini bilmiyor bazı insanlarımız. Milletvekillerimiz,mecliste sorunları çözdükleri zamanların haricinde kendisini bilimsel araştırmalara adayan insanlar. Hani şu gazetelerimizin “İsveçli bilim adamları” deyip geçtiği, örtbas ettiği adamlar var ya, aslında onlar bizim vekillerimiz. Masonlar gibi, gizli bir şekilde canlarını dişlerine takarak çalışıyorlar.

Özellikle şu an üzerine çok eğildikleri bir konu var. Kulislerde 3 aşağı 5 yukarı bu konu dönüyor hep neredeyse. AKP’yi anayasa değiştiriciliği ile suçlayanlar bunları görmüyor. Ama onların gündeminin yaklaşık yüzde 90′ını kaplayan durum kene vakaları. Geçen çok yakin vekil dostlarımdan biri bana konuyu ufaktan çıtlattı : “Sevgili profesör, insanlar farkında değil ama sen bilirsin, eskiden keneler böyle değildi, yedi ceddimizi ısırdı bu keneler biz biliriz,bir kişi bile ölmüyordu.Ama vakit değişti artık,silahlı tüfekli çatışmaları bi biz yapıyoruz, bi de Amerika yapıyor. Onun haricinde herkes bilimsel teknolojileri harekete geçirir oldu. Bu öldürücü keneleri ülkemizi yok etmek isteyen dış güçlerin buraya gönderdiğinden eminiz.” Ne yalan söyliyim sevgili okurlar, ben de böyle bişey tahmin ediyordum, lakin bunu söylemeye kimsenin dili varmıyordu.

Bunun üzerine derhal sevgili vekillerimizin laboratuvarlarına doğru yola koyuldum. Başta Atilla Koç olmak üzere herkes harıl harıl çalışmaktaydı. Ve tam o an yeni birşey keşfettiler kenelerin üstünde. Hepsinin üstüne bir şekilde kamera monte edilmişti ve bu keneler adeta telekulak olarak kullanılmaktaydı. Önce verileri alıp, sonra öldürüyorlardı. Birileri meclise sızma girişimi içindeydi. Acaba büyük dev Rusya olabilir mi diye içimden düşündüm. Ama o sırada vekillerimiz yeni bir şey daha keşfetti kenemizde. Kenelerin mikroskopla kameralarına baktığımızda üzerlerinde “Made in P.R.C” yazdığını gördük. Bu ibareyi küçükken görsem Paris’ten Sarkozy defterimizi dürüyor derdim. Ama sonra hem P.R.C.’nin Çin Halk Cumhuriyeti olduğunu, hem de Sarkozy’nin ülke ismini kenelerin üzerine yazdıracak kadar salak olmadığını öğrendim. Kehanetler, teoriler gerçeğe dönüyordu. Çernobil üzerine çay içen vekilimizin ruhu şad olsun, halk bi kere daha vekillere inanmamaktan dolayı mort olacaktı. Sayın okurlar, bu adamlar boş adamlar değiller, bişey biliyorlar da söylüyorlar. Yani Melih Gökçek Kızılırmak suyunu Ankara’nın musluğuna akıtıyorsa güvenerek içebilirsiniz. Hepsi pırıl pırıl, bilgi dolu, adeta suratlarından bilgelik akan insanlar.

Made in P.R.C. ibaresinin akabinde derhal China’ya koştum. Koştum dediysem uzun bir uçak yolculuğundan bahsediyorum. Ufak bir yeraltı taraması ve birkaç rüşvet koklatma işlemi sonucunda kenelerin geliştirme mekanına ulaştım. Kafamda çok önemli bir sorun vardı. Ana düşman Çin miydi, yoksa ucuz iş gücü sebebiyle bu topluluğa fason iş yaptıran başka bir ülke mi?

Bu gözleri kamaştıran mekana geldiğimde, iki departmandan oluştuğunu farkettim. 1.si kenelerimizin Çin’li ucuz iş gücü insanlar tarafından montajının yapıldığı bölgeydi. Buralarda yüksek teknoloji veyahut otomasyon hak getire. Zaten saati 5 kuruşa çalışan adamlar. Koskoca İstanbul’a yetecek kadar zehirli keneyi de sadece böylesine büyük bir topluluk montajlayabilir. Ne kadar korkutucu sevgili okur farkında mısınız? Büyük bir güç, bütün yaptıklarımızı dinliyor ve akabinde çaktırmadan bizi içten içe öldürüyordu.

Montaj bölümünün yanında da eğitim kampını andıran diğer departman vardı. Burada da kenelere özel 10 saatlik blok ders veriliyordu. Üstüne özellikle atlanacak insanların resimleri zihinlerine kazındırılıyordu. Tabi bu beyinsiz mahlukatları eğitmek pek de kolay değil. Bu yüzden Pavlov’un köpeği yöntemi, yani şartlı refleks uygulanmaktaydı. Şartlı refleks ise, evet okurlar osurma sesiydi. Bizi gerçekten çok iyi etüd etmiş bir ülkeyle karşı karşıyayız. Resmen en büyük zaafiyetimiz kullanılmaktaydı. O an ürpermem 3 katına yükseldi. Hayır hayır, diğer insanları düşünmüyordum o anda, aklım kendi canımdaydı. Zira geçen öğün tabak tabak fasulye yemiştim ve bağırsaklarımda kıpırtılar başlamıştı. Bir de bizim açık havada dolaşan insanlarımızın halini düşünün. İnsanımızın yüzde 90′ı kıçında biriken gazı dışarıda salar, çünkü kimseye kokmaz. Kokulu yapsanız da kokmaz. Evet, bu eskiden güzel bir yöntemdi, ama şu an ciddi bir tehlike.

O gazla (Hem heyecan hem de fasulyeden kaynaklı) derhal ekstra bilgi almak için konsolosluğa koştum. Bu ölüm mekanına bu kadar ısmarlama keneyi hangi ülkenin sipariş ettiğini öğrendim. Her ne kadar mırın kırın etseler de elimdeki özel el yapımı koleksiyon serisi, Bursa işlemeli meşe odununu gösterince dilinin bağı çözüldü. O an odunu göstermekle kalmayıp, kafasına indirdiğimi ve bu yüzden dilinin bağının çözüldüğü farkettim. Tahminlerimde yanılmamıştım, o ülke Yunanistan‘dı. Ermenistan bu zekice planın senaryosunu yazmış ve fukaralıktan diğer bir kan düşmanımız olan Yunanistan’a yönetmek için şutlamış. Metni beğenen Yunanistan’da kayalıkların acısını çıkarmak için direktör sandalyesine geçmiş.

Buradan sonra araştırmacı gazeteciliğimi bitirdim ve sorumlu bir vatandaş olarak durumu Türkiye’ye gelip Atilla Koç’a çıtlattım. Gözleri açık uyuyormuş, ayaklarından gıdıklayınca uyandı, durumu bi daha anlattım. Birlikte gidip Tayyip‘e anlattık sonra. Tayyip biraz daha duygusal davranıyordu bu kene konusunda. Geçen keneden ölen bi teyzenin cenazesinde imamın biri vaaz vermiş çok mantıklı gelmiş. Vaazda şöyle diyordu sevgili imam : “Ey insanlar, fuhuş, açık fuhuş, kapalı fuhuş, fetiş, emmeli ve gömmeli çoğaldıkça Allah işte böyle size ufak, gözle görülmeyecek musibetler gönderiyor ve sizi uyarıyor. Hiç düşünebiliyor musunuz bölye minik bir şeyin insanı öldürebileceğini yoksa?
Evet aslında bu da mantıklı bir durumdu. Ne yalan söyliyim, Yunanistan’ın parmağını farketmeden önce benim de düşüncem bu yöndeydi. Allahsızlık trend olmuş. Günümüzün modası. “Keşke öldürücü zehirli keneler yerine, iman salgısı aşılayan keneler gönderseydi Allah.” diye düşünüyordum. Aklıma bir de eski Kemal Sunal filmlerindeki karpuz geçen sahneler geldi. Eski karpuzların da renkleri bi farklıydı, tadı da daha bi lezzetliydi. Şimdi renkleri apacayip bi hal aldı. Bu işi de deşsem buna benzer etkenler çıkar mıydı acaba?

“Ulan madem sorun çözüldü de niye hala bu keneler bizi ısırıp duruyor, niye hala insanlarımız ölüyor?” dediğinizi duyar gibiyim. Nafile bir yakarış değil, evet değil. Problem şu an Avrupa Mahkemesine verilmiş durumda. Ee okurlar bürokrasinin işleyişi sadece Türkiye’de yavaş sanıyordunuz değil mi? Evet aslında öyle. Bizde nasıl bir Allahsızlık trendi varsa, dünya bazında da Türk düşmanlığı trendi kol gezmekte. Kendi işlerini mahkemede çatır çutur çözen bu adamlar, iş Türkiye’nin lehine dava olunca asırlarca sürdürüyorlar davayı. Ama Türk zekası apayrı bişey tabi. Böyle bi vaka Hans’ların memleketinde olsa ortada öldürücü bi kene olduğunu bile farketmezlerdi.

Ama olsun, onların öldürücü keneleri varsa, bizim de bu denli zeki bilim vekillerimizin akıl ettiği ultra süper kene katliamcısı sülünlerimiz var. Bu sülünler ülkenin en faal bölgelerine salınmış durumda ve kenelerin bir bir canlarına okuyorlar. Ama bu beladan kurtulmamız yeni bir bela oluşturmayacak değil. Keneleri öldüren sülünlerin soykırım iddiasıyla gelen bu basit insanlara yeni bir koz vereceğiz. Pek de önemli değil. Hiç de önemli değil. Bol kenesiz günler efenim.

İşbu kurgu, güzide okurlarımdan sevgili Yeliz Kaplan‘ın ısmarlaması üzerine beş kuruş ücret alınmadan yazılmıştır. Kurgudaki kişiler yer yer hayal ürünü olmakla birlikte kısmen “Based on a true story“dir. Hikaye’nin çıkış noktasını Yeliz Kaplan’a “Eskiden keneler böyle değildi, bizi sevmeyen dış güçlerin ülkemize saldırısıdır bu keneler.” diyen sevgili milletvekilimiz oluşturmaktadır. Bu yüzden kurguyu oluşturmak için bana fikir veren Yeliz Kaplan ve bu ismini bilmediğim sevgili AKP milletvekiline çok teşekkür ediyorum. Şayet milletvekillerine karşı ironide bulunduğum için bana şikayette bulunan milletvekili olursa sorumluluğu Yeliz Kaplan’a bırakıyorum, evet yapıyorum bunu. Bu arada görselde kullandığım kahraman Süper Kene‘dir.

Gittigidiyor’da Don Fantezileri

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Gittigidiyor garip mekan vesselam.Araştırdıkça,deştikçe garip şeyler çıkıyor.En son,dillerden düşmeyen,açık arttırmayla 6.000 YTL’ye satılan fantastik forvetimiz vardı.Ondan önce Hacettepeli bi hatunun kullanılmış tangasını satan biri vardı.Aramızda bayağı da don fetişisti varmış hani,teklifler havalarda uçmuştu.Bu olayı görünce o zamanlar ben de donumu çekip koymuştum,ama benimkinin içinde malzemeler de duruyordu.Hani şu slip donların paketlerinde adamların resimleri olur ya,donu ön plana çıkarmak için dalgayı kaldırmış şekilde,aynen öyleydi.Tabi benim donun gümlemesi bu skandalın üzerine fazla uzun sürmedi.

Donuydu,iç çamaşırıydı demişken,geçenlerde kardeşim yeni bi kullanıcı keşfetmiş Gittigidiyor’da.Kullanıcı adı mukhakan.Babamız iç çamaşırlarında fantezi olayını bayağı bayağı coşturmuş hani.Çoğumuza garip gelebilir,yadırgayabiliriz.Şahsen ilk başlarda ben de aynı durumu yaşadım.”Bunların Gittigidiyor’da ne işi var yaa!” dedim.Sonra zamanla olabileceği kanısına vardım,ama nasıl vardığımı bilmiyorum.

Kullanıcının ilk olarak Fileli Erkek Slip‘ini gördüm.Harbiden felaket bişey.Bir erkek olarak gördüğüm en berbat manzaralardan biri sanırım.Tabi erkek olarak diyorum,bayanları bilemem.Ürün açıklaması olarak mukhakan şöyle demiş : “Unutmayın,kadınlar sıradışı,heyecan veren çamaşırlar giyen erkeklerden hoşlanır.” Ben burda sözü bayan okuyucularımıza bırakmak istiyorum.Öyle mi düşünüyorsunuz acaba?Aslında resmi siteye de koyardım da,girenlerin resmi görüp korkmasını istemedim.Resim mankeni babamız maşşallah malafatı kaldırmış bi de,fileden ne var ne yok gözüküyor.Bi de altına şöyle yazmış : “Atasözleri boşuna,”Yiğidin malı meydanda olur dememişler.”".O yüzden burdan link verdim,ona tıklayıp yerinde bakın.

İkinci olarak Cesareti Olana Miniminnacık Bikini isimli güzide ürün beni benden aldı adeta.Bu ürün de balık filesinden yapılma.Giyen hatunlar anadan üryan dolaşıyor desem yeridir.Hiç giyme daha iyi.Üstünde bu varken tecavüze uğrasan seni hapse atarlar alimallah.Ama alan fanteziseverler var ki satıyor adam.

Top 3 listemizin son sırasına da Cesur Kazanova Erkekler İçin Seksi Torba Slip ürününü koymaktan dolayı pek mutluluk duymuyorum.Satıcımız oldukça heyecan verici olduğunu söylemiş.Harbiden garip bi ürün.Ç.k tutgacı gibi bişey bu.Pazar filesine muz koymuşsun gibi.Onun haricinde k.çımızı örtecek bişey yok bu üründe.Tam Eros erkekleri için.Hani arada sırada sihirbazlar sokaktan birini çevirip sihriyle adamın donunu cebinden çıkarır ya,böyle bişey çıkardığını düşünsenize.O noktadan sonra bi daha sihirbazlık yapamaz o kişi sanırım.

Görüldüğü üzere hayat bir adet boxerdan bir adet dondan ibaret değil sevgili blog kemirgeni insanlar.Hayatında renk,heyecan ve plajda beynine kırılmaz meşe odunu isteyenler için çok garip ürünler var.Toplumumuz bunlara hazır olmayabilir ama siz hazır olduktan sonra sallayın gerisini.Yağmur altında bu ürünlerle çırılçıplak koşmaya ne dersiniz?

Yazı bittiğinde “The Smiths – There is a Light That Never Goes Out” çalıyordu.

Şık P..evenk

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Zındık ezmelerine hasret kalmıştım ne zamandır.Bugün gazeteyi açınca aşırı sevindim,çünkü aradığım kan bulunmuştu.Tam anlamıyla bir zındıklık hikayesi vardı elimde.(Yarabbim,zındıklık akıyor surattan resmen,sebil sebil)

Antalya’da mermer firmasında yöneticilik yapan 32 yaşındaki Mehmet Çobanoğlu,bir gün kazak almaya gitmiş.Üzerindeki desenleri beğendiği için “mod pimp – fetish machine” (şık p..evenk – fetiş makinesi) yazan kazağı almış.Daha sonra turistlerin onunla takıldığını ve kadın istediğini farkedip (bkz. Züğürt Ağa’nın babası – ben garı istirem),kazağın üstünde ne yazdığını araştırmış.Ve şimdi kazağı üretene dava açacakmış.

Bana sorarsanız bu yukarıdaki satırlarda adamın kazağı almasıyla dava açması haricinde hepsi külliyen yalan.Yalan değilse de bu abimizin bu mallıkla,bu durumu tam anlamıyla hak ettiğini düşünüyorum.Sen git,Amerikan özentiliğiyle,üstünde şık p..evenk yazan t-shirt satın al,ondan sonra elin taşralı tekstilcisine laf et.Zaten tekstilcilerin çoğu ingilizcenin “i”‘sini bilmeyecek kadar kıro.”Gençler s.çıp desen yapsak giyerler” mantığıyla ne deseni,ne yazısı bulsa t-shirt’e basıp satıyorlar.

Şık p..evenk yazması da yine bir nebze iyi.”Beni s.kin” de yazabilirdi.O zaman aktiflik statümüzden doğrudan bir pasiflik içine düşebilirdik.Öyle olsa bile,bana göre bu konuda en son suçlu tekstilciler olurdu.

Bir de benim garibime giden,kazağı alırken ingilizceden anlamayan (Lahov bilmiyon mu şarkısı bilem var “And i’m motherf.cker pimp diyo herif”) bu adam,aldıktan sonra ingilizce uzmanı kesiliyor,turistlerin ondan kadın istediğini söylüyor.Arkadaşım,hadi uydurursun da,bu kadar da uydurulmaz ki.Bi söylediğin bi söylediğini tutmuyor.Yoksa kazak mucizevi de sana İngilizce yüklemesi mi yapıyor Matrix hesabı?Etrafta herkes “Porn star” yazan t-shirtler giyerken onlara hiç bi turist “beni s.k” demiyor.Ama ne hikmetse bu adamla takılıyorlar.Bak Allah’ın işine,garibimin onuru kırılmış.

Kısacası bu anca elin tekstilcisini düdüklemeyi düşünecek kadar uyanık olabilen bi adamın uydurmasından başka bişey değil.Şöyle elin bebelerinin hikayelerini alıp gazetelere haber yapıyolar ya,daha ne diyeyim?Dava sonunda napacaklar acaba?Tekstilcinin ağzına biber mi sürecekler,yoksa bu adama salaklığı yüzünden madalya mı verecekler?

Yazı bittiğinde “Ted Nugent – Geronimo & Me” çalıyordu.

Bir Gittigidiyor Yarılganı* : Hasan Candan

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Not: Bu yazı Hasan Candan‘ın Gittigidiyor’da üye olduğu zamanlarda yazılmıştır. Sonraları, Hasan Candan isimli satıcı Gittigidiyor sitesi haricinde tek bir işlem yapmamasına karşın, yaşanan bir kaza sonrasında site tarafından sergilenen vefasızlık sebebiyle Gittigidiyor’dan kendi isteğiyle ayrılıp, www.alcamsatcam.com sitesine ortak olmuştur. Eğer kendisine ve ürünlerine ulaşamıyorsanız, yeni adresine buradan ulaşabilirsiniz.

Eskiden de Ebay falan vardı ama Amerika’da özellikle etkiliydi.E-ticaret olarak çok güzel bir sistemdi ama gerek Amerika’da olması,gerekse kargonun aşırı tutması insanlarımızın e-ticarete güven sağlamalarını engelliyordu.Sonra Gittigidiyor diye bi site açıldı.İşte o site Türkiye’nin alışveriş anlayışını tamamiyle değiştirdi.Oyunlar,müzikler,Dvdler,koleksiyon paraları,saatleri ve aklımıza getiremeyeceğimiz bir yığın şey bu sitede satılmaya başladı.İşin güzel yanı hem internetten kımıldamadan istediğimizi alıyorduk,hem de daha ucuza geliyordu.Tabi koleksiyon ürünlerini ayrı bi kenara koymak lazım.Eğer bi köstekli saat açık arttırmasına girdiyseniz yandınız.Mübarek saat 1ytlden başlıyor,2000ytlden bitiyor.
Gittigidiyor aslında birçok insana yeni iş imkanları,düşüncelerini sergileme,satma imkanı sundu.Uyanık olanlar parseli kaptı,şimdi Gittigidiyor’dan düzenli olarak kazandıkları mangırlar var.Ama ne olursa olsun böyle bir siteden satış yapıp para kazanmak kolay değil.Kesinlikle müşteri memnuniyetini ön planda tutmanız lazım.Zira müşteriler ürünleri eline geçtikten sonra size puan veriyor ve hakkınızda yorum yazıyor.Eğer özensiz ve düzensiz bi satıcıysanız bi kaç satıştan sonra kimse sizden birşey almayacaktır.
500-2000 satış yapabilene “Vay anasını” derdim.Geçenlerde öyle bi satıcı gördüm ki,hayretten beynim tavana vurdu.hasan_candan diye bi satıcı vardı ve adamın 50000 küsür satışı vardı.Adam bi zamanlar aşırı derecede trend olan 1 ytl dükkanlarını,japon pazarlarını almış,Gittigidiyor’a adapte etmiş.Mağazasına bi girdim,neler satıyor diye bakayım dedim.bak bak bitmiyor.Bu adam nasıl uğraşıyor da nasıl koyuyor bu kadar ürünü hayret.Hadi koyması da kolay bi nebze.Günde ortalama 20-30 satış yapıyor.Bunların kargolarıyla sürekli nasıl uğraşıyor?İnsan olsaydı muhtemelen bi yerden sonra yarılırdı.Sanırım Hasan Candan’ın R2-D2 ile bi akrabalığı var.Gittigidiyor’da bi kullanıcıya en fazla 5 yıldız verilirken Hasan Candan’ın 6 yıldızı vardı.Gözlerimi ovuşturup tekrar saymıştım.Doğruydu.Hani robot bile olsa yarılır.Netekim Hasan Candan da hafiften hafiften yarılmaya başlamış.Yorumlardan gözüktüğü kadarıyla artık kimi zaman kargoları veremez,kimi zaman müşterileri memnun edemez olmuş.Müşteriler de bulmuş garibanı yükleniyorlar.Adam yarılmış,bilgisayar başından kalkamıyor.Biraz anlayışlı olmak lazım.Adamın çamaşır mandalından teleskoba kadar acayip geniş bi yelpazesi var.Bazılarınız “Amaaan napacam 2. kalite ürünleri” diyebilir.Ama mağazaya girdikten sonra öyle diyemiyorsunuz.Öyle ya da böyle bu adamın çıkardığı mükemmel işi takdir ediyorsunuz.Ve tabi ki sattığı ürünlerin arasında ilginizi çekecek şeyler çıkıyor ve satın alıyorsunuz.Zaten çoğu şey 3 lira 5 lira.Dandik bi ürün çıksa bile bütçenize dokunmaz.Kendisi de bu durumu “Gördüğünüz gibi mağazamızda 24 ayar altın satılmamaktadır” diyerek keskin bir hicivle mağazasında belirtiyor zaten.O yüzden bu mağazayı ve Hasan Candan’ın ruh halini incelemenizde fayda görüyorum.Burda Google’ın bile gıpta edeceği bir inovasyon yatıyor.

Yarılgan:Yarılmaya meyilli,oynatmaya az kalmış kimse
Yazı bittiğinde Alice Cooper’dan Teenage Frankenstein çalıyordu.