‘ Sinema ’ Mevzubahis Arşivi

Homoti : Badi’den Bile Kötü, Üstelik?!

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Türkiye’de gözü sorunlu, buğulu ya da gözünü çizdirip Şahin (K.) Bakışlı olmak isteyenlerin sayısını bilmiyorum. Benim merak ettiğim ve kafamın çengelli iğneyle birleştirilip yekpare yapıldığı sorunsal, Türkiye’de neredeyse hergün yeni bir göz hastanesi açılması ve bu denli fazlalıklarına rağmen göz sorunları ve ekstra hizmet taleplerine yetişememeleri. “Altı üstü göz lan” gibi abuk bir cümleyle işin içinden de çıkabilirim. Ama ne yazık ki göz, boyutunun ufaklığına rağmen vücudumuzdaki en karmaşık ve dolayısıyla en çok arıza çıkaran organlardan biri. Tabii şu an burda oturup da manyak gibi “Bence hayat en kötü gözsüz olurdu, burnumuz en değersiz organ lan bence boşu boşuna yer kaplıyor suratımızda. Allah Baba bazı şeyleri gereksiz koymuş.” gibi saçmalığın daniskası söylemlerde bulunmayacağım. Bilakis bahsettiğim noktaya paşa paşa geldiniz sevgili okurlar.

Sinema yüzde 70 oranında göze hitap eden bir sanat ve bu denli özel doğası gereği bir göz kadar da karmaşık bir mekanizmaya sahip. Her filmin sonunda saygı duyma amaçlı bile beklemeye sabredemediğiniz “Credits” kısmına bir kere o özel mekanizmanızı yorup da bakarsanız, işin mutfağından mükemmel sosun binlerce kişilik ekiplerle çıktığını görebilirsiniz. Bütçe kısıtlılığı sebebiyle çalışan ekip sayısının az olduğu bağımlı/bağımsız filmlerde dahi bu çeşitliliği görebilirsiniz. 10 kişilik bir ekipse bu, her kişiye yaklaşık 3-4 görev düşer, mesela yönetmen-makyöz-çaycı gibi. John Waters‘ı saymıyorum bile. Filmlerini çekmek için güçbela tamamlaması gereken işleri olduğu gibi bunun yanında para kazanmak için kamera sathı haricinde pezevenklik ve bar fedailiği gibi işler de yapıyordu. Lakin dikkat ederseniz bu kadar bıdıbıdı etmeme rağmen sinema sektörünün içinde aktif olarak bulunan bir insanın bu sektördeki her işi becerebileceğini söylemedim. Takdir edersiniz ki bütün alanda beceriye sahip olmak, koskoca bir göz hastanesinde bütün hastalıklara vakıf olmak gibi bişey olurdu. Biraz işlerin nasıl yürüdüğünü biliyorsanız standart bir göz doktorunun sadece glokom ya da sadece katarakt konusunda uzmanlaştığını tahmin edebilirsiniz.

Francis Ford Coppola‘lar, Martin Scorsese‘ler, sahnelerde Marlon Brando ve Robert De Niro gibi mükemmel oyunculuklarla birleşip devleştiğinde kimi insanlar sanıyor ki, bu sadece Marlon ya da Robert babanın işi. Halbuki kesinlikle deli saçması (F.cking bullshit man) bir düşünce. Bu sinema canavarları sahnede arz-ı endam ederken arkada sürekli birileri onlara çeki düzen veriyor, nerede durması gerektiğini söylüyor. Bir Tanrı gibi, filmine, oyuncularına hayat veriyor yönetmen. Dünyanın en iyi oyuncularını alıp kamera önüne koyup, kameranın arkasına da Mustafa Altıoklar gibi bir hıyarı yerleştirdiğiniz zaman göreceksiniz ki bu denli güzel filmografiye sahip mükemmel oyuncular filmde kukla gibi kalacak. Senaryosu ve bunu kameraya yansıtış şekli berbat olan bir yönetmenin çektiği film yüzünden oyunculara suç atamazsınız ki. Gerçi atılır, niye atılmasın. Vallaha sümsüğü bile yapıştırırım suratının ortasına böyle dürrük bi yönetmenle çalışmayı kabul ettikleri için.

Bu iş bi kere eğitim işi değil. Şurdan çıkıp da Marlon Brando “Ben yönetmenlik yapmak istiyorum” dese kimsecikler bişey demez. Bu adama işini yapması için ilk, performansına göre ikinci veyahut tek hakkı verilir. İyi ya da kötü, kadrosunu oluşturur ve çeker. Önemli nokta da burada başlar. Çoğu oyuncu-yönetmen kırması da bu noktaya hakim değildir işte. Seyirci berbat dediği zaman umrunda olmaz, başarısız film serisine devamlılık getirir. Tasını tarağını toplayıp gitmeyi gururuna yediremezler böyle durumda. Sean Penn gibi yönetmenliğe de yeteneğin varsa ne ala. Cannes’a gider, kırmızı halı üstünde kasıla kasıla yürürsün. İnce bir çizgi değil bu, kapkalın bir işaret. Yapamadığında “En azından denemiştim” dediğinde kimse kızmayacaktır sana. Hatta android değil, insan olduğunu bildiklerinden daha da çok takdir ederler. Sean Penn, bilindik kaliteli oyuncuları doldurup da mı güzel bi film yaptı? Hayır, kendi yüreğindeki yetenekle oyuncularına şekil ve güç kattı.

Müjdat Gezen, bir kısım insana gıcık gözüken, bi kısmın da takdir etttiği, ama bütün bunlara rağmen tartışmasız Türkiye’deki en iyi oyunculardan biri. Çoğunuz bilmiyorsunuz bile, çünkü onun sayfasında da makaraya almalık kara bir leke, lakin o da bu sevdaya kapıldı. Yani senaryo yazıp, güzel bir film yönetebileceğini düşündü. Hem de süper bir oyuncu çevresi olması sebebiyle yoğurdun en kaymaklı yanına sahip gibiydi. Perran Kutman, Zeki Alasya gibi oyuncularla ilk olarak Gülümseyen Dünya isimli garabeti çekti. İnsanlar resmen nefret etti. İnsanların nefret ettiğiyle de kalmadı haliyle. Şu an gavurların Türk filmleriyle daşşak geçmek için kurduğu trash film sektörü Turkeywood’un en nadide parçalarından. Geleceğe yatırım yapan, “Bir gün beni anlayacaklar ama yanlış anlayacaklar” diyen Müjdat gezen, çok değil 1-2 yıl sonra belki de senarist-yönetmen-oyuncu mertebesinde Homoti (a.k.a. Homodi) isimli filmiyle nirvanaya ulaştı.

Türk E.T.’si Badi‘yi biliyor ve her daim dalga geçiyorsunuz, belki de daha kötüsünün olamayacağını düşünüyorsunuz. İşte şimdi yanıldınız. Bu film, oyuncuları istediği kadar iyi olsun, yönetmeni dandik olan filmlerin en azından vasat olacağı mevzusunda adeta ibret-i alem konumunda. Peki, “Zamanında hiçbir Allah’ın kulu bu herife dur deyip frenlemedi mi?” diye soracağınızı tahmin ediyorum. O olay da şöyle gelişti; Müjdat Gezen Homoti’yi çektikten sonra saygı duyulacak nadir insanlardan olduğu için ilk olarak Aziz Nesin‘e izletti. Zira onun görüşü Gezen için çok önemliydi. Aziz Nesin filmi izledi ve bittikten sonra Müjdat Gezen sordu: “Abi nasıl buldun filmi?” Aziz Nesin “Ben böyle boktan bişey izlemedim” dedi ve saatlerce katıla katıla güldü. Belki de günümüzde Müjdat Gezen’in tamamen değil de kısmen nefret edilmesini sağlayan bir dönüm noktası ve yerinde bi söz oldu bu onun için. Yoksa berbat filmlerin prensi Ed Wood bile tarihte onun gölgesinde kalacaktı bu konuda. Müjdat Gezen filmi o hayal kırıklığıyla attığını, şu an elinde bir kopyasının dahi olmadığını söylüyor. Bu film piyasaya nasıl yayıldı bilmiyorum ama Müjdat Gezen büyük ihtimalle sabah akşam giydiriyordur ona. Çünkü bu film, onun iyi oyunculuk kariyerinin insanların zihninde bi anda sürmenaja uğratıp, silip atacak türden.

Muhteşem efekt namına ilk şaşkınlığa jenerik kısmında uğradım. Yıllardan 1986 civarı ve bu filmde 3 boyutlu animasyon var. Ama ne animasyon! Ne idüğü belirsiz bir çeşit kare (sanırım) Amiga’yla hazırlanmış ve şekil değiştirerek öylesine dönüyor. Hani şu TRT-4′ün Açıköğretim programlarının fi tarihinden kalmış ve günümüzde hala yayınlanan animasyonları var ya, işte bu dediğimi görseniz onlara taparsınız. Bu efektlere ayrılan bütçe ne kadardır acep, cidden merak ettim.

Film, sahtekar olmaya meyilli gazeteci Ali‘nin (Müjdat Gezen) evinin içindeki heykel, tablo, vhs player, televizyon gibi objeleri Gay Bar isimli şarkının klibi kıvamında yüksek zoom oranıyla göstererek başlıyor. Son derece merak uyandırıcı. Hele resimdeki tasvirleri gördüğüm vakit, “Ulan bayağı bi atraksiyon/efsane var sanırım bunda” dedim. Ali’nin dönen plağı çıkarmasıyla alaturka başlangıç müziği duruyor ve birden daha oynak bi şarkı giriyor (-Ne çalayım Ramazan? -Oynak bişey çal.). Evin yükseğinde kalan bir tepeye konuşlanmış, daha sonra da bolca göreceğiniz güvenlik kamerası açısıyla Ali ATVsine binip (oha artık) trafikte karizmatik sakalıyla yollarda esiyor. Ama çekimi görmelisiniz, hani sünnet-evlilik düğünlerinde konvoy çekimi olur ya, aynı onun gibi. Yaklaşık 2 dakika bu eziyete katlandıktan sonra tabelasında Milliyet yazan binaya giriyor. Altan Erbulak şefi rolünde. Bir sekans için bizim anlayamayacağımız derecede yüksek bi yoğunluk var burda. Hal hatır kısmı bile bir garip. “-Montum nasıl?” “-Mont Gibi!” Bunun haricinde çayı getirip masaya koyan figüranı aklımın almadığı bi şekilde korkutuyorlar ki, işte o zaman filmdeki derinliğe bodoslama atıveriyorum ruhumu.

Ali’de Gora’daki Arif‘e benzer bir gazetecilik anlayışı var. Aklı asparagas haberlerden başka bişeye pek çalışmıyor. Hem de Milliyet gazetesinde? Anında üfürüyor 2 dakikada: “Yeni yazı dizimiz, 2 saatte nasıl pilot olunur? Başlamadan önce hocaya sordum “Abi bunu öğrenmek ne kadar zaman alır?” diye. “Sen zeki birine benziyorsun, 1 yılda öğrenirsin” dedi, ama ben 2 saatte öğrendim.” Altan abimiz bu saçmalıklara doymuş tabi, Ali’den her ne kadar doğru dürüst haberler istese de birkaç palavradan sonra Ali iyice coşup “Ufo çekeceğim” dediğinde “Ne halin varsa gör” diyip savuşturuyor. İşte tam bu kısımda Ali’nin tencere tava kapağını havaya fırlatıp da fotoğrafladığını görünce, Cem Yılmaz’ın bu fikri bu trash kültü filmden aşırdığını düşünüyorum nedense. Belki de daha eski bi numaradır. Sonuçta bu denli yavan bi filmin tencere tava olayını kendi üretmiş olmasını beyin çerçeveme kabul ettiremiyorum.

Olaylar o kadar çabuk oluyor, karakterler birbirine o kadar çabuk ısınıyor ki, filmin hızının yanında Hacı Murat gibi kalakalıyorsunuz. Ama bi yandan da olaylar son derece zorlama. Elinizde bi Ferrari var, ama bunu vurdurarak çalıştırıyorsunuz gibi. Birden uzay aracını gören Ali yanına gidiyor ve film boyunca belki de 800 defa duymaktan kusacağımız o replik dökülüyor plastikten bozma uzaylının ağzından : “Merhaba, Benim adım Homoti” . Sami Bugay’ın hazırlamış olduğu bu kostüm baştan savmalıkta adeta şaheser. Badi gibi paspal E.T. taklidi bile zilyonlarca kez daha özenli hazırlanmış diyebilirim. Homoti’nin elindeki bavulun Alamancı bavulu olarak bilinen eski tip dev yarasa bavullardan bir farkı yok. Sadece uzaydan geldiği belli olsun diye etrafına ışık döşemişler, yanıp yanıp sönüyor. Ali röportaj yapma umuduyla Homoti’yi eve doğru götürürken ayağını bir taşa vuruyor. Taş ufacık, ama dokunuş ve tepki o kadar yapay ki, sonra Homoti’nin de o taşın üstüne basacağını, ama onun sünger gibi ezeceğini ve farkında bile olmayacağını tahmin edebiliyorsunuz. Ve, evet tahminde yanılmadınız.

Bu dandik mahluk ne menem bi gezegende yaşayıp adapte olmuş, hayret ettim. Ali’nin evine girdiğinde üşüyor. Ali de bi battaniye çekip koltuğa oturtuyor. Ama dediğim gibi uzaylı makedi, bırakın hareket etmeyi, nefes almayı bile kısıtlı tutan türden. O yüzden eliyle kaldırıp yatırıyor koltuğun üstüne. Gövdesi atlet gibi duruyor. Sade gövdeden oluşmuş gibi bi hali var. Geliş sebebini de anlatıp seyircileri meraktan kurtarıyor bir yandan. Yıldız Savaşları sebebiyle uzayda husursuz bir ortam oluştuğu ve savaşları sevmediği için dünyaya kaçmış Homoti. Koskoca uzay, işi gücü yok fıldır fıldır bu tırsakiyi arıyor. O yüzden de Ali’den kendini gazetede ifşa etmemesini istiyor nazik dille. Ali, Homoti’nin kendisine 7. gücüyle (!) uçan halıyla gezen Arap röportajı ayarlaması şartıyla kabul ediyor.

Filmde karakterler de oturmamış. Tam dalgalandım da duruldum denilecek bi yapıya sahipler. Biraz önce dediğim sahneden sonra Hatçe (Perran Kutman) çıkıyor mesela. Bakkaldan manavdan alışveriş yapıyor. Bütün esnafa onun şirretliğinden gına gelmiş. “Alacağını al, Allah rızası için bizimle uğraşma” diyorlar kime alışverişe gitse. 2 kuruşluk erzak için milleti canından bezdirmeye üşenmeyen bir kadının çevresindeki komşulara da aynı tutumda olması gerekir, değil mi? Ama bu sefer tam zıttı bi durumda. Herkesle o kadar iyi anlaşıyor ki, h
er eve lazım bile diyebilirsiniz hamaratlığıyla.

1 saat oldu daha hala karakterleri tanıtma ve filme ekleme kısmında Müjdat Baba. Herşey hızlı geçiyor, insanlar hızlıca tanışıyor ama bu 1 saat neyle geçti, ne kadar boş geçti şeklinde dumurasyonlara tabi bi hale geliyorum artık. Sonra gazeteye, Ali’nin yanında stajyer olarak bi hatun geliyor. Ali, ilk sahnede “Ben kadın stajyer istemem” diyor ve bu yüzden stajyerle takışıyorlar. 2. sahnede bir bakıyorsunuz çay bahçesinde bulup sevgili olmuşlar. Aman Allah’ım. Ankaralı Namık’ın “Şimdiki kızlar bi ciklete öptürür” dediği kadar varmış meğerse.

İşte mükemmel aşk üçgeni kuruluyor bi anda. Böyle bi konsepti duymak, görmek istemezdiniz biliyorum, ama uzaylının isminin Homoti olduğundan kıllanmalıydınız. Evet, Homoti bir .pne ve Ali kendisine bu denli iyi davrandığından ona aşık oluyor. Sıkı durun, bu filmde bir değil, iki .pne var. Ekmek Teknesi‘nin respect dolu “Baba“sı Savaş Dinçel, Ali’nin kapı komşusu Haydar isimli bir .pneyi oynuyor. Ömrü boyunca hep ağır abi rollerde takılan süper insan Savaş Dinçel’i, vefat ettikten sonra böyle tırt bir rolde izleyince cidden çok şaşırdım. Ne mutlu ki, beklediğim gibi hepsi birbirine girip aşk dörtgeni, beşgeni oluşturmak namına orgy yapmıyor ve .pne Dinçel sadece keyifli kahve fallarıyla zaman dolduruyor kamerada.

Cinsel tercihler açısından son derece kararsız bi halde görüyoruz Homoti’yi. Bi ara Hatçe’yle uzun süren bi duygusal sekans sırasında Homoti, Hatçe’yle sevişecek de biseksüelliğe adım atacak diye düşündüm resmen. Meğerse tek derdi Ali’yle iş tutmakmış. Bittabi onun sevgilisini de son derece kıskanıyor bu yüzden. Günün birinde Ali ile stajyer sevgilisini yatakta gören Homoti delleniyor ve Ali’nin hatunun çantada ne kadar makyaj malzemesi varsa hepsini suratına boca ediyor. Düşünün ki emo hatunlarından makjaylarından bile daha ağır ve berbat bi makyaj bu. Zaten yüzüne bakılamayacak derecede kötü bir kostümün üstüne bir de makyaj katılınca sinema tarihinin belki de en iğreti sahnesini izliyoruz. Bunun bi üst seviyesi de Ali’yle Homoti’nin sevişmesi olurdu sanırım. Sahi, nasıl sevişirlerdi ki? Müjdat Gezen’i tanıyan varsa sorsun, senaryo aşamasında kesinlikle geçmiştir kafasından.

2 saat boyunca filmi oturup izledikten sonra kafamda sadece film sırasında kullanılan yerli yersiz 3 boyutlu grafikler, Homoti’nin ayna aracılığıyla E.T. ile sohbet etmesi ve beni sinemadan tiksindiren o iğrenç makyajı kalıyor. .pne bi uzaylının naif ve ırzına geçilmeye hazır ruh hali de üstüne sos oluyor. Filmin sonunun mutsuz bitmesinden mütevellit pek mutlu mutlu olmadığımdan ötürü Müjdat Gezen’in Director’s Cut/Redux adında yeni versiyon çıkarıp, Homoti’yle diğer .pne-zenci düşkünü Haydar’ı seviştirip, saadete kavuşturmasını talep ediyorum. Bu filmdeki hissettiğim eksiklik anca bu şekilde dolabilir, zaten öbür türlü Haydar çok gereksiz kalıyor. Bu şekilde bi sinemaya iki .pne yaraşmaz ki.

Filmi internete koyan manyak bunu izlememizin bize vereceği işkence yetmiyormuş gibi üstüne üstlük “Chosen One” mertebesini hak edip hak etmediğimizi test etmek amacıyla download linkini .ccf doyasının içine koymuş. Eğer gerçekten bu filmi izlemeyi hak ettiğinize inanıyorsanız, öncelikle aşağıya koyduğum Cryptload’ı indirmeniz gerekiyor. Akabinde diğer dosyayı da programda açtığınızda program indiragandiye başlayacaktır.

Download – Cryptload Downloader

Download – Homoti

200. yazı olarak blogumla ilgili elde ettiğim tek istatistik, her yazımda bir öncekine göre anlamadığım şekilde daha uzun yazdığım oldu. Gözü ağrıyan, lakin inatla okumak isteyen arkadaşlar var, biliyorum. Bu yüzden göz ağrımasına son derece iyi gelmesi sebebiyle bütün okurlarıma balık yağı öneriyorum. Ayrıca ilgilenen balık firmalarına sesleniyorum, sponsorluk tekliflerinize açığım. Yazı bittiğinde “Dirty Looks – It’s a Bitch” çalıyordu.

Seks Her Yerde : Roger Dodger (2002)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Çocukluğu ve ergenliği boyunca sadece bilgisayar başında beyhude vakitler geçirdiği için sonrasında sosyopat kimliğe bürünen koskoca bir gençlik ordusu oluşuyor Dünya çapında. Bir kısmı ilk cinsel aktivitesinden sonra bilgisayarı, işi gücü bırakıp kızların peşine düşerken, diğer kısım insanın doğasına ait olmayan, bu karmaşık gibi gözüken gerizekalı aletin başında gerizekalı oluyor. İşte dünyada genç – yaşlı dengesi bu yüzden hiç sabit durmuyor. Sevişen ve bilgisayar başında çanak büyüten insanların her geçen senesini farklı katsayılarla çarpmak gerektiği kanaatindeyim. Aktiviteden aktiviteye koşan, en azından bir şekilde sınırları zorlayan bir insanın her geçen senesini 0,5 ile çarparsak, diğer bilgisayar moronlarını da 2 katsayısıyla çarpmamız gerekecektir. Bi de bu acınası durumu izole edebileceklerini sanarak, hayat felsefesi gibi gördükleri osuruktan bi kılıf uydurmuşlar ki sormayın gitsin. Kendilerine geek diye hitap eden bu güruh bolca bilgisayar ve bolca film etkileşimi haricinde somut bir beden veya sosyallik etkileşimi yaşamıyor. Zaruri olmadığı sürece evin kapısından çıkıp da bir güneşin lezzetine bile baktıkları görülmemiştir esasında. İşte ben bu türlü aşırılıklara oldukça içten küfrediyorum. Niye insanlık olarak sürekli bi kesim her şeyin aşırısına kaçıyor? Emolar niye sürekli tepeden fotoğraf çekip her bi b.ka aşırı tepki gösteriyor? O değil de bir gün bu geekler ve emolar G-2 zirvesi (Gerizekalı 2) yapıp, güçlerini birleştirmeye kalksa ve XP sistem hatası verdiğinde intihar etmek isteyen kitleler oluşsa ne fena olurdu değil mi? Ölmüyo da şerefsizler, duygusal kisvesi ayağı altında yapmacık davranışlarda bulunuyorlar.

Bir de geldiği yaşına kadar elini ayağını suya sabuna dokundurmamış, yani ne bilgisayar başında ne de sosyal ortamlarda ömür tüketmiş insanlar vardır. Ki bence G-2′den daha iyidir. En azından istediğin şekli verebilirsin, olması gereken şekli. Tabi bu şekli vermek de bildiğiniz üzere her mahallede en az bir tane bulunan, sahiplenicilik üstlenen bitirimlere aittir. Hayatındaki cinsel boşluktan dolayı 50 yaşında gözüken bu gencimizi hayata kazandırmak amacıyla bitirimimiz derhal en yakın keraneye götürür ve parasını da karşılar. (bkz. Skmedim, sktirttim daha ne yapayım bee?) Bu hem oğlan, hem de mahallenin bitiriminin sokaklardaki itibarı açısından çok önemlidir. Zira ilk ilişkisini yaşadıktan sonra mahallenin bitirimini dünya ahiret kardeşten sayan oğlan, neredeyse etrafındaki bütün insanlara keranedeki deneyiminin detaylarını anlatır. Bu da mahalle bitirimine çoğu cinsel ilişkiden daha derinlemesine bir haz sağlar açıkcası. Bi tanesine denk gelmiştim, dinlerken bayağı bayağı yarılmıştım gülmekten. Kadının prezoyu ağzıyla takışını bile anlatıyordu göstererek. Eskiden de görmüş olduğum, vakti zamanında 50 yaşında gözüken o oğlanın kerane seansından sonra gözlerinin içine bir daha baktım, resmen hayat ışıkları fışkırıyordu. Para boşa gitmesin diye içtiği biraların kadın üzerinde olumsuz yarattığı uzun süreli etkisine kadar anlatmıştı. Sonuçta kapıda müşteri bekler, her ne kadar tatmin etmeye çalışsa da işini kısa bi sürede bitirmesi lazım, işin içine bira girince de pek mümkün olmuyor. Bir kişinin mutluluğu herkese faide sağlıyor esasında. Mado’nun garsonu olduğu için arada bolca bedava tavuk göğsünü götüren kişi olarak mutluluktan ufak bir pay da ben almıştım. Ben de o kadar tavuk göğsünün verdiği mutlulukla kime ne iyilik yaptım kim bilir.

Her ne kadar kendi babafingosundan başka bişey düşünmese de yeğeninin yüzü gözü suyu hürmetine bitirimlik adına kolları sıvayan bir Roger var filmde. Sürekli çenesi laf yapan, ve ettiği cesur sözlerle çoğu kadını bir gecelik ilişki doğrultusunda etkileyen bir adam. Bir gecelik diyorum, adamın adı boşuna Roger Dodger değil. Başı sıkıştığında derhal topukluyor. Torrentten istediği dosyayı indirdikten sonra seedlemeyi kesen vur-kaççılar gibi. İşini gördüğü insanla bir daha birlikte olma düşüncesinde değil. Filmin uzunca süren ve sadece Roger’ın dil döktüğü ve bolca Rezervuar Köpekleri‘ni andıran masa sohbeti sekansından sonra görüyoruz ki bu sefer asıl “Dodger (Kaçar)” Roger değil. Patronu olan kadın bir daha cinsellik ve sevgililik anlamında görüşmeyeceklerini söylüyor. E, haliyle iktidarı kırılmış olan bir eril olarak bu sefer kovalamak Roger’ımıza düşüyor. Bu hikayenin arka planda dönen ilk kısmı.

İkinci olarak da amcasının maharetlerinden haberdar olan Nick, sırt çantasını yüklenip geliyor ve ondan bu konuda destek istiyor. Çünkü kendisi biraz önce bahsettiğimiz binlerce tipten biri. Kendine göre büyük gibi gözüken dertlerin yanında bir de yeğeniyle uğraşmak istemeyen Roger, sonradan yufkalaşıyor ve kendi soyundan bi oğlanın kız meselelerinde bu kadar pasif olmasını kabullenemiyor. Tabi her öğretideki gibi asıl aşamaya geçmek için bir takım inceleme gerekiyor. (bkz. Chosen One hesaaabı) Bu yüzden yeğenini sokağa çıkarıp, etrafındaki kadınların çokluğunu göstererek, kafasına seksin, daha doğrusu se
ks yapabilme şansının her yerde ve çok yüksek
olduğunu sokmaya çalışıyor. Bunu bir şekilde farketmeden fırsatçılık yaparak yanlarına yaklaşamayacağını biliyor çünkü.

İlk testten geçer notla da olsa geçebilen Nick için artık amcasının öğretileriyle dolu gecenin kapıları sonuna kadar açılmıştır. Roger film boyunca iç (bar, parti) ve dış ortamlarda yeğenine bu konuda cesaret aşılamaya çalışırken çoğu zaman da kendi tecrübelerini baştan düşünmeye ve kendisini yargılamaya başlıyor. Tabi huylu huyundan tam olarak vazgeçmeyeceği için kadın patronuyla da uğraşıyor bir yandan paralel hikayesinde. Yeğeninin üstüne bir gecede yüklediği aşırı derecede yükü, onu son çare olarak genelev gibi berbat bir yere götürüp, oradaki fahişenin eline bıraktığında fark ediyor Roger. O andan itibaren de, asıl doğru olanın insanın bu denli önemli ilk deneyimleri zoraki yaşamaması, akışına bırakması gerektiğini anlıyor.

Film başlangıçtaki-devamındaki uzunca diyalogları ve anlattığı hikayesi itibariyle yetişkin filmi gibi görünse de, sonradan Nick ile ilgili irdelemelerin akabinde aslında gençler dahil, tüm insanlara cinsellik konusunda önemli mesajlar verdiğini görürüz. Campbell Scott‘un ete kemiğe bürüdüğü Roger gibi iğneleyici sözleriyle izleyiciyi kendine gıcık ettiren karizmatik bir karakterin bile hafiften adam olabileceğini görürüz. Tabi yine kendi mesleğini uygulamaya yetecek oranda azaltacağını biliriz denyoluğunu. Sonuçta o bir reklamcı ve dediği üzere “İnsanlara yeni birşeyler satmak için onlara kendilerini kötü hissettirmelisiniz.

Yazı bittiğinde “Markus Grosskopf’s Bassinvader – The Asshole Song” çalıyordu.

Serbest Porno Film İsim Uyarlamaları

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Aziz Nesin ne demişti efendim, hatırlayalım bi “Previously on Lost” şeklinde: “Türkiye’nin yüzde 60′ı sinefildir“. Havayı koklayan türden bi adamdı rahmetli. Bu oranı bakkal hesabına vurursak, 3 aşağı 5 yukarı, sokakta gördüğümüz her iki adamdan biri sinefil oluyor. Yani sinemaya karşı bi hassasiyeti var. Peki bir sinefilin özelliklerini yüzeysel bir şekilde sayarsak neler çıkar? Aşırı sinema sevgisi, kötü filmlere nefret, karmaşık senaryo aşkı, kült film arayışları, herkesin izleyemediği, bulamadığı daha derinlerdeki filmleri izlemek. Uydurmuyorum, sokağımızdaki insanların yüzde 50′si umursuyor bunu.

Mesela bu kültçü kesim asla ve asla pornonun konusuzunu izlemez. Konusuz dediklerimizde bildiğiniz üzre “Giriş, gelişme, sonuç” bölümlerinden ziyade yalnızca “Giriş” bölümü vardır. Sinema sektörünü sekteye uğratan, film mezarlığına çeviren bu yapımları takip eden yüzde 40′lık kitleyi yadırgayamayız ama. Bu insanların sinema aşkı, zayıf kalan olay hikayesi yapısı üzerine kuruludur. Milyon dolarların yatırıldığı, lakin senaryosu beş para etmez Hollywood aksiyonları gibi, çekimleriyle bi şekilde kotarırlar olayı. Bir de konulular vardır ki, işte sokağımızdaki yüzde 60′lık kesimi “Derin” hikaye yapısı itibariyle alır götürür.

Porno filmler bildiğiniz üzere kısıtlı bütçe ve kısıtlı eleman (Genelde 1 erkek 1 kadın veya 2 erkek 1 kadın) sayılarıyla çekilen, sadece “Konulu” olanları sanatsal filmlerdir. Lakin insanların aşırı ilgisine karşın, korsana gösterilen rağbet sebebiyle çok da gelir elde edemezler. Bu sebepten ötürü de Hollywood’daki filmlerde olduğu gibi yüzlerce kişilik senarist ekipleri çalıştırılamaz. Nasıl ki Goethe’nin Faust’u, Japonların yüzlerce filmi Hollywood tarafından alınıp defalarca uyarlandıysa, porno sektörünün de serbest uyarlamaya hakkı olduğunu düşünüyorum. Zaten bildiğiniz üzere, hikaye temellerini sabit tutsanız dahi, anlatım tarzını değiştirdiğinizde ortaya bambaşka tarzda filmler çıkabilir.

Her ne kadar Vivid gibi sektörün tekelleri bir şekilde senaryosunu üretebilse de, merdiven altı diye tabir edebileceğimiz bağımsız porno yönetmenlerinin gücü yetmez. Sinema tarihinde oldukça büyük izler bırakan filmleri seçerler ve yedinci sanat kılıfında bambaşka bir anlatıma bürürler. Zaten düşündüğünüz vakit Fight Club gibi çok geniş spektrumlu filmlerin senaryosunun ufak bir dokunuşla bile yepyeni seyirlikler yaratabileceğini farkedersiniz.

Kısık bütçeyle, özgün porno uyarlamaları tamamlandıktan sonra, sıra önceden belirlenmiş isime gelir. Ki bunlar genellikle kelime oyunlu isimlerdir. Yani serbest uyarlamaya tabi tuttuğunuz filmin adını bir şekilde hatırlatmalı ki, bu şekilde müdavimler aradıklarına daha kolay ulaşabilsin. Fight Club demiştik örneğin, bu filmi iki şekilde uyarlayabiliriz; Fag Club ya da Fuck Club. Bu durumda farkettiğiniz üzere isimlerden bir nevi cinsel tercihler farkedilebiliyor. E haliyle, 1 erkek ve 1 kadının oynadığı sanatsal bir filme Fag Club adını vermek garip kaçacaktır. Bu yüzden yazmadan önce başlığını atıp, ondan sonra başlığa göre yazanlar gibi düşünür bir porno yönetmeni. Fag Club filmine kuracağımız ortam gayet bellidir: Nonoşlardan kurulu bir Underground kulüpte, cinsel isteklerini tatmin edemeyen erkekler, eline geçeni tutar ve uzunca bi süre raylı sistemden geçirir. Filmimizi tamamlayıcı olarak bir adet can alıcı replik de gerekmektedir haliyle: “Bugün nonoş kulübündeki ilk günün, o zaman vuruşacaksın!” Tabi ki ben bir porno yönetmeni olsam, izleyici kitlemi sadece gaylerle sınırlandırıp, daha düşük gelire fit olmam. Büyüğüyle küçüğüyle herkesin izleyebileceği bir aile pornosu olmalı.

Uzun bir arayış sonunda siz sinefillerin arşivini tamamlatmak ve ufkunu genişletmek amacıyla porno türündeki serbest uyarlamaların en güzel ve en yaratıcı isimlilerini derledim ve kısa kısa da olsa kritiklerini yazdım. Özellikle günümüzde güzel senaryoların uyarlanmadığını düşünürsek bu konudaki açlığınıza ilaç gibi gelecektir.

Schneider’s Lust (Schindler’s List) : Ağır sanayide Almanlar tarafından bedavaya zorla çalıştırılan, hatta ismi bile zorla Alman ismi yapılan Yahudi terzi Schneider, günün birinde yanına yaklaşan bayan Alman subayı farkeder ve öldürülen yığınla Yahudi’nin acısını çıkarır. Bayan subay da gidişattan ötürü durumdan oldukça memnundur.

A Cockwork Orange (A Clockwork Orange) : Alex ve ona imam osurduğunda zıçan cemaat gibi bir bağlılıkla eşlik eden yanındaki 2-3 zibidi sokaklardaki masum insanlara korku salmaktadır. Bir gün pabuç pahalı gelir ve dev yarasa bir adam bunları 6 adet hemşirenin eline teslim eder. Pavlov’un şartlı reflekslendirme tedavisi sonucu mottoları savaşmaktan, sevişmeye kayan bu zibidiler film bitene kadar 6 hemşireyle bir etkileşime girerler.

Sex Files (X Files) : Yıl 2056. Dünya uzaylıların işgaline uğramıştır. Yalnız bu uzaylılar bizim bildiğimiz koca kafalı, geniş ve kısa gövdeli uzaylı tasvirine uzaktan yakından benzememektedir. Hatta hepsi, firesiz şuh kadınlar ve kaslı erkeklerdir. Dünyadan tek istedikleri de…

Shaving Private Ryan (Saving Private Ryan) : Aşırı kıldan muzdarip Er Ryan’ın çüksel bölgesi 1 saat içinde tıraşlanmazsa, kılların çektiği enerji sebebiyle hayatını kaybedecektir. İşte o an çadırdan içeri bir cesur Jenna Jameson kılıklı asker girer ve tıraşın akabinde olaylar gelişir.

Whore of the Rings (Lord of the Rings) : Silvia çoğu kadın gibi yüzük, mücevherat vb. düşkünüdür. Lakin bu kadının farkı, mevzubahis yüzük için yapmayacağı şey olmamasıdır. Evliliğin sembolü yüzük için evliliği ayakta tutan bütün ahlaki değerleri hiçe saçan Silvia’nın yüzüğe ulaşırken kendisini adeta bir fahişeye çeviren bu ibretli maceraya tanık oluyoruz.

V for Vagina (V for Vendetta) : İşte karşınızda tam anlamıyla düşük bütçeli bir B filmi klasiği. Rodriguez’in tabanca montajlı ayağından esinlenen yönetmenimiz, adeta kötülerin düşmanı, kurşun saçan, ölüm makinesi bir vajina yaratır. Yönetime tam anlamıyla el koydukları son sahnede çoğalan vajinalar meydanda vücutların temas etmesiyle farklı hislere kapılırlar ve olaylar gelişir.

Batman in Robin (Batman and Robin) : Seyircileri her anında hop oturtturup, hop kaldırtacak türden bir aksiyon. İzleyici kitlesinin yalnızca gayler olması sebebiyle düşük hasılat yapmasına rağmen kült olma potansiyeline sahiptir. Batman’in oğlanlara ve üstüne üstlük erkeklere karşı aşırı ilgisi vardır. Bir aksiyon anında Robin’in çatıdan düştüğünü görür. Düşmek üzereyken havada kapar ve sıkıca sarılır. O an Robin’in de kendinden büyükçe erkeklere ilgi duyduğunu farkeden Batman, atraksiyona girmekte çok da gecikmez.

I Know Who You Did Last Summer (I Know What You Did Last Summer) : Senaryo biraz daha kuvvetli ve yönetmenin çekim planları biraz daha derinlemesine ve kuvvetli olsa, klasikler arasına girebilecek türden bir film. Ama hikaye yapısı ve oyuncuların üstün performansları sebebiyle izlenebilir. Aslan kürekli Richard dünya çapında tanınan, itibar duyulan bir ailenin çocuğudur. Bir gün kimseciklerden habersiz 19′luk çıtır Angelina’ya tecavüz ettiğini sansa da, aslında onun bu montajına karşı şantaj yapacak bir gizli adam vardır. Aslan kürekli Richard’ımız işte o adamı bulana kadar çok canlar yakar çook.

How I Get Your Mother (How I Met Your Mother) : Hayatı günübirlik ve peşisıra gece ilişkilerinden ibaret olan Teddy Bear’ın bir gün bu ilişkilerden tiksinip tek eşliliğe geçeceğini söyleyeceğimi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Yaşlanmış Teddy Bear 2060 yılında arkadaşına annesiyle nasıl da şehvetli bir etkileşime girdiğini anlatır. Arkadaşı ise gayet olgunca karşılar, sadece tercihlerinden dolayı Teddy Bear hırpalanacaktır bu sefer.

Chitty Chitty Gang Bang (Chitty Chitty Bang Bang) : Yeryüzünden insan düdükleme rutininden sıkılmış olan Johnny, bir gün arabasının uçtuğunu farkeder ve bunu farkettiği an yaptığı ilk şey, arabanın içine 2-3 hatun doldurup İstanbul Boğazı semalarında fantezi yapmak olmuştur. Bir süre sonra bundan da sıkılan Johnny’nin dramına tanık oluruz filmin 2. yarısında.

Edward Penishands (Edward Scissorhands) : Gerizekalı ve gay bir bilim adamı tarafından kendini tamin etme amaçlı üretilmiş bu ucube, bir gün makyaj malzemesi satıcısı bir kadın tarafından bulunur. İlk başta ellerinin sadece penis olmasından korkan kadın, bu adamın mahalledeki azgın kadınları frenleyeceğini ve paraları cukka yapacağını düşündüğü için mahallesine götürür. Bu konuda gerçekten de maharetlidir Edward. Film boyunca maharetlerini izler dururuz.

Bang of Brothers (Band of Brothers) : “İnsan insanı sker mi?” sorusuna imgesel irdelemeler yapan bir klasik. Lakin bu soruyu “Kardeş kardeşi sker mi?” sorusu üzerinden yöneltiyorlar. Epey acı verici bir durumdur ki, metaforik anlamda tüm bunlara tanık oluyoruz. İzlerken gözyaşlarınız sel olacak.

Meet the Fuckers (Meet the Fockers) : Tam anlamıyla bir “Anasını sen al, kızını da ben” filmi. Tabi durumun daha ileriye taşındığını söylesem pek de şaşıracağınızı sanmıyorum. İki köklü aile, geliniyle, kaynanasıyla aynı evde birbirlerini severler de severler.

Fantastic Whores (Fantastic Four) : Cinsel açıdan özel güçlerle donatılmış 4 adet mutant adeta 900′lü hatlar gibi kendilerini şehrin cinsel tatminsizliğini çözmeye adamışlardır. Nerede bir tatminsizlik mevcutsa orada biterler. Diğer 3 adam normal tatminsizlik durumunda gitse de, “Kaya Adam” yalnızca Rolling Stones gibi “I Can’t Get No Satisfaction” diye haykıranların göz bebeğidir. Tatmin olmuş bir şehir düşünün, kimse kimseyi eften püften sebeplerden bıçaklamıyor. En iyi suçla savaşma yöntemi bu olurdu sanırım.

White Man Can’t Hump (White Man Can’t Jump) : Tam anlamıyla bir azim öyküsü. Beyaz destekçisi, hafiften ırkçı yönetmenin cinsellikte zenci hegemonyasını kırmak üzere yaptığı bir film. Arkadaşı zenci Johnson’ın tuttuğunu devirmesinden ötürü hep bi eziklik hisseden, tatminkar olamayan beyaz Tom, bir gün kondüsyon çalışmalarına başlar ve “Johnson birse ben iki götürüyorum uleeen!” durumuna getirir olayı.

Lust Tango in Paris (Last Tango in Paris) : Öyle filmler vardır ki, esinlendiği filmden bile daha iyi iş çıkarır. İşte bu film de onlar
dan. Orjinalindeki cinselliğin dozunu ve kullanım şeklini beğenmeyen usta yönetmen Van Damage, “Şehvet öyle değil, böyle olur der” ve kahramanlarımız film boyunca cinselliği irdelemek adına birbirlerini irdelerler kutu gibi bi odada. Adeta tavşanlar gibi durmaksızın irdelerler.

Tits a Wonderful Life (It’s a Wonderful Life) : Tek amacı bulunduğu kasabadan uzaklaşıp, sadece dünyayı keşfetmek olan Corc, kardeşinin zoruyla gittiği baloda bir bayanla ilk temaslarını yaşar ve adeta bağımlılık yaratır. Kendini sürekli birilerine yumulurken bulan Corc, bir gün kasabada hiç yumulacak bir kadın bulmadığını farkedince intihar etmeye kalkar. Sonra ilahi müdahaleyle birlikte sokağa çıktığında, aslında her kadınla bir kere yapmaması gerektiğini farkeder.

From Lust Till Dawn (From Dust Till Dawn) : Zombie slasher türünün, pornodaki teen slashera uyarlanmış hali. Girdiği bir gece kulübünde bir kadının ayağından şarap içtiği an azgınlığını körükleyemeyen Tarantor o azgınlıkla birlikte tüm gece kulübündekilerin üstünden gelebileceğini söyler. Yalnız Tarantor’un tadına bir bakan bi daha istemektedir. Bu sebepten ötürü Tarator işini gördüklerini, bir daha istemesin diye öldürür ve iflahı kesilse de hepsinin icabına bakar. Ortalık da bayağı leş kokmuştur hani.

Bir sinefil için tabi ki izleyeceği filmler hiçbir zaman bitmez. Ama diğer filmlere geçmeden önce ilk olarak bu klasikleri izlemenizi, daha sonra da daha spesifik zevklere hitap eden Blair Bitch Project, Nirvanal, Reservoir Cocks, Black Hawk Up, Pump Friction, The Empire Stikes From the Back, The Italian Blowjob, Breakfast on Tiffany, The Sexorcist, Cream Theater, One Blew Over the Cuckoo’s Breast, Fun With Jane’s Dick, Lock Cock and Two Smoking Bimbos ve 2001 : Big Bust Odyysey isimli filmleri izlemenizi öneririm. Zaten siz o filmleri izleyip filmografinizi geliştirene kadar ben bu filmler hakkında da topluca bir kritik yapmayı düşünüyorum. Unutmayın, filmler bilinçsiz izlendiği zaman katkısından çok zararı dokunur.

Yazı bittiğinde “Joe Satriani – Andalusia” çalıyordu.

Futurama: Beast With a Billion Backs

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Altyazı çevirmeniyle izleyici arasındaki ilişki, doktorla hasta arasındaki gibi olmalı bir düşünceye göre. Nasıl hastanede ölümle burun buruna bir şekilde yattığınızda bile “Alın lan beni ameliyat edin, ölecem burda, ben öldükten sonra alın o neşteri bi yerinize sokun” diyemiyorsanız, altyazısını büyük bi iştahla beklediğiniz filmin altyazısını yapan adama da, “Hadi çevir artık şunu anuna goyim, betonarme yapı kıvamına geldik” diyemezsiniz. Sebep ortadadır, ikisinde de durumun daha b.ka sarması korkusu, sizi gerçekleri söylemekten alıkoyar. Doktorla laf dalaşına girsen, adam kıllığına ameliyat etmez yani. Hipokrat’ı mipokratı geçecen hacı. Doktorun insiyatifine bağlısın. Kuklanın ipleri kimin elindeyse ona itaaat edecen. Master, Master! Çevirmen de aynı durum, sadece hayati bi olay yok, tabi o filme ne kadar tutkuyla bağlı olduğunuzla da alakalı. Adama fazla yüklendiğiniz an “S.ktir git lan, çevirmiyorum.” demesi olasıdır. Sonuçta bu zevk için yapılan bir iştir ve adamın keyfinin kahyası da olamayız.

Futurama‘nın 2. filmi Beast With a Billion Backs bundan 1 ay önce, resmi çıkış tarihinden çok önce piyasaya düştüğünde çok sevinmiştim. Hani ” İlk izleyen ben olacam heheheeee, sonunu herkese söyleyecem, bu alemde çok itibar görecem, ayaklarımı öptürecem.” ritüeli vardır ya yıllardan beri süregelen, böyle durumlarda ona kapılıyorum işte. Kolay değil bi de, yayından kalktığından beri senede bi kere gördüğümüz sevgili gibi oldu. Ya da şöyle söyleyeyim, sanki bi yıldır sevişmiyormuşsunuz da, o yüzden düz duvara tırmanıyomuşsunuz gibi. Futurama’yı takip edenler bana kesinlikle hak verecek, etmeyenler şaşıracaktır büyük ihtimalle bu söylediğime. Lakin olay şudur: Futurama, Simpsons‘tan daha eğlenceli. Simpsons Matt Groening’in olgunlaşma dönemiyken, Futurama, o olgun, bardan her gün farklı bi hatunla çıktığı dönemdir. Bu dediğimi özellikle Simpsons Movie ile Futurama’nın herhangi bi filmini kıyaslarken anlayabilirsiniz. Yalnız diziye ve karakterlere adapte olmadığınızda, her diziye olduğu gibi size yeterince komik gelmeyebilir. O yüzden öncelikle ilk 5 sezonu izlemenizde fayda var.

Altyazı çevirmeni diyordum. Her çevirmenin kendi mekanları, alanları vardır. Bu bölgeler mafya bölgesi veyahut sit alanı gibidir. Ya da en basidinden herhangi bi köpeğin üzerine işediği ağaç. Bir çevirmen, başlangıçta hangi filmleri ve dizileri çevirirse, onun üstüne yapışır, onunla anılmaya başlar. Aslında bu oldukça güzel bir durumdur. Çünkü çeviri işi, yorumun %90 altın değeri taşıdığı bir zanaattır. Belli bir dizi serisi hakkında belli deneyimleri yaşayıp, karakterleri tanıdığınızda ona daha güzel bir altyazı kalıbı hazırlarsınız. Tabi Türkçe’de karşılığı olmayan kelimeleri bulmak da bu noktada başlar. Futurama’nın da resmi Türkiye altyazı distribütörü, isminin Feridun olduğunu tahmin ettiğim, feri_meister. İlk film çıktığında anında çevirip askere gitmişti. Özveri budur, sorumluluğunu biliyor. Bu seferki filmin de, askerden tam yeni geldiği döneme denk geldiğinden sanırım çevirisi bayağı uzun sürüyordu. Ama içimdeki Futurama açlığı had safhadaydı. Bu yüzden dayanamadım ve o girilmemesi gereken doktor hasta diyaloğu içine girdim. Tabi “Aaaaaaal sana altyazı, say bakayım kaç dişli” der mi diye düşünüyordum. Neyseki feri_meister babamız tahmin ettiğim iyi ihtimal dahilinde geyik ve anlayışlı bi adammış. Hemen halledeceğini söyledi. Çevirisini beni dinleyip de pek hızlandırdığını sanmıyorum lakin çeviri sayacını sürekli günceller oldu da, çeviri oranını takip ettim en azından. Bi de altyazı bitince, bana haber verip linkini attı ki sormayasınız, mest oldum, jest oldum. Hasta – Doktor ilişkisini bitirip, iş için 1 seneliğine ayrılan 2 sevgili kıvamına dönüp, “Yine seneye görüşürüz.” olayına girdik akabinde.

Film, yine orjinal dizi kalıbını kurarak saçma bir hikayeyi alıp, onun geyiğini çevirmek üzere kurulu. Önceden saçmalık havuzuna 10. dakikada atlayan film, bu sefer öncekinden çok daha hızlı, ki bu beni aşırı derecede mutlu ediyor. “Previously on …” geyiğiyle başlayan dizilere de bi yandan gönderme yaparken, gökte açılmış devasa bi delik görüyoruz. Delik o kadar uzun süredir açık ki, insanlar artık korkarak deliği gösterirken bile sıkılmışlar. E tabi, olayların başlaması için bizim filmi izlememizi bekliyorlar, bu da ayrı bi güzel gönderme. Ama suçlu biz değiliz. Film ellerinde hazır olmasına rağmen oradaki sübyancıkları bir yıl bekleten Groening. Başka bir boyuta açılan elektromanyetik olduğu düşünülen bu deliği incelemek de, tahmin ettiğiniz gibi “Good News Everyone” elçimiz Profesör Farnsworth‘un kobay kargo taşımacılarına düşüyor.

Hikayenin diğer iskeletini ise yine Fry‘ın aşk hayatı oluşturuyor. Tam kendine bi sevgili yaptığını düşünen Fry, hatunun, hiç kimseden saklamadan aynı anda 4 erkekle daha çıktığını görünce yıkılıyor. Tabi diğer erkekler durumdan hiç şikayet ediyor gibi gözükmüyor. Hepsi aynı evde hatunla yaşayıp gidiyor. Dünya barışıyla karışık,aşk dolu bir evren mantalitesine sahip erkekler ve tek hatun, evi cinsel ihtiyaçları karşılamak üzere bir pilot bölge olarak görüyorlar sadece. Fry da Leela‘dan sonra 2. bir aşk acısını daha kaldıramayacağı için, uzaklara gitme niyetiyle manyetik boyutun içinden diğer tarafa geçip, her tarafı vantuzlarla dolu, dev bir yaratığın içine giriyor. Bundan so
nrasını da anlatsam spoiler olacağı için, ufaktan yapıya geçiyorum. Lan gerçi bi yandan da içimde aşırı derecede spoiler verip, sizin için filmin tadını kaçırma isteği var. Acaba bilinçaltımda
bu filmden kimse benim aldığım zevki alamasın gibi bi istek mi var ne? Ama cidden benim aldığımdan daha fazla zevk almayın bu filmden. En azından Türkiye çapında bu filmden en fazla zevk alan ilk 100 adam içine gireyim. Beni spoiler kullanmak zorunda bırakmayııınghhh!

Filmde beni rahatsız eden sadece tek bir noktada var. Aslında o da epey derecede rahatsız ediyor. Futurama’nın dizi hayatında, umarsızlığı ve angutluğuyla nam salmış Fry’ımız, bu son iki filmdir aşk acılarıyla kıvranıyor. Tabi dizide de Leela’yla arada sırada aşk ilişkileri oluyordu ama olayı fazla uzatmıyorlardı. Yani dizinin Bender‘dan sonra 2. komedi eksenini oluşturan Fry iptal olmuş durumda gibi. Bu yüzden de Bender’a ve parlak metal k.çına oldukça fazla iş düşüyor. Vallaha içim parçalanıyor bu oğlanı böyle dertler içinde gördükçe. İlk filmdeki, oldukça iyiydi ve olaya mükemmel bir lezzet katmıştı, ama bu filmdeki biraz zorlama olmuş. 2. dereceden yan hikaye olsa itirazım olmazdı. Umarım şu son 2 filmde artık Fry’ın aşk acılarıyla şekillenen hikayelerden çıkarız ve daha fazla çıplak Leela sahneleri görürüz. Biz dizide buna alıştık kardeşim, aşk filmi değil ki bu. Cyclops, mayklops (İngilizcelerde bu ikilemeyi denememek lazım aslında) ama daş.

Film, peşpeşe saydırdığı esprilerle yine her zamanki gibi gobeemizi çatlatacak türden. Hatta şurdan biraz feri_meister’i de övelim, bazı yerlerini çok güzel yorumlamış. Türkçe’de tam olarak karşılığı olmayan öbeklerin, tamlamaların yerine, olacağından çok daha güzellerini koymuş, ki bu yaptığı çevirinin 10 numero olduğunun en önemli göstergesi. Özellikle, filmi izlerken “S.çkın Robotlar” ve “Yok ebesinin Ali Sami” yorumlarının çok yerinde olduğunu farkedeceksiniz.

Hasretliğin bu kadar canıma tak edeceğini düşünmezdim. Sevdiğim insandan bile yıllarca ayrı kalırım, ama Futurama’dan koskoca 1 sene ayrı kalmak insana koyuyor be. Çevirmene söyledik, altyazı işini ayarladı. Acaba Matt Groening’e de “Abi bari şunu 6 ayda bir çekin be.” desem fikrimin üzerinde 1 saniye bile olsun, düşünür mü? Ya da ne bileyim, ellerindeki çizgi film yükü fazlaysa bi sene Simpsons, bi sene Futurama oynasa. Hem öyle olunca seyirci açısından da ikisini de izlemesi daha zevk verici olacaktır. 18 sezon Simpsons oldu. Yeter gari. Biraz kardeşine ver de o da yesin. O da büyüsün.

Dipçik Not: Futuramadan bihaber olanları da bu diziye çekip, kitleyi büyütmek amacıyla, kendi ellerimle kesip internete koyduğum ve Bender’ın karakterini 30 saniyede tanımamızı sağlayan bu sahneyi sunuyorum. İşte 30 saniyede Bender.

The Station Agent (2003)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Etrafınızda ne kadar insan vardır, kaç tanesi gerçek dosttur bilemem. Açıkçası benim arkadaşlıklarımın pek çoğu bir şekilde elenme yöntemiyle sonlanmıştır. Çoğu insan beni rahatsız eder ama söyleyemem. Bunu söyleyemediğim için de beni dost olarak görmeye devam ederler. Halbuki ben insanların kendilerinin bazı şeyleri anlamasını dilerim. Arkadaşlık hayatında cıngar çıkaran, huzursuzluk veren türden bi insan olmadığımdan ötürü çoğu ilişkileri yüzümü unutturarak bitirmeye çalışıyorum. 10 – 15 kişinin birden toplandığı gezileri ve arkadaş ortamlarını sevmiyorum, hoşnut olamıyorum. Doğuştan yalnızlığa yatkın biriyim. 2 kişi olsun da, özü olsun diyorum. Tabi ki, bu sadece benim doğrum. Yalnızlığı gerçekten özel bulan biri için gayet makul.

Sinemada olağan üstü insanlar ve hikayeler görmemizin yanında, kendimizi, kendi hikayemizden belli parçalar görmek de acayip heyecanlandırır bizleri. Bu hikayeleri genelde yüksek prodüksiyonlu, karmaşık senaryolu filmlerde görmeyi beklemek yanlış olur. Sinema her türlü bir eğlencedir, ama minimalist sinemada puzzle parçalarının bizi oluşturduğunu görmek apayrıdır.

Minimalist diyince üzerine ufak bir açıklama getirmek istiyorum. Benim de son zamanlarda üzerine aşırı düştüğüm bu sinema kolu, hikaye olarak her zaman sadeliği seçer. Karmaşadan, uzak olduğu kadar bilgelik dolu hikayelerdir. Çıkış noktası olarak mesela bakkaldaki sıradan satış günlerini alabilir. Ama o filmde hiçbir zaman bakkallar ellerine tüfek alıp, mekanlarına saldıran yaratıkları öldürmezler. Sadece gerçek hayatta karşılaşmamız muhtemel konular geçer. Bolca sessizlik ve normalden daha az diyalog birbirini tamamlar. Normal bir Hollywood prodüksiyonunda şehri terkeden bir adam havaalanında koltuğa oturduğunda yanına da bir kadın oturur, sonra bir şekilde kamera bu kadına yönelip, adamla hayatını birleştirir. Adama yanındaki kadınla bir hayat vaad eder. Halbuki düşünün, kim bilir kaç tane karşı cinsin yanına otururuz hayatımızda, ama böyle bir durumun oluşma olasılığı gayet düşüktür. Minimal sinema da bundan fazlasını yapmaz, göz göze gelirlerse sadece bir selamlaşırlar ve herkes kendi yoluna. “Peki bu sinema beklentimizden ötesini vermiyorsa ne işe yarıyor?” diyebilirsiniz. İşte işin ilginç yanı da bu noktada, ustalık da burada. Basit ve sıradan hayatları şiir gibi anlatmak, gerçekten seyirciyi oraya alarak, insanları sömürmeden.

Station Agent da tam bu kalıplara oturan bi film. Hani parmağınızı sabunlayınca yüzük lök diye oturur ya, mevzubahis filmimiz de aynı etkiyi göstermekte. Hikayeye gelirsek, tek arkadaşı olan patronuyla tren maketi yapan bir cücenin, arkadaşı da ölünce ondan kalan miras sebebiyle New Orleans’taki harabe olmuş bir istasyona taşınması. Artık trenlerin çalışmadığı bir istasyon. Ama cücemizin aradığı yalnızlığı ve sessizliği bulması için oldukça uygun.

Evet, yalnız kalmak isteyen bir cüce ve sebepleri tahmin edebileceğiniz gibi. Toplumun cüceleri gulyabani gibi görmesi, insanların görmezlikten gelmesi, çocukların dalga geçmesi ve bunun gibi pek çok durum, onun hayattan pes etmesine sebep vermiş. Tam bir kapalı kutu. İçi öfke dolu, ama bunu kusamıyor. Çünkü kusacak veya derdini anlatacak birileri yok. Anlatacak birine ulaşamıyor, çünkü yıllardır yaşadığı tecrübeler onun insanlardan üsrkmesine sebep olmuş. Konuşmayı sevmiyor, ağzı anca kerpetenle açılacak türden biri. Fin (Peter Dinklage), araba kullanmayı da sevmiyor, tek tutkusu tren. Daha doğrusu tren yayları. Gideceği her yere tabanvay ile gidiyor, yani yürüyerek. Kader bu ya, kahramanımızın kapalı kutusunu açmak ister. Yolun ortasında giderken arabayı Olivia (Patricia Clarkson) kontrolü kaybedip üzerine sürüyor. Bunun bir kere daha tekrar etmesiyle bir şekilde ucundan muhabbet başlıyor, bir de aralarına bomboş bir mekanda Hot Dog satmaya çalışan Joe (Bobby Cannavale) katılıyor. Tanrı belki de bu insanları özellikle gönderiyor, çünkü Fin yaşadıklarından dolayı tanrıyla bile bağlantısını kesmiş.

Film ucundan bucağından bir cücenin psikolojisine giriyormuş gibi gösterse de, asıl amacı zor durumda kaldığımızda ve derdimiz olduğundan bunları paylaşacak bir arkadaşımızın olmasının çok önemli olduğunu anlatmak. Türlü türlü yalnızlıkları olan 3 doğru insanın birbirlerini bulduğunda yalnızlıklarını mükemmel bir şekilde yamaması. Ve gerçekten seni fiziksel özelliklerinden dolayı yargılamayan insanları bulduğunda kendini o insanlara rahatlıkla emanet edeceğini bilmenin verdiği rahatlık.

Hikaye neredeyse sadece bu 3 kişinin arasında geçiyor, tabi Fin’i temeline alarak. Thomas McCarthy‘nin mükemmel yönetimiyle film izlerken, ruhunuzun huzurla banyo yapmasını sağlıyor. Üzerlerinde sürekli yürüdükleri tren yollarını gördükten sonra benim de gecenin bir vakti yürüyesim geldi, evin yanında da aynı şekilde boş bir trenyolu vardı, metro yapımı sebebiyle. Gecenin sessizliğinde iki elim cebimde yürüdüm öylece ve sevgili yönetmene bir daha teşekkür ettim bana böyle mükemmel bir yapım sunduğu için. Tabi süper oyunculukları için diğer 3 kafadara da müteşekkir oldum bu durumda.

Kadim dostum sevgili Harun Aydın‘a da (Soyismini doğru hatırladım inşallah) bana bu filmi zamanında önerdiği için çok teşekkür ediyorum.