Arşiv: Temmuz, 2008

Repliktör : Goodfellas – Tommy DeVito

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

İzleyeli oldukça uzun zaman oldu, ve bu yüzden film hakkında pek çok şeyi bölük pörçük hatırlıyorum. Zaten her film zihnin dehlizlerinde bekletilir, bir süre sonra tazelenmeyince çıkarılması daha zor olan arşiv bölümüne taşınılır. Lakin Goodfellas, hikayelerini anlattığı adamlar sebebiyle beynime oldukça isyankar davranmıştı. Çoğu şey arşive taşınsa da filmin hakkında, Joe Pesci‘nin o fevri hareketleri asla gitmedi o kısma.

Henry Hill‘in gerçek hayat hikayesinden uyarlanan bu film, ana planda olması gerektiği üzere onu tutmaya çalışsa da Joe Pesci, Tommy DeVito rolüyle pek çok sekansta rol çalarak filmin tek Oscar’ını aldı. Onu bu şekilde Oscar’a götüren sebep şüphesiz üstün ve tatlı-sert oyunuydu. Mafyanın hiçbir şeye gülmeyen ağır abileri vardır, bilirsiniz. Tabi ki aslında bilmezsiniz ama film dünyasının bize kaktırdığı genel geçer mafya tipi budur. Aynı zamanda bu adamlar çok konuşmayı ve espri yapmayı da sevmezler. Yer yer güzel replikleri patlatırlar bittabi. Ama Kurtlar Vadisi’ndeki Google’dan “Güzel sözler” aramasıyla indirilmiş türdeki gülünç sözlerden değil. Daha önceden yazılmamış türden şeyler.

İşte Joe Pesci’nin oynadığı rolün riski ve seyir zevki de tam burada yatıyor. Ete kemiğe büründürdüğü Tommy DeVito karakteri tam anlamıyla çenesi düşük bir mafya elemanı. Olur olmaz her şey üzerine fütursuzca laflar edebiliyor, sonucunu düşünmeden. İnce ses tonu ve geyik anlatım tarzı sebebiyle de çevresindeki insanların (Tabi sadece mafya elemanlarının) oldukça güldüğü bir adam. Ama aslında DeVito çoğu zaman bi hikaye anlattığında, bunu insanlar gülsün diye anlatan bir adam değil. Bu sebeple de çoğu insanın dilinden anlamıyor. Espri yaptığında hiç gülmeyen o geleneksel Amerikan stand-upçıları gibi tıpkı. O şov adamlarına sürekli gülüyorsanız, bu adam konuşurken de sürekli somurtmanız lazım. Bu sefer de DeVito’nun akli dengesi bozuk bir karakter olduğunu düşünerek “Niye gülmüyorsun?” ya da Joker edasıyla “Why so serious?” diyip ağzınızı yırttığını görebiliriz. Kısacası bu tarz bir adamdan uzak durmak en güzel çözüm.

Birazdan aşağıda okuyacağınız sahne filmin en meşhur ve Joe Pesci’nin ortalığı dağıttığı (Dağıtmadığı sahne var mı ki?) sahnelerinden biri, hem esprisel (Kendisine göre komik değil tabi), hem de kafa göz anlamında. Yanına aldıkları çaylakla barda 3-5 kelam eden iyi ahbaplar, muhabbetin ilerlemesiyle birlikte yerini en iyi ahbap olan bizim Deli DeVito’ya bırakıyor. Anlattığı hikaye oldukça komik olmasına karşın, yanındaki çaylağın “Komiksin dostum” sözüyle birlikte yarı ağzını arar, yarı öldürecek şekilde çaylak Henry’ye sataşıyor. Tabi sonra bunun bir nevi polis zorlamasında ötme deneyi olduğundan bahsediyor. Repliklerini okurken gözümde bu denli iyi canlanan başka bir sahne hatırlamıyorum. Öyle ki, şu an karşıma Joe Pesci çıksa elim ayağıma dolanır, ne yapacağımı şaşırırım. Seversem öldürürler, sevmezsem öldüm tragedyası var ya, işte bu adam böyle birşey. (- Şey mi? – Yok abi öyle demek istememiştim, böyle bi efsane diyecektim)


Tommy: Secasus’taki banka işinde çok komik birşey oldu. Çimlerin üzerinde yatıyordum. Adam “Ne yapıyorsun?” dedi. “Dinleniyorum.” dedim. “Burada mı? Burası park değil, plaj da değil.” “Dinleniyorum!” dedim. Merkeze götürüp soru sormaya başladı. Bilirsiniz, şundan bundan. “Bize ne söyleyeceksin?” “Her zamanki gibi…Hiçbir şey” dedim. “Niye konuşayım?” Salaklar! “Hayır, bugün bana birşey söyleyeceksin” dedi. “İyi o halde söyleyeyim. Git ananı becer.” dedim… Sen dosyamı gördün Anthony, suratımı dağıttılar. Kendime gelince bir de kimi göreyim karşımda? Yine o serseri. “Şimdi bana ne söyleyeceksin?” dedi. Ben de dedim ki “Sen burada ne arıyorsun? Sana, git de ananı becer dememiş miydim?” dedim. Altına edecekti. Bam, güm, bam! Adi herifler! Bir kereliğine iri yarı biri olmak isterdim.
Henry: Çok komiksin… Gerçekten çok komiksin.
Tommy: Çok komiksin de ne demek?
Henry: Anlarsın ya, komik… Hikaye… Komik adamsın.
Tommy: Yani konuşma tarzım mı? Nedir?
Henry: Hiç canım bilirsin işte, komiksin. Yani hikayeyi anlatışın…
Tommy: Nasıl komik? Komik olan ne?
Anthony: Tommy, yanlış anladın.
Tommy: Bekle, bekle Anthony. O kocaman adam. Ne söylediğini bilir. Nasıl komik?
Henry: Bilirsin, yani… Komik adamsın.
Tommy: Şu işi açıklığa kavuşturalım. Belki de kafam basmıyordur. Nasıl komik oluyorum. Palyaço gibi miyim? Seni eğlendiriyor muyum? Seni güldürüyor muyum? Seni eğlendirmek için mi buradayım? Komikle ne demek istiyorsun? Nasıl komik oluyorum?
Henry: Bilirsin, hikayeyi anlatışın…
Tommy: Hayır, bilmiyorum. Sen söyledin. Ben ne bileyim? Komiksin diyen sendin. Nasıl oluyor da komik oluyorum? Benim nerem bu kadar komikmiş? Komik olan şey ne, söylesene!
Henry: (Birden gülmeye başlayarak) Hadi oradan Tommy.
Tommy: Aşağılık herif! Neredeyse kafalıyordum! Neredeyse. Kekeleyip durdu salak. Frankie, titriyor muydu? Bazen senin hakkında endişeleniyorum Henry. Sorgulamada ötebilrsin. (Herkes gülmektedir. Tommy’nin arkasında barın işletmecisi Sonny belirir.)
Tommy: Senin derdin ne yahu? Ben de enselendim sandım. Akbabalar gibi ensemde! Ne istiyorsun?
Sonny: Garson çocuk sana hesabı vermeye korkmuş. Şununla ilgilenir misin?
Tommy: > Sorun değil. Benim hesaba yazsınlar.
Sonny: Ben de bu konuda konuşmak istiyordum. Sadece bu değil ki, bana 7.000 papel borçlusun. 7.000 dolar, az para değil. Saygısızlık etmek istemem ama…
Tommy: Saygısızlık etmek istememen çok iyi Sonny. Dostlarımın önünde beni küçük düşürüyorsun. Sanki batakçıyım. (Sonny’yi kravatından yakalar.) Sonny sen salağın tekisin. Şimdiye kadar burada kaç para harcadığımızı…
Sonny: Böyle yapma…
Tommy: Ne demek istiyorsun böyle yapma diyerek! (Sonny’nin kafasına bir şişeyi geçirir ve tekmeleyip kovar. Herkes kahkahalarla gülmektedir.) Şu salağa inanabiliyor musunuz? Bunun komik olduğunu mu düşünüyorsunuz? Sen neye bakıyorsun be? Gerizekalı herif! Hesabı getirmek istemiyor musun? (Garsona da birşeyler fırlatır.) Şu salağa inanabiliyor musunuz? Bu işleri hesapta senin yapman gerekiyor.
Henry: Çok komik adamsın.
Tommy: Buraya kadar Henry! (Gülerek silahını çıkarır ve Henry’ye tutar.) Hâlâ gülmek istiyor musunuz? Bu herif çocuğunu vaftiz etmemi istedi. 7.000 dolarını aldım.
Henry: Gerçekten çok komiksin.
Tommy: Buraya kadar, buraya kadar!


Yazı bittiğinde “W.A.S.P. – Fistful of Diamonds” çalıyodu.

Kafana Ottururum : Super Mario War

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bu aralar, nedendir bilirim, dikkatimi hiçbir şeye tam anlamıyla odaklayamıyorum. Ne ile meşgul olursam olayım sürekli aklım bir başka işte kalıyor. Mesela bu aralar bilgisayar üzerinde e-ticaret olaylarıyla aşırı uğraştığımdan ötürü abonesi olduğum dergileri tam olarak okuyamadığım geliyor aklıma. Bişeyleri okumaktan mahrum kalmak cidden büyük bi ızdırap. Beynimi dağlasalar daha iyi. Akşama kadar mikrodalga sıcağının ortasında şu aletin başında debelenirken sürekli evde bitirmem gereken dergileri düşünüyorum. Aslında sanırsam bu tür şeyleri sorumluluk haline getirmek insana ayrı bi ızdırap haline geliyor. Zevk için yapılan şeyleri bu janra sokmak yedi ölümcül hatadan biri olmasa da öldürmeye ortam hazırlayan hatalardan biri diyebilirim. Gözdeki alerjiyi körüklüyormuş bilgisayar, tohtur bey öyle diyordu. İlk dediğinde içimden “Sktir lan eşşek doktoru” demiş olsam da zamanla Vehbi’nin kerrakesi benim yanıldığımı gösterdi. Gözler yana yakıla bir yerlere bakmamak için çırpınıyor, ama eziyet edip okuyorum. Sonuçta bir sonraki ayın 29 civarına kadar mühlet var. Dergi aboneliği de ayrı bi eziyetmiş, normal piyasaya iniş süresinden 2-3 gün önce elinizde oluyor. Bu sefer dergiyi okurken, blog geliyor aklıma. Sallıyorum, Profondo Rosso‘nun incelemesini okuyorum, aklıma başka bi konu geliyor, bu sefer bloga ne yazacağımı düşünmeye başlıyorum. Ama gözler bi yandan satırları tek tek geçiyor dergide. O anda kendimden öyle bi geçiyorum ki, ne dergiye ne de yazacağım yazıya odaklanabiliyorum. Elde blogla ilgili birkaç fikir kalıyor. Dergideki yazının sonuna geldiğimi görüyorum, lakin o yazıdan hatırladığım çok az yer var. Yüzüme gözüme su çarpıp, buzdolabından çıkardığım buz gibin alerji damlasını sıktıktan sonra, mühim olduğunu düşündüğüm için tekrar okuyorum. İnsan alışıyor tabi, nelere alışmıyor ki. Sadece belli periyotların üzerinde geçiş aşamalarının ağırlığını biraz hissetmek gerekiyor. Ondan sonra bütün işlerini o anki mevcut durumun rutinine uyduruyorsun. Zaten kolsuz bi adam oturup ayaklarıyla takır takır gitarda “Mary Jane’s Last Dance”i çalıp söyleyebiliyorsa böyle eften püften şeylere yakınmayıp, halimizden memnun olmamız lazım.

Dikkati toparlamam gerektiği zaman, bilgisayar başında çalışırken 5-10 dakikalık mola veriyorum. Önceden belleğin içinde hazır tuttuğum, kolay oynanımlı, aleti edevatı kasmayan oyunlar oluyor tabi. Makinede Half Life 2 Episode 1,2 ve buna benzer oyun dünyasının şaheserleri de yüklü. İş güç olmasa biz de biliyoruz bunları açıp oynamayı. Büyük bi iştahla kurduğum bu Orange Box pakedi arasından sadece Portal‘ı oynamıştım, o da kısa süreli olduğundan ötürü, bilgisayar başına bağlama gibi bir sorunu olmadığından. Oyun oynayan herkes bilir, Valve tarzı ekiplerin yaptığı büyük bütçeli oyunların başına oturduğunuzda saatlerce k.çınız koltuğa yapışır. Şimdi büyük bütçeli oyun diyince, bunun film dünyasıyla karşılaştırılmış bir örneği geldi aklıma. Hani çoğu zaman bağımsız, az miktarda parayla çekilen filmler çoğu Hollywood garabetini solda sıfır bırakır ya, acaba oyun dünyasında buna benzer durumlar yaşanıyor mu? Mesela bi İtalyan’ın 2-3 kişilik ekiple yaptığı bi oyun aynı şekilde kendine has kitlesini oluşturabiliyor mu? Her oyunun genel olarak ekran kartı satış piyasasını coşturma amacıyla yapıldığını düşünürsek bu pek mümkün gibi gözükmüyor.

Beyin kemirgenlerine daha fazla malzeme vermeden küçük oyunlar konusuna geri dönüyorum. Bence minik oyunlar, yarım saat sonra misafirinin gözünün içine gitsin diye bakan ev sahibi gibi olmalı. Oynayan adam, 10, bilemedin 30 dakika sonra sıkkınlığı hissedip otomatikman atmalı elinden. Zira öbür türlü haddini aşan bi oyun olduğu vakit, ufak oyun olmasının bi manası yok. Sonuçta bu tür oyunlar genelde patronundan kaçamaklar yapan, ara sıra sıkkınlık geçiren ofis insanları için yapılır. Öyle bir kaide olmasa da DİE DİE DİE my darling (Devlet İstatistik Enstitüsü) kurumuna versek buna benzer sonuçlar çıkabilirdi, tabi Tayyip’in ofis adamlarına karşı bi kini yoksa. Şayet öyle bişey varsa sonuçlarda ev hanımları bile zirvede çıkabilir. Çok pis istatistik oyanamaları yapar, Başbakanım diye demiyorum. Ama aynı zamanda bu büyümüş de küçülmüş oyunlar bi yandan da misafiri o an uğurluyor olmanın verdiği rahatlıkla “Bir daha bekleriz” diyen pişkin ev sahibi kadar da davetkar ve rahat olmalı. Sıkıldığımız mini oyun sürekli tekrar etse de bi şekilde puan yapmak, rekor geliştirmek için başına dönmeliyiz. Tabi ki ne olursa olsun, 30 kullanımı aşmaması gerektiğini düşünenlerdenim.

Super Mario War da üç aşağı beş yukarı bu tanımlamalara uyan türden. Mario dedim diye korkmayın, piyasada dolaşan, daha doğrusu sürünen diğer Mario klonları ve hacklerinden biri değil. Bu arada o hackler ne kadar komik oluyor. 1 in 1000000000 atari kasetlerini hazırlayan kişilerin hem sahtekar, hem de bir o kadar idealist ve dürüst oluşunun göstergesi. 60000000 tane Mario oyunu olsa bile hiçbiri birbirine benzemiyor. Ufak tefek faklılıklar oluyor illa. Mesela birinde Mario’un burnu daha büyük olurken, diğerinde gangster tipinde oluyor (Super Marlon). İtalyan Mario’ma da yakışır aslında. Gangster muslukçu. Bir diğerinde ise üstünde yürünen platformlar ya da gafanızı vurup altın çıkardığınız o sarı şeyler değişik oluyor. Bölüm hepsinde aynı. O kadar kusur kadı kızında da olur. Zaten hepiniz biliyorsunuz.

Bu oyunda konsept olarak Bros. adını verdiğimiz, pek çok kişinin Mario’nun soyadı olduğunu sandığı kardeşlik durumu, farklı bir konsepte dönüşüyor. Tosbağasıdır, kirpisidir, otu böceğidir bunların pek de bir önemi kalmıyor. Aslen tasarlayan adamlar kardeşi kardeşe kırdırmak amacıyla yapmış. Artık cephede sırt sırta s
avaşan, düşman, ittifak ayrımı yok. Luigi ile Mario’nun arası miras sorunu yüzünden birbirini bıçaklayan eşşek kadar kardeşlerden bile daha açık. Herkes bulduğunun kafasının üstüne zıplayıp, o meşhur “
lap” sesini çıkarmanın savaşında. Oyuna doğrudan girmek isterseniz savaşacağınız kişi standart olarak kadim kardeşiniz Luigi oluyor. “Sırf Luigi yetmez” ya da “Okey masasını dörtlemek istiyorum” derseniz toplamda 3 rakibe kadar, Donkey Kong‘dan tutun da Zelda‘ya kadar geniş bi yelpazede istediğiniz rakibi seçip, kumandayı bilgisayarın eline veriyorsunuz. Tabi ben en çok motosikletli adamı sevdim. O eski Türk filmlerinde elinde zincirle kadının etrafında dönen çakal motorcular gibi aynı. Daha sonra isterseniz tek harita seçip orada birbirinizi kırabilir veyahut turnuva seçip 7-8 maçta aldığınız puana göre zirveye çıkarsınız. 3 tane rakiple savaştığınızda oyun tam anlamıyla evlere şenlik oluyor. Bir rakibinizin tepesine hoplarken, bir de bakıyorsunuz 300 tonluk Donkey Kong kafanızın üstüne monte olmuş. G.tünden. Oyunun oynanırlık süresini uzatmak amacıyla pek çok mod eklemiş ekip. Süre limitli, öldürme limitli, bayrak taşıma, siyah yıldız, survival, tavuk ve bunun gibi sayamadığım pek çok eğlenceli mod var. Hepsini kesinlikle tek tek denemelisiniz. Bir de her haritada o kafanızla vurup içinden silah çıkardığınız soru işareti kutularından var. Kutunun içinden çıkan silahlar rakibinize karşı oldukça üstün duruma taşıyor sizi. Çekiç, ateş topu, tosbağa kabuğu, yıldız, bomba gibi bi yığın silah var. Yalnız rakibiniz de alırsa affetmiyor tabi. Alnınızın çatından çok iyi mıhlar kendisi. Ama ara sıra yapay zekasının sapıttığı da oluyor. O zaman vur ensesine, al lokmasını kıvamına geliyor.

Son derece canlı renkleriyle eğlenceli bölük pörçük onar dakikalık periyotlar sunan bu oyun, bana göre orjinal Mario serisinden sonra, tabi bi de karting var, en iyi oyunlardan biri. Sırf o motorcu karakterle kafaları ezmek için bile oynanabilir. Ayrıca bu oyunu alana yanında bir de kötü Mario klonu olarak ibreti alem olsun diye su pompalayarak uçma türünde devrim yapmış Super Mario Pac‘i veriyorum. 1.yi sevin, 2.den nefret edin. Duygu yoğunluğuna boğulun sevgili blog kemirgeni insan güruhları. Rise and Shine!

Download : Super Mario War

Kötü Mario Klonu Olarak İbret-i Alem Olsun Special Download : Mario Pac

Yazı bittiğinde “Glenn Hughes – First Underground Nuclear Kitchen” çalıyordu.

Alamaailman Vasarat – Kebab Tai Henki

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bundan hatırlamadığım ve esasında hatırlamak için efor sarfetmediğim bir zaman dilimi içerisinde Alamaailman Vasarat‘ı sitede tanıtırken, yazının içinde belki de farkedilmeyecek şekilde en güzel kliplerden birine link vermiştim. Çok geçiştirir gibi olmuştu ve aynı zamanda tam da Youtube’un düzenli kapanma anlarından birine denk gelmişti verdiğim link. Hayatta geriye dönüp baktığımda “Ulan, keşke öyle yapmasaydım. Öyle yapmasaydım da böyle yapsaydım. İyi orta gol getirirdi halbüse.” dediğim seyrek anların üzerimdeki kaval kemiklerimi parçalamak istercesine bünyeme yüklendiklerini gördüm. Penis naklinde de iyi bir dokuymuş, belki de o yüzden o kısmı tercih ettiler. Orta seviyeli bi klibi geçtim, iyi olsa yine dönüp bakmayacaktım arkama. Lakin klibin bu denli mükemmel ve bizden şeyler içeriyor olmasından ötürü katukulliye gelmesine göz yumamadım.

Televizyonunu sonrada açan arkadaşlar için kısaca torlamak toparlamak gerekirse Alamaailman Vasarat, Finlandiya‘nın topraklarından çıkmış avantgart enstrümental bir gruptur. Bi tabirin içine avantgart girdiği zaman o işe daha bi ilgiyle yaklaşmak lazım sevgili okurlar. Nitekim bu tür gruplar, sürekli yeni hazların, yeni deneyimlerin peşinde koşmaktadır. O kadar çok yenilikler, öncülükler üretirler ki, her seferinde yeni albümlerinde daha insan üstü performansa ulaşmaları beklenir. Ama Alamaailman Vasarat talebi her türlü karşılayabilen bir grup. Tabi ki talebi karşılamasını da sadece kendi çapında mühim bi kitleye ulaşmasına bağlayabiliriz. Yoksa bildiğiniz üzere çoğunluğa ulaşıldığı vakit, içinde “B.k atma kitlesi” olarak hitap ettiğimiz kitleye de ulaşılıyor. Yaklaşık 17 – 18 yaşındaki yeniyetmelerden oluşan bu kitle, sanki müzik konusunda skilmemiş bir tek kulaklarının arkası kalmışçasına meşhur gruplar hakkında boş boş atıp tutarlar. Eski ellilik altmışlık rockçılara sorsanız gıkları çıkmaz, ayıla bayıla dinlerler. Dinlediği müzikten bile bihaber olan bu genç güruhunun içinden bu ülkeyi sahiplenecek, çözümün bişeylere b.k atmak olmadığını anlayacak insanlar çıkacak mı acaba merak ediyorum. Ben bunu yaparım diyemiyorum. Liderlik vasfım da yoktur zaten. Ama birinin sahneye çıkma vakti yaklaşıyor.

Türklerin yemeğe bakış açısı pek çok ülkeye göre apayrıdır. Mesela bizde yapmacıktan bi yemek paylaşma isteği hareketi vardır. En güzel yemeklerin yapıldığı, böreklerin açıldığı zamanlarda illa ki çat kapı biri çıkagelir. Münasip bi yerinde koku sensörü varmışçasına, ama yeni doğmuş bi mahlukat kadar da çevresinden habersizcesine. Kapıda bi iki laklak yapma ayağına kendisini zorla içeri buyur ettirir. E, haliyle yediklerimizi görünce de mecburiyetten, kimimiz ağız kenarıyla, kimimiz de yüksek bir sesle “Buyur, al bir parça” der. Ama buradaki en önemli ortak payda, iki ses tonuyla da paylaşıma açılan insanın vicdan azabı çekmesidir. “İnşallah almaz Allah’ım, inşallah bir dilim fazladan yerim” isteği devridaim eder sürekli beyninde. Lakin aslında 2 taraf da bu teklifin reddedilmeyeceğini biliyordur. Taze açılmış bir börek teklifi, çoğu zaman Don Carleone’ninkilerden bile daha reddedilemeyesidir. Bu şekilde sürekli çok sevdiğimiz yemekleri bir parça eksik yeriz. Çünkü illa ki biri çıkagelir. Dikkat edin, bu adamlar hiçbir zaman siz kereviz yediğinizde eve gelmezler. Diyelim ki geldiler. O içinizdeki “Lütfen biri şu iğrenç yemeği yesin de ben bi gidip sucuklu yumurta yapıp bana bana yiyeyim.” dileğini gerçekleştirecek birini asla bulamazsınız. “Aa, kereviz mii? Ben de biraz önce aynısından yemiştim. Yememiş olsaydım gerçekten yerdim, sağolun. Bi de tıka basa dolu midem. Başka bişey olsaydı yine yiyemezdim.” İşte o anda Allah ne verdiyse, bütün zulayı masa altından çıkarıp gözünün önünde için sızlamadan hapır hupur yiyecen böreği. O denyolar da kötü gün komşusu olmayı öğrenene kadar zırnık yiyemeyecekler.

Bir Vasarat alametifarikası olan Kebab Tai Henki de aslında biz Türklerin bilinç altındaki bu yemek paylaşmama tutkusu üzerine giden bir film. Klibin adında da sınırlar son derece kesin çizgilerle çekilmiş: Kebap ya da ölüm! Savaş çanları çaldıran bir tabir. Ortada mevzubahis bir muharebe var, ama zihinsel anlamda. Tam bir sinir savaşı. Elinizdeki döneri, ya da herhangi lezzetli bir yiyeceği yerken, tanıdık çıkmasın da ucundan paylaşmak zorunda kalmayayım baskısının verdiği harabiyet.

Klibin başında karakteristik bıyığı ve saçıyla her halinden bir Osmanlı erkeği olduğu belli olan bir adam ve sonrasında mekanda raks eden bir dansöz gözüküyor. Dans pisti tam anlamıyla Türkler için hazırlanmış gibi. At – avrat – silah üçlememizi yeni bir boyutta birleştirerek adam – dansöz ve kebap yapıyorlar. Bol kepçe bi şekilde elleriyle döneri tabağına dolduran adamın, bir anda kaçmaya başlamasıyla birlikte müzik tavına geliyor ve film başlıyor. Absürd kahramanımız kendine klip boyunca sürekli saklanıp dönerini mideye indirecek zula arasa da, peşinden kovalayan, her delikten çıkan Alamaailman Vasarat elemanlarının çalgılarından kurtulamıyor. Bu bir müzik klibi olduğu için adam her enselendiği sekansta çalgılarla uyarılıyor. Çalgılarla sürekli birşeyler diyorlar adama. Muhtemelen “Ya kebabı verirsin, ya da dalağını deşer, bağırsaklarını aşağı dökeriz” türünde sözler bunlar. İyi niyetli olduklarını sanmıyorum. Her enselenme kısmında grubun elemanlarının yüz ifadesi de bunu anlatıyor açıkçası. Hele bir araba kovalamaca sahnesi var ki, ufacık araba giderken hala içinde müzikle adama seslenen Vasarat’ı görünce yüzünüzde güller açıyor.

Her anlamıyla bir ustanın elinden çıktığı belli olan bu klipten bir kısa filmden aldığınız tadın aynısını alıyorsunuz. Tabi ki bu bir tesadüf değil. Grubun ince eleyip, sık dokumasının ve yönetimi iyi kişilerin eline vermesinin sonucu. Aynı zamanda jeneriği gördüğünüzde de bu savı bir kez daha doğruluyorsunuz. Yemek ve eğlence kültürümüze bu güzel göndermeler, süper bir müzik, harikulade bir yönetim. Bu birleşen etkenlerin hepsi bu klibin defalarca izlenmesini sağlıyor bizim için. Bir de “Çanına ot tıkama” tabirinin daha ileri jenerasyonu olan “Trombonuna döner tıkama” eyleminin tatbikini görmek, klibi unutulmazlar arasına sokuyor. Sonuçta bi daha ne zaman bir Finlinin ya da başka bir ırkın insanının gözünden birinin trombonuna döner sokabilirsiniz ki?

İbretli Bir Hadise

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Geçen günlerde umutsuzluk ve dinsizlik içinde tünelin sonundaki ışığı ararken kapım çaldı. Çok da büyük beklentilerim yoktu aslında gece vakti. Bir sürpriz yumurta sadece, iyi ya da kötü. Yolumu bi şekilde belirleyecek türden. Ya niyeti bozduran, nereden sipariş edildiği belirsiz bir eskort kız, veyahut da elinde Kuran’la beni cemaatin yanına çağıran nur yüzlü bir imam. Tabi örnekler çoğalabilir. Yeter ki, “Olum ben ne yapacağımı bilmiyordum, sana geleyim, bişeyler yaparız dedim.” diye gelen, bana pozitif ya da negatif hiçbir etkisi olmayan bir arkadaş olmasın. “Gidip, ne kadar dükkan varsa camını indirelim” isteğine bile razı olurum. Görüldüğü üzere gece vakti bi kapı açılmadan önce bu boşluğa düşmüş adam klişelerinin dibine vuruluyor da 1 dakikada, ağzını yüzünü döve döve dağıtacak bir adam olacağı düşünülmüyor. Ulu Bilge Dandoldenyus çıkacak değil ya, bizim bir tanıdık fırıncı metalcimiz var, o geldi. Hayırsızlık da bir şekilde bir hayıra vesile oluyormuş sevgili okurlar. Judas Priest isimli kendini tanrı ilan eden münafık ve Allah’a şirk koşan dejenere grubun konserine gidecekmiş, kötü niyetlerine alet etmek için benim sırt çantamı istedi. “Dinden, imandan çıkacağım” diye ısrarlı ama peşinde beni de cehennem kuyusuna atmak istiyor. İçinde şeytani bir ateşle yanan bu adamın suratını gece vakti daha fazla görmemek için sırt çantamda ne varsa boşalttım, kapının önüne götürüyordum, lakin ne göreyim. Şeytan ruhlu bu münafık insan, evimizin en çok kullanılan tarağını almış, ona da bereketsizlik bulaştırıyor. O upuzun, cinsiyetini erkekten ayıran saçlarını sala sala tarıyor. Müminin malına saygı da kalmamış. Kırklasan çıkmaz. Verdim çantayı eline, “Yürü git Allah düşmanı adam, senden geçmiş artık, git kendi sahte tanrına tapın ve beni bir daha rahatsız eyleme” dedim.

Bu hayırsızlığa karşı duyduğum öfkeyle bir şekilde yolumun hayırlı işlere doğru yöneleceğini düşünüp sevinmeye başlamıştım. Çantamdan çıkan bir yığın kitaba ufaktan göz gezdirirken ufak, kırmızı ve her halinden içinin dolu dolu olduğuna dair bir ağırlık taşıyan ilk göz ağrılarımdan, Said Nursi‘nin Gençlik Rehberi isimli kitabı gördüm. Hoca Efendi’mizin nur yüzlülüğünün 2 katını bünyesinde barındıran Said hocamıza bundan sonra Duble Hoca Efendi demek istiyorum. Tarikat zamanlarından kalma bu güzide, yaldızlı kitabın kapağını çevirdiğimde arkadaştan “Dediğimi yap, yaptığımı yapma” şeklinde bir not gördüm. İnsanı tehlikeden uzak tutmaya meyilli bir cümle. İçki bataklarından tarikat sayesinde arınmış bir kişiydi kendisi, bu uyarısı da o yüzdendir. “Peki ben? Ben bu gençlik rehberiyle büyüdüm de, nasıl bu şekilde kötülüğün yolunu gözleyebilen bir meymenetsiz oldum?” diye sordum kendime. Biraz çeki düzen vermem gerekiyordu ve gece itibariyle kitabı okumaya başladım.

Okurken pek çok noktada irkildim, çevremizdeki çoğu kişinin münafık olduğunu ve sadece bizi kötü yola düşürmek için uğraş verdiğini farkettim. Lakin bölümler içinde öylesine bir bölüm vardı ki, siz mümin blogcu kardeşlerimle paylaşmadan edemiyorum. Şu ufak alıntıyı benimle birlikte okursanız, içimde sizi de kötü yollardan çevirmenin verdiği huzur ve takva puanları olacak:

Bir zaman Eskişehir Hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Karşısında bulunan lise mektebinin büyük kızları onun avlusunda gülerek raks ederken, onları, o dünya cennetinde Cehennem hurileri hükmünde gördüm. Fakat, birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri, elim ağlamaları suretini aldı; ondan, bu gelen hakikat inkişaf etti. Yani, elli sene sonraki hallerini manevi ve hayali bir sinema ile gördüm ki, o gülen altmış kızdan ellisi, kabirde azap çekiyorlar; toprak olmuşlar. Ve on tanesi, yetmiş yaşında, çirkinleşmiş, herkesin nazar-ı nefretini celp ediyorlar. Ben de onlara ağladım.

Fitne-i ahirzamanın mahiyeti bana göründü ki, o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selb edip, pervane gibi, sefhat ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bakiyeye tercih ettiriyor.


Duble hoca efendimiz bu ruhu şeytanlık dolu, sürekli bir yerleri oynayan karşı cinsiyetle ilgili ne de güzel konuşmuş. Hüngür hüngür ağladım gece vakti. Böyle güzide hocalarımızın neden böyle sürgün hayatlarıyla debelendiğini, neden Nazım Hikmet gibi bir kafirle eşit kefeye koyulduğunu düşündüm. Hoca Efendimizi çok incittiler sevgili okurlar. Koskoca Amerika’larda ülke hasretiyle yanıp tutuşan Hoca Efendimiz ızdırap çekerken, bizim burada yaşadığımız hayat hayat mıdır, sorarım size.

Ama bir yandan da Duble Hoca Efendimiz için çok sevindim. İşler iyice çığrından çıkmadan önce vefat eylemiş. Yıllardan 1960. Sadece Lise camında kendi kendine gülen, sohbet eden şeytan yürekli, suratlarından tiksinilesi bu kızlardan böyle nefret ettiğine göre, 70′lerdeki seks, drugs & rock’n roll furyasına denk gelse kim bilir ne yapardı. Muhtemelen kahrından çarçabuk ölürdü yine, böyle kirli bir dünyada yaşamamak için. Düşünsenize ey müminler. Şeytan müziği eşliğinde uyuşturucu içerken bir yandan da hayvanlar gibi meşk eylemekteydi bu insanlar. Tek eşlilik hak getire, tuttuklarını götürüyorlardı o kafayla. “Allah ıslah etsin” dedik lakin yine faide etmedi. Hayat modernleşti, ama insanların ruhu çürüdü. Hala kadınlarımız gülüyor, arkadaşlarıyla gülerek sohbet ediyorlar. Gelinlik kızlarımız, kadınlarımız hala güzel bir müzik duyduğunda dans ediyorlar. Ama ömrüm yeter de bu ucubeleri görebilirsem, hiç şüphesiz ki bu insanlar da 50-60 yaşlarında iğrenç yaratıklara dönüşecekler. Neşeli olunca genç kalacaklarını, o günahkar dizi Sex and the City‘deki gibi mahlukatlara dönüşeceklerini sanıyorlar ama bunlar sadece bir hayalden ibaret. Duble Hoca’mızın bu ibret verici öyküsünü bütün kadınların okumasını ve ayaklarını denk almalarını istemekten başka birşey gelmiyor elimden ne yazık ki. Yoksa elimdeki Zippo ile hepsini ateşe verirdim elimde olsa.

Aynı gün, belki inanmayacaksınız ama, kitabı ilk açtığımda, içinden “Mastürbatörle Savaş Derneği”nin broşürü çıktı. Ha bi de yazı bittiğinde zındık grup Uriah Heep çalıyordu.

Tahammül Limit Göstergeli T-shirt

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Sürekli şehir şebekesi elektriği taşırcasına 220 Volt elektrikle ortalıkta dolaşan, en ufak sorunsala bile delirip, sağında solunda kırmadık eşya bırakmayan adamlara şaşırırdım “Nasıl bu denli gergin olabiliyor?” ya da “Nasıl du denli ergin olabiliyor?” diye. Yani 30 yaşındaki adam ergenlik yüzünden de kudurmuş olmaz ya, vardır kafada bi conta eksikliği. Ya da platini (Michel Platini?) meme yapmış olabilir. En kötüsü de hem ergen olup, hem de kafadan kontak olmak (Gergin ergin) sanırım. Son bahsettiğim grup her ne olursa olsun, daimi dozerleri ihtiva eder. Öfkelerinden ya da tenasül organlarından aldıkları, Şokella’nın bile dolduramayacağı enginlikte enerjiyle önüne geleni devirebilirler. Zayıf, şişman ayrımı hiç olmaz sinirli sınıfında. Bi adam zayıfsa, açlıktan dolayı zaten daha öfkelidir ve bundan ötürü de daha göçertici/çökertici olacaktır. Bu noktada da uzun eşşeklerin yıkıcı adamlarının 250 tonluk dozerler olmalarının tamamen taktiksel bir yanılgı olduğunu söyleyebilirim. Öfkenin kantarı gerçekten farklı kurallara göre ağır basar. Önüne gelen herşeyi homini gırtlak mertebesinde cukkaiyete tabi tutan bir şişmanın mutluluğu her zaman ağırlığını keser. Mutluluktan havada uçmak tabiri gerçekten de boş bir tabir değildir çünkü. Bu kavramın helyum olup, havalarda uçurduğunu düşünürsek, öfke de mafyaların borcunu ödemeyen haraçzedelerinin ayaklarına bağlayıp adamla birlikte attığı içi betonla doldurulmuş tam yağlı Ezine peyniri tenekeleridir. Bu da mental olarak öldürecekleri insanı ferahlatma, akabinde de şaşırtarak ağzı açık öldürme üzerine bir çalışmasıdır mafyanın. Tenekenin üstünde “Azami 10 kilo” yazdığını gören kurban, o anki heyecanıyla, oradaki yazının kutuyu kaplayan peynire göre hesaplandığını asla düşünmez. Nitekim denize doğru salındığında da ayaklarını kopartacakmışçasına çekenin peynir değil, beton olduğunu anlar ve son anları gözünün önünden film şeridi gibi geçmesi yerine, aynı desiyi kaplayan betonun ne kadar ağır olduğunu düşünür. Bi de “Aaabi 50 metreden boğaza atlayınca beton etkisi yapıyormuş” geyiği gelir aklına. Son nefesini verirken de “Ama olsun lan, onda kurtulma ihtimali var yine de” diyerek iç çeker. İç çektiği için de son nefesini bi dahaki hamlede verir.

Neticede sinirli biri değilim. Aslında mutlu ya da geyik bi adam da değilim. Çoğu kişiye selam verip gülümsesem de, bir o kadar selam verdiğime de arkasından belli bi vasfından nefret ettiğimden ötürü küfrederim. Özellikle küfrettiğim yegane bi insan tipi varsa onlar da gazcı dediğimiz adamlardır. Bu adamları farketmesi pek zor değil aslında. İlk önce çevrenizde sürekli palavralar sıkan, hiç kimsenin sklemediği bi adam bulun. Bu adam tiplerinden oldukça fazla zaten, pek de zorlanmazsınız. Daha sonra bu adamı 2-3 kişilik muhabbet sırasında dışarıdan gözlemleyin. Dışarıdan diyorum ama, yanına yaklaştığınız an sizi de gaz menziline alacaktır. Hiç kimsenin sklemediği bu adam, öyle bi adamdır ki ne olursa olsun yanındaki herkesi belli zayıf noktalarından yakalar ve diğer bi insana karşı gazlar. “Aaa senin oğlun küpe mi takıyooor? Ben var ya öyle oğlum olacak copu ısıtır g.tüne sokarım.” Yanındaki adam bi transa geçer, gözler löngür löngür döner. O hiç bi sözüne inanmadığı boş adam bile kolayca telkin edebilir onu geri kafalılık konusunda. Zaten geri kafalılığa meyilli ve insanların görüşüne karşıt olduğu için olta ona kaçınılmazdır. Belindeki beylik kemerini çıkarıp, şaklata şaklata oğlunun üzerinde patlatmak için eve koşturur işi gücü bırakıp. Ama bilmiyordur ki o gaz veren şerefsizin oğlu da aynı naneleri yiyor ve umrunda bile değil. Bu adamlar her ne kadar boş adamlar olsalar da kendilerini bir şekilde dinletirler anlayacağınız. Ayrıca çok da kişiye zararı dokunur. Haşere gibidir, bulunduğu yerde ezilmesi elzemdir.

2. tip olarak da gün boyunca sağındaki, solundaki insanları izleyen ve her birinin kişiliğiyle ilgili yorumlar yapmaktan kaçınmayan g.t oğlanları vardır. Sanayinin içinde bizim ofiste çalışıyorum ve sürekli arkamdan bi fısıltı geliyor dışarı çıktığımda: “Lan Hüso, sataniste bak lan.” “Tipini, doğurduğu atasını soyunu sopunu s.ktiğiminin çocuğu, şu giyime bak. Şu saça sakala bak, bu geceleri ayine de çıkıyordur.” Bi de belli bir kesimin her yaptığından haberi olan ve herkesle enseye tokat, g.te parmak olduğunu sanan çaycılar vardır: “Satanist misin sen?” “Kedi kesiyor musun?” Bu şuursuz cümlelerin ardından çaycının cüretinden cüret kapan yanındaki cibiliyetsizler de geyiği devam ettirir. Zira fitil ateşlenmiştir: “Yok lan olur mu, şunun tipine bak, bu adamdan aşağısını kesmiyordur. Hehee hehe ehe.” Ne mutlu ki, böyle moronların benim hakkımda ne dedikleri pek de umrumda olmaz.

Eminim ki şöyle bi durumda dinden imandan fırlayıp, bambaşka bi insan formuna dönen, elindeki baltayla bunun gibi geri kafalıları doğrayan pek çok adam vardır. 3-5 beyinsizin toplanıp çıkardığı gazetelerimizde “Baltalı satanist dehşeti! Elinde baltayla gezen bu gizemli satanisti kim yakalayacak!” şeklinde haberleri bolca görüyorsunuzdur. Halbuki o elinde baltayla gezen adamı dinden imandan çıkaran tek şey bu anlayışsız toplum hayatı. Yaptığı iş de aslında vatana millete hayırlı bi iş. Bu heriflerden ne kadar çok azalırsa o kadar iyi. Biraz Nazi mantığına kaçıyor ama bizim aradığımız mükemmel ırk değil, aradaki fark önemli. Sadece başkalarının hayatına karışmayan, önündeki işine bakıp, laklak yapmayan adamlar aradıklarımız.

Bu adamların baltayla katledildiğine üzülmem de, kendi işinde gücünde hayatını sürdürürken mahalle baskısına dayanamayıp, baltayı kuşanıp, laklakçı ve gazcı adamları liğme liğme edip, gençliğinin baharında hapise düşen suçsuz gence üzülürüm. Yaptığı hareket her ne kadar şehir anahtarı hediye edilecek kadar sevap da olsa, hapiste uzun yıllar sürdürecektir yasalara göre. Böyle insanların başı yanmasın diye de yeni bir proje geliştirdim.

Konsept, özellikle bu dangalak insanların sürekli giyiminize baktığından yola çıkılarak t-shirt üstüne kuruldu. Led ışık göstergesi ve ufak bir pille çalışan alıcıyla tasarlanan ufak devre aslında bu, lakin işlevi yüksek. “Karşındakinin Yaşam Limitini Gösteren T-shirt” adını koyduğumuz bu t-shirt adından da anlaşılacağı gibi, karşınızdaki insanlara, elinize ne zaman baltayı alıp katliam yapabileceğinizi gösterip, önceden hazırlıkl
ı olmalarını sağlayan bir sistem. Toplum standartlarından az da olsa farklı olan gencin önceden yapması gereken sadece birkaç ufak işlem var. Öncelikle
tahammül edilemeyen kelimelerin belirlenmesi lazım, ki bu kişiden kişiye değişir. Alette standart olarak en çok dalga malzemesi olarak kullanılan kel, göbekli, şişman rambo, kıllı, ayı, sığır gibi kelimeler olsa da, ürünün kumandasıyla bunları kolayca değiştirebilirsiniz. Mesela benimki gibi ithamlara maruz kalıyorsanız, kelimeleriniz satanist, kedi kesen, at s.ken, şeytana tapan, allahsız, .pne gibi öbekler olacaktır. Şayet aşırı derecede Cumhuriyetçi iseniz şeriatçı, radikal islamcı, Tayyip, Abdullah Gül, Fethullah Gülen, İslam Cumhuriyeti, türbanlı, haşemalı ve bunun gibi programlamanız gereken bir yığın kelime olacak.

Lakin göstergede asıl önemli olan nokta, her hakaretin göstergenin ibresini aynı şekilde oynatmaması. Her kelimenin sinirinize verdiği tahribat seviyesini de veritabanına giriyorsunuz. Bir Cumhuriyetçi olarak Fethullah Gülen, İslam Cumhuriyeti, Tayyip ve Türbanlı kelimeleri en yüksek sinir tahribatına yol açarken, Abdullah Gül, şeriatçı, radikal islamcı orta seviye, Haşemalı kelimesi ise düşük seviyede ibre düşmesine sebep olacak. Eş zamanlı öfke göstergesi diye buna derim.

Eğer etrafınızı dört bir yanınızdan kuşatmadılarsa yarım saatte bir, gösterge ufak da olsa pozitif yöne doğru ilerleyecek. İnsanların size karşı davranışlarına göre verebileceğiniz tepkileri de simgesel olarak grafiğin yanında dört bölgede gösterebilirsiniz. Kalpten tutun da, elektirikli testereye kadar 500 alternatifiniz var. T-shirt’ün üstündeki göstergeyi bir nevi karşıdakinin can sınırı gibi görebiliriz. Her oyunda olduğu gibi 100 can puanıyla başlayan gösterge, karşıdakinin kelimelerine göre gitgide azalacaktır. Ürünümüz “Devlet haklılık güvencesi“ne sahip olduğundan ötürü, ibre sıfırlandığı zaman karşınızdakini öldürmeniz durumunda 10/10 haklı olacağınız için hiçbir cezai işleme maruz kalmayacaksınız. Tabi gerçekten hak eden kişinin öldürülmesi için kanıt gerektiğinden ötürü, t-shirtün önüne bir adet de görünmez fotoğraf makinesi koydum. Tam delirme anınızda screenshotı yakalasın diye.

Proje olarak, yaşlı ve anlayışsız bunaklar tarafından çürümeye zorlanan gençliğimizi kurtaracak türden bir konsept çalışma yapmak istedim. Şu an için geliştirme aşamasında. Yeni özellikler eklenerek, tam kapsamlı bir uyarı materyali olabileceğini umuyorum. Gerçekten ürünün bittiği ve gençlerimizin giymeye başladığı an, işte o vakit, Nazım Hikmet’in dediği gibi motorları maviliklere sürebileceğiz. Hatta maviliklere sürmeyi bırakın, bu molozların üzerine bile sürebiliriz, A2 ehliyeti dahil, cezai ehliyet hariç.

Yazı bittiğinde “The Allman Brothers Band – In Memory of Elizabeth Reed” çalıyordu.