‘ Sinema ’ Mevzubahis Arşivi

Werner Herzog ve Klaus Kinski

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

“Deli deliyi dakikada bulur.” diye boşuna demiyorlar sanırım.Alman sinemasının önemli yönetmenlerinden Werner Herzog‘un manyak ötesi bi adam olduğu su götürmez gerçek.Kaç tane manyak zihinsel özürlü bir oyuncuyu sinema yıldızı yapmaya çalışır ya da bir filmi için 10.000 tane fareyi tek tek elle beyaza boyatır?Hadi Fatih Sultan Mehmet çok önemli ihtiyaçtan yağlı kazıktan taşıtmış su araçlarını.Ya bu manyağa ne demeli?350 tonluk gemiyi film seti için dağın üstünden geçirtmeye çalışmış.Manyak olduğunu her daim kabul etmiş.Ben de onun gibi sinemanın manyak işi olduğuna inananlardanım.Bu yüzden iyi ki yönetmen olduğunu düşünüyorum.Böyle bir manyak başka bir meslek yapsa kim bilir kendine ve etrafa ne zararlar verirdi?Keza Klaus Kinski de öyle.Bir manyağın yanından diğeri eksik olmaz ya,bunlarınki de o hesap.Nosferatu’nun yandan yemişi Kinski’nin setlerde çıkardığı huzursuzluklar,terketmeleri ve yönetmenlerle anlaşamama durumları bir efsanedir.Çivi çiviyi söker kardeşim,verin bu iki manyağı birbirine.Haaah.Werzog Klaus’u pek çok filmde oynatmaya uğraşmış.Ne uğraş ama!Film çekimleri sırasında birbirlerine ciddi ciddi silah çekermiş bu ikili.Zira Klaus sürekli bunalıp,seti terketmek istiyormuş.Döve döve de olsa filmi tamamlıyormuş Herzog.Şimdiki gibi oyuncu-yönetmen hürmeti hak getire.Geçen No Country For Old Men‘in yapım aşamasını okuyordum.Oyuncular hep Coen Kardeşler‘den çok tırstığını belirtiyordu.Arada bi mesafe var yani.Ama hangisi daha iyi derseniz,araya silah girmeme şartı ile biraz daha enseye tokat g.te parmak olunabileceğini düşünüyorum.Yukarıdaki resim de yine her zamanki set anlaşmazlıklarından birinde çekilmiş.Klaus’u bırak gece,gündüz görsem korkarım.Nasıl bi hiddetle atlamış adamın üstüne öyle.Unutmadan,bu ikilinin kanlı bıçaklı dostluk-düşmanlık karışımı ilişkisine uzun metrajda tanık olmak isterseniz sizi Mein Liebster Feind (Sevgili Can Düşmanım) filmine alayım.

KINSKI’YE GÜZELLEME

Gündüzü yarıp geçen
Kapkara bir karanlık gibidir Kinski
Ne vakit sette bana tetik çekse
Derim ki : “Beyimdir,düğer de sever de”
Ama ne yalan söyliyim
Tipin de g.tüme benziyo be Kinski

Deli Profesör

Yazı bittiğinde “Automatic – Monster” çalıyordu.

Det Sjunde Inseglet (1957)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör


Takva filminde iyiyle kötüyü sorgulamaktan yorulan Muharrem‘in kafayı yemesine ramak kalmışken şu cümleler okunuyordu arka planında : “Yalnızdım./Seni düşündüm./Seni düşündüm./Yalnızım.” Tasavvufu tam anlamıyla anlatabilen yegane cümlelerdir bunlar.Aynı bu sorgulamadan ibarettir hayatımız.Tabi bişeylere inananlardan bahsediyorum.Sadece Tanrı ile sınırlandırmasak da olur.Birine karşı aşk ya da diğer manevi duygular.Sürekli hayatımız boyunca inandığımız kavramları bu şekilde sorgularız.Yanıt aldığımız çok nadir olur,ama yine sorgulamamız bitmez.

Bazıları pek çoğumuz gibi daha yüzeysel takılırken,yönetmenler aleminden geçen yaz kaybettiğimiz bir üstad,Ingmar Bergman,kendi çağını aşırı derecede aşacak şekilde bu sorgulamaları yapıyordu.Anlatım kuvveti o kadar güçlü bir insandı ki,herhangi bir filmini izleyen insanların bişeyleri sorgulaması kaçınılmazdı.Zaten hayatın anlamı da tadı da o zaman çıkmaz mı?”Bu ne?” diye sormak gerekir,senelerce onun ne olduğunu tahmin etmek yerine.

Det Sjunde Inseglet (The Seventh Seal – Yedinci Mühür) yönetmenin sorgulamasının ve soru işaretlerinin tavan yaptığı bir başyapıttır adeta.Kendi sorularını karakterlerin üzerine yükler.Haçlı seferlerinden dönen bir şövalye ve yanındaki seyisi üzerine.Şövalye inanç boşluğu içerisinde ve kafası pek çok soru işaretleriyle dolu.Sordukça sorar,insanların içine düğümler ekler.Yanındaki seyis ise Tanrıdan çoktan vazgeçmiştir.Kendi düşüncesi etrafında yanıtlar şövalyeyi.Dönüş sırasında bir an şövalye bir sahil kenarında Ölüm‘le yüzleşirken bulur kendisini.Ingmar Bergman’ın metaforik anlatımının zirve noktasıdır burası.Şövalyenin de hayata anlam katmasının yeni bir parçası.Ölüm’e bir satranç maçı teklif eder şövalye.Kazanırsa yaşayacak,kaybederse ölecektir.Oyuna başlarlar ve maç arasında çeşitli sorgulamalar ve plan değişimleriyle ilerler film.

Vebanın Tanrının insanlara bir cezası olduğunu düşünen hastalıklı toplulukların birbirlerini zincirlerle dövmesi,salgın kaynağı olarak düşünülen kızın öldürülmesi gibi pek çok çarpıcı sahnesi vardır.Hikayenin diğer tarafına yerleştirdikleri tiyatrocu aile ile bir yandan da metaforunu devam ettirir Bergman.Hepsinin yolları kesişecektir ileride. Film zekice hazırlanmış diyalogları ve insanın beyninde ağrılara sebep olan aşk,din,ölüm ve tanrı üzerine sorgulamalarıyla mükemmel bir seyirlik.O kadar derin bir anlatım yapısı var ki,bazı anlara o kadar çeşitli anlamlar yükleyebilirsiniz ki,bu sebepten dolayı filmi birkaç kere izlemeniz gerekebilir gerçekten anlayabilmek için.Bengt Ekerot,çıkardığı Ölüm karakteriyle beni benden alıyor,yarı mizahi,yarı ciddi tablosuyla.Max Von Sydow ve Gunnar Björnstrand mükemmel bir şövalye ve yardımcısı ikilisi sergileyerek Bergman’ın sorgulamalarının ve cevaplarının hakkını sonuna kadar veriyorlar.

Şimdi mi izlersiniz,yoksa 60 yaşında ölüme yaklaştığınızda mı bilmiyorum ama kesinlikle ölmeden önce izleyip,çok önemli mesajları çıkarmanız gerekiyor.Google Adsense reklamlarında yazdığı gibi “Bi Tanrı Var Mı?” diye yazmakla bitmiyor iş.Gerçekten doğru şeyler üstüne yönelmek gerekiyor.Bergman bunu başardığı için mezarında büyük ihtimalle çok huzurlu bir şekilde uyuyordur.Eğer varsa,diğer tarafta onu şeytanların bile alkışladığına eminim.Gördünüz mü?Artık sinemayı sevmek için bir sebebiniz daha var!

(Niye delirdim sanıyorsunuz?Sorgulamaktan.)

Buono,il brutto,il cattivo (1966)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Babamın pazar günü Trt‘de (aka title – tırt),onun haricinde MGM‘de çıkan,konulu veya konusuz (bu konulu konusuz seçeneği zaten bi pornoda var,bi de westernde) her türlü western filmini izlemesinden dolayı içimde westerne karşı hep bi tiksinçlik duygusu taşımışımdır.Zamanında acayip bi seri üretim tadında gitmiş adamlar da.Eline iki silah verip,çölümsü mekanlara götürdükleri adamlarla üçer beşer western çekmişler.Bu yüzdendir ki,çoğu westernin konusu diğerlerinin klonları gibidir.Şimdi Trt’deki westernlere laf ettim diye sanmayın ki Trt güzel westernler de yayınlamıyor.Arada sırada en kralını da yayınlıyorlar,lakin babam iyi ya da kötü olmasına bakmadan hepsini izliyor.Ooo,John Wayne.

“Bi western eydür benden içerü” demiş zamanında üstad.Doğru demiş,doğru düşünmüş.Kafasındaki en ideal westerni tasarlarken eminim ki The Good,The Bad and the Ugly gibi bişey tasarlamıştır.Geçenlerde western filmlerine karşı olan önyargımı kırmak için bu filmi izlemeye karar verdim.İyi ki de vermişim.

Film 3 adamın para tutkusu üzerine kurulu.”Her westernde böyle zaten lan.” diyebilirsiniz.Ama bu filmi diğerlerinden farklı kılan yegane şey,anlatım tarzı ve filmin izlediği yollar.Oyunculuklara zaten bişey diyemiyorum.Ağzım bi karış açık izledim.Kadim dost mu,yoksa birbirinin sırtını bıçaklamaya çalışan iki insan mı,belli olmayan Tuco – The Ugly (Eli Wallach) ve Blondie’nin – The Good (Clint Eastwood) 200.000 dolara ulaşmak için harcadıkları çabalara ve bi yandan da birbirlerine attıkları madiklere tanık oluyoruz film boyunca.Bir de kötümüz Angel Eyes – The Ugly (Lee Van Cleef) var ki,dillere destan.Tam bir idealist kiralık katil diyebiliriz onun için.Leone,filmin başlangıcında onun da ne kadar tehlikeli ve gözü kara bir adam olduğunun göstererek,paranın yollarının zorlu olduğunu gösteriyor bizlere.

Bu filmi,diğer westernlerden ayıran en büyük özellik,tam olarak ciddi bir çizgiyi takip etmemesi.Yeri geldiğinde mizahı da kullanıyorlar.Özellikle süvarilerle karşılaştıkları sahnede gülmekten çatladım.Bunun gibi,filmin 3-5 yerine espriler çok güzel bir şekilde yerleştirilmiş ve bu espriler seyirciyi işin ciddiyetinden ziyade asıl gitmesi gereken yere,çekişmenin eğlenceli yanına götürüyor.Sergio Leone’nin çekim planlarına ve anlatım tarzına ise diyecek birşey yok.Özellikle kovboyların yüz ifadelerine çok önem verdiği aşikar.Her filme gider mi bilmiyorum ama bu filmde mükemmel bi şekilde duruyor bu yakın planlar.Leone’nin eşsiz anlatım tarzından olsa gerek.Zaten dünyada bu yakın planın patenti Leone’ye ait gibi bişeydir.Öyle ki,Tarantino çekim sırasında yakın plan istediğinde,görüntü yönetmenine “Bana bir Leone yap.” der.Öyle özdeşleşmiştir anlayacağınız.

Amerika’yı yüceltmeyen nadir westernlerdendir.İnsanların salak bir köprü için bile binlerce kan dökeceğinin en önemli simgelerindendir.3 saat bir film için uzun bir süre gibi gelebilir.Ama Leone bu 3 saatin içinde o kadar çok konuya değiniyor,o kadar çok gönderme yapıyor ki,bir 3 saat daha olsa anlatılacakların yeteceğini sanmam.

Du bi dakka,müziklere değinmedim.Gerçi neyine değineyim,Ennio Morricone demek yeter bu olaylarda.Ötesini anlatsak da nafile.Bir westerne daha iyi bi müzik oturtabilen varsa,neyim var neyim yok ona verecem.Benim gibi piyasa malı westernlere vık vık öteceğinize oturun şu filmi izleyin.Bundan sonra daha farklı gözle bakacağınıza eminim Trt pazarlarına.(Buzcevheri hocam elden geldiği kadar bahsettim,yanlış bişey yazdıysak affola.Sen varken bana yazmak düşmezdi bunu aslında :D )

Yazı bittiğinde “The Chuck Norris Experiment – Bastards” çalıyordu.

Stranger Than Fiction (2006)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Hayatımız ne kadar monoton olsa bile onu özel göstermeye çalışır bazılarımız.Giriştiği en büyük atraksiyon diş fırçalamak olan adamların bazıları bile hayatının masal,roman gibi olduğunu düşünür.Ya da onun fantezisini kurar.Tanrının yönettiğinden biraz daha farklı bir fantezidir bu.İpler yine birisinin elinde,ama bu sefer bir roman yazarının.Herkesin hikayesini bir yazarın yazması gibi,bu hayatı bir kurgu,bir mizansen gibi algılamanın pek çok sebebi vardır kimilerine göre.

Truman Show‘da izlediğimiz o yapay,kurgusal dünya kimi düşündürmemiştir ki?Yapay insanlarsa,etrafta pek çok var,dışarı çıkamama korkusu da öyle,ya da belirli sebeplerden çıkamama.Topluluk olarak ürkütülüyoruz bazen,içimize kapatılıyoruz,monotonlaşıyoruz,hayat şartları zorluyor bunu bize.Çoğu zaman bu keşmekeşin içinde ne yapmak için yaşadığımızı bile unuttuğumuz oluyor.

12 yıldır haftanın her günü 32 dişinin her birini,ileri geri 38,yukarı aşağı 38 darbe ile 76 kez fırçalayan,kravatını tek düğümle bağlayan,çalıştığı vergi dairesinde 7.134 belge inceleyen bir adamın,Harold Crick‘in (Will Ferrell) basit bir hikayesi Stranger Than Fiction.Hayatı monotonluklarla doluyken bir gün onun hayatını harfi harfine yorumlayan bir dış ses duymaya başlar ve bu onun hayatında çok şey değiştirecektir.Özellikle bu romanın bir trajedi olduğunu ve yazarın Harold’ı öldürmek istediğini düşünürsek.Harold bunları öğrendiğinde monoton hayatını bırakıp,asıl yapmak istediği şeyleri farkedecektir.Hayatında hiç tadını alamadığı aşk belki de,ya da bir gitarla rock yapmak.

Film bize unuttuğumuz,uğruna yaşamayı düşündüğümüz şeyleri hatırlatıyor ve bir gün o soğuk taşın içine gömülmeden bunları yaşamamızı istiyor.Ben şahsen çok şey kaptım bu filmden fikir olarak.Özellikle bir hatun tavlamak için gitar gerektiğinde çalması en kolay,aynı zamanda en etkili şarkılardan birinin “Wrecking Eric – Whole Wide World” olduğunu öğrendim.

Kurgusal olarak bize basit durumları,ilgimizi çekecek şekilde anlatan Marc Forster‘ı da ayrı bir şekilde kutlamamız gerektiğini düşünüyorum.Zira bu hikaye yönetmenlikten anlamayanan birinin eline geçtiğinde kolayca çürüyüp,seyirciyi boğabilecek hikaye.Will Ferrell‘ın da o az moronumsu,biraz saf,bir yandan da çok zeki oyunculuğu işin içine girince bize keyif dolu,unuttuğumuz değerleri hatırlatan bir seyirlik çıkıyor.

Her ne kadar genç de,yaşlı da olsak ömrümüzün nereye kadar sürükleneceği belli değil.O yüzden işin gücün içinde hayatı pek fazla da ertelememek lazım.Seven‘da Müfettiş Somerset’in de dediği gibi : “Ernest Hemingway bir keresinde demiş ki : ‘Dünya güzel bir yerdir ve yaşamaya değer.’ İkinci kısmına katılıyorum.”

IMDB Kullanıcı Oyu : 7.9/10 (44,851 oy)

Yazı bittiğinde “Wrecking Eric – Whole Wide World” çalıyordu.

Hot Fuzz (2007)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bunca zamandır filmler üzerine yazıyor,çiziyorum.Ama dikkat ettim Dr. Strangelove dışında başka bir komedi incelemedim.Bu da çoğu komedi filminin gerçek ve özgün bir mizah anlayışını kullanamamasından kaynaklanıyor.Bildiğiniz üzere birçok komedi filmi dünya gençliğinin abazanlığı üzerine eğilen,onu körükleyen ve insanlara bir kaç meme ve gereksiz argolarla donatılmış bayat espriler haricinde başka birşey vaad etmeyen metinlerden oluşuyor.Bunlara kısaca tuvalet komedisi de diyebiliriz.Birkaç örnek vermek gerekirse;Recep İvedik,Çılgın Dershane,Plajda gibi filmler.

Tabi bizim işimiz kaliteli komedilerle.O yüzden İngiltere’ye kısa bir yolculuk yapıyoruz.İngiliz mizahı,komedi dalında ne kadar az iş çıkarsa da genelde özünü çıkarıyor.Hot Fuzz da,Monthy Python serisinin yolunu izleyen,onun gibi kaliteli mizaha sahip olan filmlerden biri.İnsanları gülmekten yaran,bir zombi filmi parodisi Shaun of the Dead filminin müthiş ikilisi Edgar Wright ve Simon Pegg bu filmin de iskelet ikilisini oluşturuyor.

Londra Polis Departmanı’nda çalışan Nicholas Angel (Simon Pegg),ortalama bir polise göre kat kat daha başarılıdır.Diğer polislerin yaklaşık 4 katı tutuklama hızına sahiptir.Birçok konuda ödülü ve başarısı vardır.Bu yüzdendir ki diğer k.çını yaymaktan başka bir iş yapmayan polisleri gölgede bırakmaktadır.Bundan rahatsız olan departman komiseri,Angel’ı suç oranının en düşük olduğu bir kırsala,Sanford‘a atar.Mesleğini bu kadar çok seven ve suçluları yok etmeye çalışan bir insan için berbat bi yerdir burası haliyle.Tutuklayacak kimsesi olmadığı için barda bira içen çocukları tutuklar.Ta ki kasabada kaza süsü verilmiş cinayetler çıkana kadar.

Film kullanılan ince esprileriyle ve cıvıtılmamış mizahıyla başından sonuna kadar ayakta duruyor.Çoğu komedi filminin düştüğü hataya,(seyirciyi gülmeye zorlama) düşmüyor.Çoğu esprili kısımda oyuncuların suratı bile gülmüyor.Amerikan polisiye filmlerinin saçmalığına ve cıvıklığına bolca göndermeler yapılmış.Filmin son kısımlarında bu konuda geyiğin dibine oldukça vuruyoruz.Filmin çoğu yerinde görmeye aşina olacağımız süpermarket sahneleri bir nevi tüketim çılgınlığına gönderme.Ayrıca Nicholas Angel’ın partneri Danny Butterman rolünde Nick Frost çok güzel iş çıkarıyor.

Bana göre sinema tarihindeki en komik filmlerden biri Hot Fuzz.Eğer son zamanlarda güzel,cıvımamış,komedi gibi komedi arıyorsanız sizi bu filme alayım.”Yok gardaşım,ben tuvalet filmi istiyorum,Recep İvedik serisi yapılsın,5468′e kadar uzasın,ben yine de hepsini izlerim” diyorsanız da sizi beriye alayım.Bana uzak Allah’a yakın olun.

(Bu arada son bi haftadır sitenin resimlerini,scriptlerini sakladığım hostta bi sorun var.Bu sorun yazma iştahımı da kaçırdı.Site bazen bozuk çıkabiliyo,idare ederseniz sevinirim,en kısa zamanda düzelecektir.Ayrıca bana seve seve bi host hediye edecek varsa,hiç düşünmem onu da alırım.Aslında bi hosting şirketinin şifresiyle kullanıcı adı var elimde ama çaktırmadan onun hostunu kullanabilir miyim ki?Bi de şu an sitemi bozuk görenler bana söyleyebilir mi?)

IMDB Kullanıcı Oyu: 8.1/10 (78650 oy)

Top 250 : #228

Yazı bittiğinde “Jeff Beck – Diamond Dust” çalıyordu.