Arşiv: Haziran, 2009

Atalarımızın Yaprakları: Plants vs. Zombies

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Plants vs. ZombiesTarihin her gün (Oxi Action’la) çitilenmesine rağmen bir parmak leş gibi toz tutan iğrenç, kan gövdeyi götürmüş sayfalarında birbirlerine alerji kapan ırkların savaşlarından, birbirlerine görünümlerinden dolayı tiskinti duyan ‘tür‘lerin savaşına kadar geniş bi portföy var. Öldürülen canlının vücudundaki kan rengine bağlı olarak farklı tonlarda oluşan hudut çizgileri tarih sayfalarındaki bir parmak tozu ağzımızı ‘333 (Also known as: Çemçük ağız)‘ pozisyonuna getirip hohlayarak temizlememizi istetecek merakı oluşturmaktadır. Ama sabıkası bu kadar kabarık türden, bakkal defteri tabiatında karmaşık olaylar listesinde gözden kaçan, zamanında hak ettiği seyirci desteğini alamayan, bu yüzden sepetlenip hafızadan sildirilmeye çalışılan kavgalar var. 68 kuşağı gibi dirayetli kuşaklar bile keşfedememişken ben keşfettim sevgili okurlar.

Toplumların vicdanına asırlar boyu genlerle bir kara leke olarak işleyen bir kavgaydı bu. İyi taraf kendisini açık açık belli etse de, kötü olan tarafa da “Bunu neden yaptın?” demek insanın yüreğini kezzap içinde 2 saat bekletilmiş takma diş kadar sızlatırdı. Bilmiyorum düşündünüz mü, mezarlıklar neden evimizin kapısının önünde değil de, genelde şehir dışı lokasyonlarda yerleşke edilir? Ruhani bilinmezliklerden fellik fellik kaçtığınız için bunu tabii ki bilmiyorsunuz. Ama zamanında bizim için yapraklarını, gövdelerinden geçen turgor basıncını harcayan, sararıp solan binlerce bitkisel yaşam oldu, bitkilerin yaşamı oldu. Bu büyük savaş, kendisine yeşil rengi veren klorofil sayesinde ruhumuzu oksijen ile doldurup taşıran bitkilerle, mezarlıkların ruhani olmasa da kemik torbası liderleri olan zombiler arasındaydı. “Hak verilmez, alınır” mottosunun peşinde yıllar boyu gündüz demeden, gece diyip mezarlarından fırladıklarında, sırf bu amacı gözeterek insanlara saldırdılar. Her zaman, olmayan beyinlerinde bir tek istek vardı bu otomatiğe bağlanmış denyoların: Şehir merkezine ulaşıp, oradaki toprağın içinde yaşamak. Sonuçta topraktan fırlayıp da “Öeeeğğüüeee, braaains” diyen bi garabeti mantığımız ölü olarak kabul edemez. Şehir merkezinde alışveriş mekanları, sinemalar, barlar, ganyan bayileri ve bunun gibi pek çok keyifli mekan olduğunu bilirken, sessiz bi şekilde dağ başında, s.k kadar tabutun içinde inzivaya çekilmeyi kabul edebilir misiniz?

Nitekim onlar da kabul etmedi. Savaşlarını, amaçlarını hiçbir insan evladı anlamak istemedi. Savaşlarını anlamak istemeyen insan evlatlarının o beyinlerini boşuna kullandığını bilen zombiler de, beyin hak etmeyen insanların kafataslarını çıtır çıtır mangalda dahi kızartmadan yediler, çiğ etin lömbür lömbür mideye oturacağını bilerekten. Siz, insanın egosunu besleyen öküz saçması Hollywood filmleriyle, zombi ırklarını yok edenlerin, ellerindeki mermisi bitmek bilmez pompalı tüfekleriyle 2-3 kişiden oluşan aptal insan güruhları olduğuna inandınız. O zamanlardan bilinen pek çok gerçek, bazı şahısların işine gelmemesinden ötürü tarih defterlerine yanlış kazındı, çarpıtıldı. İşin gerçeğine dönmek gerekirse, bu savaşların her anında ırkımızın kıçını kollayan tek türdü bitkiler. Kendi meyvelerini, yürekleri yana yakara ölü canların üstüne fırlattılar, kaktüsler iğneleriyle, koçanlar mısır taneleriyle saldırdı. Ama meyveli, ama meyvesiz, bütün bitkiler bu savaşın içinde kıçımızı kolladı dostlar, zombilerle dertleri olmamasına ve insanlığın onlara hiçbir faydası dokunmamasına rağmen. Çünkü onların rengi yeşildi ve sadece kendi mekanları olan toprakları delip de yukarıya fırlayan zombilere karşı sinir sahibi olabilirlerdi.

Zaman çizelgesini incelediğimiz zaman hektar hektar ormanlar arasında nektarlarını korumaya çalışan kayısıların 1217 Dimes Harbi‘ni görüyoruz. Canhıraş bi şekilde ön cephelerde ayak altında ezilip, hoşaf olan pek çok kayısı oldu bu savaşta. 1452 yılına geldiğimizde ise Zehirli Mantar Cephesinin müdahil olduğu 1. Çayırbaşı Savaşı ve diğer cepheyi koruyan kaktüslerden oluşan 2. Çayırbaşı Savaşı‘nı görüyoruz. Bitkiler nasıl olsa kımıldayamıyor diyerekten 100 senelik zaman zarflarında tekerrür eden savaşların bitkiler açısından defansa dönük, canına tak ettirecek son versiyonu da Çamdibi Harbi olmuştur. Bu savaşın ardından tüm karasal ve denizsel gücünü insanlar aracılığıyla saksılara doldurtan bitkiler dev karmasını toplayıp Zincirlikuyu Kuşatması’nda zombilerin kökünü kurutmuş, geriye kalan aman dilemiş birkaç zombiyle ise Dülgerboyu Mütarekesi’ni imzalamıştır. Bu anlaşma zombilerin bundan kelli şehir merkezi dışında yerleşim birimleri oluşturmasını öngörüyordu. Şehir içine girmek isteyenlerin ise vize ve pasaport gibi birtakım işlemlerden geçmesi gerekiyordu. Böylece dökük yapraklar ve parçalanmış kollar, düşen burunlar içinde büyük 500 Yıl Savaşları sona erdi.

Hollywood kazığı kendine yontup, insanların şişen egosunu daha da kabartmak için galibiyeti her zaman insanlığa mal etti. Tabii ki bu güzel dostlarımızın saksıyla Zincirlikuyu’ya götürülmesinde büyük emek sahipleriydi, ama sorun bakalım, bir gün isyan edip bu zombilerin mezarlarına işeyeni oldu mu? Tam aksine koskoca ormanları bi kibritle yakan insanlara tanık olduk bu savaşlardan sonra. Köy korucularının arasında dolaşan söylentilere göre bu yangınlar gece vakti gizlice toprak ihlali yapan zombilerin ellerinden çıkmaktaydı, ama insanlığın ne kadar anasının gözü, arazi edinmelere doymayan bir puşt olduğunu biliyoruz.

Yıllar içinde bunca kapışmanın gizli kapaklı tutulduğuna kayıtsız kalmak istemeyen PopCap Games bu işe el atmakta gecikmeyerek vefa duygusunu 500th Anniversary çerçevesinde “Plants vs. Zombies” oyunuyla göstermiş oldu. PopCap Games ufak boyutlu, bilgisayarı kastırmayan, bilgisayar başına oturulduğunda 1 saat oynanan, ama 1 yıl boyunca oynanan, oyuna başlamanızın 2. yılında ise o oyunu anlamadığınız bi sebepten günde 5 saat oynamanıza sebep olan bağımlılık yapıcı oyun firmasının adı. Casual Games adını verdiğimiz bu oyunları zenginlerin elinden alıp, halkın kullanacağı maliyete getirmek için zamanında büyük anlaşmalar ve indirgeme çalışmaları yaptılar. Görüldüğü üzere başarılı olan herkesin savaşı vardı ve PopCap Games bu savaşlara fazlasıyla duyarlı.

Dünyanın en çok ses uyandıran olmasa da en büyük kayıpları verdiren bitki-zombi savaşının ardındaki gerçekleri bize yaşatmak için epey uğraştığı belli ekibin. Taslakları oyun metni olacak hale getirene kadar 827 ansiklopedi araştırmış ve aralarından 7625 sayfa ayıklamışlar. Storyboard aşamasına geldiklerinde ise savaş konusunda esneklik sağlayacak saldırı stillerini üretmeleri yaklaşık 629 günlerini almış. “Bu oyunu yaparken yaklaşık 287 milyon dolar zarar yapmamıza rağmen ahde vefa duygumuzu göstermekten ötürü vicdanımız rahat” diyor Boğaç Torlak. “Ufacık sabi sübyan fidanların yapraklarının tek tek koparıldığını, güllerin yapraklarının koparılıp, elin bi avucunun yuvarlatılıp üzerine koyulması suretiyle diğer elin ‘Nasıl koydum amaa’  hareketiyle vurmasıyla ortadan delinerek şaklatıldığını, aynı zamanda çimene basarak yürüyen zombiler gördüm. Savaşın belki de ne kadar berbat bişey olduğunu gösteren en önemli sahnelerdi bunlar. Fakat bizim klorofilli kahramanlarımızı bu denli savunmasız şekilde gösteremezdik. Zombileri nasıl ske ske yendiklerini göstermek ve oyunu çocukların da oynayabileceği şirinliğe taşımak için karakterleri pastel tonlara taşıdık.” diyerek oyun hakkında çok önemli bilgiler vermeyi de unutmuyor.

Oyuna başladığımızda savaşların ilk zamanlarındaki daha hafif kayıplarla bitenlerini tekrar ediyoruz. Günlük güneşlik bir bahçedeyken gün ışığı üreten bitkilerimizle yeni bitkiler oluşturup savaş hattımızı düzenliyoruz. Fakat sonlara doğru savaş adeta bir kördüğüm yumağına ve kör dövüşüne dönüştüğünde mükemmel taktik dehası stratejilere girip, arazimizi korumamız gerekiyor. Zira her bölüm geçişimizde elindeki ölü toprağını yetersiz bulan zombiler, daha büyük bir kara ve deniz kuvvetiyle üstünüze doğru geliyorlar. Başlangıçta oyuna 2-3 bitkiyle başlarken Adventure Mode sırasında her kazandığımız savaşın ardından daha özel stratejiler oluşturmak üzere yeni bitki çeşitleri kazanıyoruz ve bunlar savunmamızı daha kemikleşmiş yapıya kavuşturuyor. Bitkilerin çeşitli oluşu, zombilerin de çeşitli oluşunu gerektiriyor ne yazık ki. Michael Jackson’ın Thriller yapıp etrafında dans eden dört tane zombi çıkaranından, gazete okuyarak size saldıran, gazetesini yırttığınızdaysa inanılmaz bir hiddetle gözleri kan çanağı içinde üzerinize sizi yemek için koşturan zombiler var. Kiminin saldırı hızı yüksekken, kimininse dayanıklılığı fazla, ama yavaş. İşte bitki stratejisini de üzerinize gelecek zombilere göre ayarlıyorsunuz.

Oyunu oynadıkça daha fazla uzadığını farkettim ben. Adventure modu bitirerek zombilerin köküne kibrit suyu sıkmamın akabinde Puzzle, Mini Games ve Survival modları olduğunu farkettim. Bi de Zen Garden ski açıldı başımıza sonradan. Hepsinden ufak tefek bahsetmek gerekirse Zen Garden, savaş sırasında hediye paketinde bulduğunuz bitkileri yetiştirip, onların ürettiği paralarla teçhizat alıp daha kuvvetli bitkiler yaratmanıza önayak olan önemli bi bahçe. Buraya günaşırı girip bitkileri sulayıp paraları topluyoruz. 60 yaşına gelmiş ihtiyarlar hep böyle hıyar ekip, muz yiyeceği bi bahçe ister ya, onlara bu oyunu vermek lazım. Puzzle modunda vazoları kırıp, içinden çıkan zombileri öldürürken, Survival modda daha uzun süren zombi bitki savaşlarında bayrağı göndere çekmeyi hedefliyoruz. Mini Games ise oyunda size en çok keyif veren bölümlerden. Zombilere empati kurmamızı sağlayan bi bölüm var mesela. Elleriniz mousea gidecek kadar vicdansız mı bilmiyorum, bu bölümde zombilerle bitkilere saldırıyoruz. Bir başka bölümde ise akvaryumdaki zombileri besliyoruz. Kimi zaman görünmez zombilerle savaşıyoruz. Bölüm çeşitleri PopCap Games’in diğer oyunlarının Plants vs Zombies’e entegre edilmiş hali gibi. Savaş yapısı, internette oynarken yine bayağı zaman kaybettiğimiz Tower Defence oyunlarının stili üstüne kurulmuş vaziyette. Bitki upgradeleri ve modifikasyonları, ileri bölümleri kazanmanız için kullanmanız gereken taktiklerden.

Henüz sonuna varmasam da bu dünyada hepimizden evvel var olan atalarımızın, biz var olalım diye ne denli meşakkatlere, ne denli aşağılık zombilerin tırnaklarının altına girdiğini görünce gözümden bir damla yaş geliyor. Elime aldığım su kovasıyla koştuğum gibi Gülhane Park’ına gidiyorum ve bitkileri şefkatle sular iken şu sözler geliyor aklıma: “Ben bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Park’ında, ne sen bunun farkındasın, ne zombiler farkında…

DOWNLOAD: PLANTS VS. ZOMBIES

Yazı bittiğinde “Airbourne – Girls in Black” çalıyordu.

The Big Race In Paddock

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Evin salonunda bulduğum bir ucu çakmakla yakılmış, diğer 2 ucu ise tahminimce doğanın abanım gücü yüksek yok ediciliğiyle aşınmış yırtılmış haritaya göre evimizde açacak bayağı bi kapı, cam varmış. Sırf bildiğin gerçek kapı sayısı bu, daha bunun manevi kapısını, gönül kapısını hariç tutuyorum. Sabah kalktığımda sıcaktan vücudum inhibitör yemiş bi haldeydi. Neredeyse saat başına metabolizmamın yaklaşık 2,25 dakika kaybettiğini farkettim. Uyanması da en az uyuması kadar zor oluyordu çünkü. Haritanın sağlam kısımlarında bulabildiğim pencereleri elimde daha yeni gazlanmış meşaleyle birlikte ufak bi araştırma sonucu açtım. Evin içine müdahil olan cereyan sirkülasyonu beni bi yerden diğer bi noktaya savuracak kadar kuvvetli gelip bünyemdeki sıcak ifrazatını yok ediyordu, ama pencereleri stratejik açmamdan dolayı merkezi kuvvet beni tam anlamıyla bulunduğum alanın 1 cm’lik çapı içinde tuttu. Hata payını görmezden geldiğimizde bu mükemmel bi oran. Evin içindeki bu aerodinaminin, hava sürtünmesinin mükemmeliyete ulaşması sonucunda 2,25 dakika kaybolan saat başına metabolizma faaliyetim, bir anda +7,5 dakika ile olan biteni telafi edip, yeniden liderliği sürdürecek konuma ulaştı.

Bilirim ki manyetizmanın babası Daniel Faraday’ın da belirttiği gibi “Olan oldu.” sevgili okur. Yani üzerinden bir hafta geçmiş mükemmel bir Formula yarışıyla ilgili gördüklerimi 1 hafta sonrasında anlatmamın pek de bi bahanesi olamaz. Tabii üniversitedeki final haftasının tam arasında mükemmel bir planla hem orada olup, hem de biter bitmez sınavlarıma girdiğimi belirterek bu mevzunun içine de hata payı eklerim. Sonuçta bu da bi insan bedeni, Formula mühendisleri geliştirmiyo yani. Arkamdan kuyruk takıp da bana süre, hız, ivme kazandıran var mı ki size sorarım ben. He ama nedir, yaz boyu metabolizmik aerodinami yüzünden saat başına dakikalarca zaman kaybeden memelilerin arasında şu an geçen sezondan beri geliştirilen bir araba gibi, ya da gün boyu yüzlerce kahve içmesinden dolayı diğer insanların 250 katı hızlı hareket eden bir zibidi gibiyim. O yüzden bu fark kapatma ve ışık yılını kat edip, geri dünyaya dönerek zamanı ileri ya da geri sarabilme vasıflarımla, size seneye olma ihtimali olan F1 Türkiye GP’sini 1 ay önceden yaşananlarla anlatabilirim. Yöntemimi sakın medyum bozuntularınınkilerle kıyaslamayın. Onlar koca g.tleriyle her daim oturdukları yerden yıldızları sayarken, ben zamanda yolculuk yapmanın gerektirdiği bünye gücüyle ışık yılı uzaklıklara gidip, oradan InfraRed dalga boyunda göz renkleri saçan teleskobik uzvumla gelişmeleri aktaracağım.

Formula 1 insanın bi yandan da hep buna benzer düşüncelerle çocuk kalmasını sağlıyor. Futbol, futsal, hentbol ya da buna benzer sporların verebildiği türden bişey değil bu. Her yarışta daha bi ilgiyle seyrettiğimiz arabaların arkasında çok özel teknolojilerin olduğunu farkediyoruz. Elde ettiğin hızın her salisesinde daha yükseğini isteyen arabalar bunlar. Tamam, belki Transformers vasıtaları gibi dünyayı kurtarma amaçları bulunmayabilir, fakat hız manyaklarına haz sağlamakta üstlerine pek de yok. Her erkeğin cinsel heybetinin, testesteron hormonlarının altında bir yandan da hız güdüsü yattığını hatırlarsak, içindeki çocukluğu ortaya çıkaran, kaslı ya da kelli felli göbekli adamların bu mükemmel yarış serisini izlemek için dünyayı arşınlamasının en basit sebebine ulaşmış oluruz.

Genelde top peşinde koşulan spor türlerinde çabuk bayatlama, çabuk tüketilme durumu söz konusudur. Eski maçlar, içinde çok önemli zaferler içermediği sürece geriye dönülüp de bir daha bakılmaz. Maç ertesi günü birkaç özet ve hararetli ufak spor tartışmaları, o kadar. Her yarış sonunda kupa almanın getirdiği hırs ve yüksek mühendislik tutkusu ise beraberinde haftalarca süren tartışmalar ve yıllarca izlenilse sıkılınmayacak yarışları getirebiliyor. Pek çok spor dalını klasik bakkal ekmeğine benzetirken, F1′ı ise kolaylıkla bir haftada bile bayatlamayan Vakfıkebir ekmeğine benzetebiliriz. İşte benim bu final sebepli gecikme yazımın da sırtını bu sebebin avantajına yaslıyorum ve içinde Formula One geçen bir konu nasıl olsa sıkmaz, eskimez diyorum.

Bridgestone ve Yalçın Pembecioğlu‘nun birlikte düzenlediği yarışmayı kazanmamın akabinde Kibariye misali “İstanbul benden büyüük, onla başa çıkamam” demek yerine büyük adamların büyük sözlerine uyarak Fatih Terim kaş çatışıyla “Dünya büyükse, biz de büyüğüz hüleeaaayn” dedim. İstanbul gerçekten çok büyük. Spam kutuna doluşan “Get a Huge C0ck” subjektli maillerdeki Huge sıfatı kadar devasa. Bana her zaman başlı başına bi ülke gibi gelmiştir zaten. Pek Türkiye’yle alakası olduğunu düşünemiyorum diğer illerde hiç olmayan organizasyonları bünyesinde kolaylıkla barındırabildiği için. Ebat konusunda tırsaki olmamın sebebiyse İstanbul’un bi ucunda konaklayıp, diğer bi ucuna yarışa gidecek olmamdı. Bu sorunun yükünü de İstanbul’un trafiğine masaj yapan vasıtası Metrobüs kendi üstüne aldı. Yokuş çıkamıyo diyenlere aldırmayın, metro yerine geçici olabilecek çözümler arasında şu an bana göre çok başarılı.

Her yarışta izlediğimizde hayran duyduğumuz bu kusursuz arabaların arkasındaki olanı biteni görme düşüncesi beni inanılmaz heyecanlandırıyordu. Böyle bi heyecan içinde olduğumu çaktırmamak kolay değil benim için. Sonuçta cool takılıp “Amaan onlar da sıradan insan nihayetinde” diyecek adam değilim. Bu vakite kadar yaptıklarınla kıyaslandığına göre, ikimizin de insan olma seviyesi aynı olamaz sonuçta. Ha, sıradan insan gibi davranır, bizim gibi alt mevkidekileri hakir görmez, o adam benim gözümde gönlümde ayrı bi kraldır ama bu adamlar her türlüsü en azından prens.

İstanbul Park, dünyayla bağını koparmış bi çölün içine kurulmuş yaşam kaynağı gibi. Pisti arabaların hızlıca yarışmaları anlamında canlandırmış ama geçen yılların sonrasında çölü belki de bir gıdım yeşillendirememişler. Yeşilliğin gerçeğini görmeyi bırakın, serabını dahi göremiyorsunuz. İnternette yeşillik neyim hafiften görüyordum pisti incelerken. O yeşillikleri de sadece Paddock girişine döşemişler. Yani illa ki zengin olanlar apayrı bi ortam görsün düşüncesi var. Cuma günü serbest antrenmanlardan sonra oraya gireceğimi bildiğim için bana tabii ki sorun değil, fakat insanlar bu sıcağın altında kavrularak bi yeşillik bile bulamadığı bu çöle gelmek istemediklerinde Ecclestone ve pisti işleten diğer kişiler ağlamamalı. “Gerçek seveni her türlü gelir” palavrasının ardına sığınmaktan ziyade “Bu pisti ailelerin geldiğinde gölgede izleyebileceği rahat bi mekan haline nasıl getirebiliriz?” sorusu olmalı. Ülkemizde her insan Gold tribünde gölgede yarış izleyecek kadar varlıklı değil. Canına yandığımının pistine yağmur da düşmüyo ki kavrulan bedenlere su serpsin.

Yalçın Bey’in serbest antrenmanlardan sonra yaklaşık saat 16:00 civarında kazanan kadromuzu toparlayıp Bridgestone yetkilileriyle Padok kapısının ağzına getirmesiyle unutulmayacak Happy Hour bütünleşmelerimiz başladı. Pek de bi efemine duran pembe, padok alanı manyetik kartlarımızı dıtlatarak Formula insanlarının yaşam alanına adımlarımızı attık. Dünyanın en meşhur sporcularının sağdan soldan birileri üstüne atlayıp fotoğraf çektirecek korkusunu taşımadan rahatça gezdiği bi yerdi burası. Her şeyden önce herkesin girebileceği bi bölge değil ve girenlerin de belli bi bilinç seviyesinde ve magandalıktan uzak olduğunun fakındalar. Sağınızda solunuzda birileriyle sohbet halinde bulunabiliyorlar mesela. Tabi gördüğüm kadarıyla bu diyalog içindekiler hep takım elemanları ya da spor basını. Gördüğümüzde fotoğraf için yanına koştura koştura gittiğimiz bu adamlar isteğimizi kırmadan fotoğraf çekiliyorlar. Aralarında Timo Glock gibi kıçı kalkık 2 günlük bebeler de var tabii. Yanına gittiğimizde “No, no” diyip kaçtı denyo. Yanına Alonso’yu al bakalım kimle fotoğraf çekilirdik? Massa’yla Raikkonen’i gözlerim römork binaların dış gövdelerini portakal kabuğu gibi soyarcasına aradı, ama Ferrari’nin onlara kız çocuğu gibi baskı yapıp evden dışarı salmayacak kadar tutucu olduğunu biliyordum.

Pilotların arasında en iyi karşılayanı, en insancılı Williams pilotu Nico Rosberg olsa gerek. Williams’ın garaj kapısının önüne içeri girmek üzere gittiğimizde kapıda karşıladı bizi. Tam Türk misafirperverliğini hissettirdi anlayacağınız. Biz de panik yapıp, ürkütmeden, sırayla çekildik fotoğraflarımızı ve ardından teknoloji hırsızlığı olmaması sebebiyle kamera ve fotoğraf makinesinin yasak olduğu Williams garajına girdik. İçeride tatlı tatlı gelen tiner kokusunun beraberinde hummalı bir çalışma vardı Cumartesi günkü sıralama turları için. O küçücük alanı bu kadar verimli kullanılacak şekilde böldüklerine inanamadım. Takım taklavat, herşey ortada. Kaç yüzbin parçadan oluşuyo bilmiyorum, teknisyenin biri Lego gibi motorun bi yerlerine bişey takıp çıkarıyordu. Diğer tarafta bilgisayar analizi yapanlar, lastikleri hazırlayanlar.

Epey bi süre padoğu didikledikten sonra çıkışımıza yakın Red Bull’un cafesine uğrayıp soğuk enerji içeceklerimizi mideye indirdik. Bi yandan da balkondan bakıyorum tabii. Basın bizden daha görgüsüz diyorum. Adamlar rahatsız olmasın diye biz kendimizi pilotların üstüne uçmamak için sıkarken eşşek kadar optikleriyle etraflarında çember oluşturuyorlar. O adamları sıksa sıksa basının bu keneliği sıkar sanırım. BMW’nin takım patronu TIR’ın yanında 2 dakika konuşurken kameralar kaç kere deklanşöre bastı, sayamadım.

Bugün buluşmamızın ve padoğa sızabilmemizin birincil sebebi Bridgestone Lastik Geliştirme Direktörü Hirohide Hamashima‘nın römorküne doğru ilerledik bi de evvelinde. Tabii olayların kronolojik sıralaması kafamda biraz karıştı. Bu Red Bull mevzusundan daha önceydi çünkü. Böyle bi devler liginde bile sıradan insanlar tarafında kapı ağzında sevecen bi şekilde karşılanmak insanın gururunu okşuyor. Bizim mutluluğumuz da geri dönüşüm olarak söyleşimiz sırasında Hamashima’nın suratına yansıdı. Sorular genel olarak tabii ki klasikti, zaten oradaki maksadımız birbirimizi görüp yarım saat selamlaşmaktı ve bu da gayet eğlenceli biçimde vuku buldu. Oradan çıkıp Bridgestone çalışanlarının lastiklerle, jantlarla uğraştığı bölgede de bir bayan teknisyen tarafında bilgiler aldık yine. Kimilerimiz orada gördüğü lastikleri eve götürmek, kimilerimiz ise yalamak istedi. Oluksuz lastiği kim görse aynı hislere kapılır diye düşünüyorum.

Cuma günkü güzel padok gezimiz saat 19:00 civarında bittiğinde memnun kalmış bir şekilde padoktan dışarıya doğru yola koyulurken Aylin Hanım daha manyetik kapıdan çıkışımızın ağzında kartlarımızı istedi. Formula’nın belki de en önemli mevkisinin anahtarı sonuçta. Kartı ilk boynuma taktığımda neden bunu pembe yapmışlardır acaba diye düşünüyordum. Sorumun cevabı o an kafamda canlandı: Pembe renkli bir kartı erkeklerin geri vermesi, hatıralık olarak eve götürmekten vazgeçmesi, efemine renginden ötürü daha kolay oluyor. Bi de bi yandan bu girdiğimiz alana parayla bile giremediğimizin, Bridgestone’un müthiş kıyağı sayesinde girebildiğimizin farkındayız, o yüzden orada kart inatçılığı yapmak öküzlük olur sanırım.

Cumartesi Paddock Club girişimiz sabah erken vakitlerde başladığı için bi uçtan taa Tuzla’daki servise sabah vakti nası yetişecem diye bi yandan paçalarım alev aldı. Dolmuş seferi Cumartesi kaçta olur onu dahi bilmiyordum. Sağolsun ev sahibinin arıza arkadaşı sabahın 5:30′unda Metrobüs’ün başladığı Avcılar durağına bıraktı beni. Herkesten önce Kadıköy’e vardım ve servisle hep beraber Tuzla’ya doğru yola koyulduk. Servisle giderken hızlı olduğu için pek yol uzunluğunu farketmiyorsunuz ama Cuma günü otobüsle gittiğimde bi an Gürcistan sınırından dışarıya doğru çıktığımı sandım. Servisimizin indiği yere yine Aylin Hanım geldi ve bu sefer elimizde hatıralık olarak eve götürebileceğimiz, sadece Cumartesi günü çalışan manyetik Paddock Club kartlarımızı dağıttı. İnsan kendini pek bi yetkili hissediyo bunlardan takınca, her bi halta karışası geliyo ama kartın açtığı yer pit alanı.

Pit alanına uğramadan önce günlük güleryüzlü surat ihtiyacımızı karşılamak üzere gün boyu yarışı takip edebileceğimiz Bridgestone Paddock Club‘a girdik ve meyve suyuyla ufak bi kahvaltımız oldu. Ardından “Pit Lane Walkabout” tabelalarını taşıyan adamların ortada peyda olmasıyla kameralarımızla birlikte alt kata indik. Yarışın sonucunu belirleyen en önemli etken olduğu için pilotları gerginleştirse de pit alanında lolipop adamların yaptığı pit stop antrenmanları sırasında çok eğlenceli anlar yaşanıyor. Arabayı pite sokup sokup çıkarıyolar. Sürekli bi parça değişimi var. Bu sürede değişim mükemmeliyetine ulaşacak yetilere sahip olmak pek de kolay değil, ama keyif alarak taktıkları için pek de kısa süreler yaptılar. Yarış sırasında işler bu kadar yolunda gitmiyor pitlerde ne mutlu ki. Başından sonuna kusursuz bir yarışı kimse izlemek istemez değil mi?

Pit Lane Walkabout bittiğinde pist görevlisi gençler ellerinde uzunca bir “Please kindly leave pit area” yazan bir yazıyla geliyorlar. Nazikçe “S.ktirin gidin balkonunuzdan izleyin, yarım saat bile gelip böyle dibimizden izleyemeyenler var dorrağım” diyolar yani. Haklılar abi millet biraz daha durup samimiyete girse “Ver bi el de ben çıkarıp takayım lastiği” diyecek. Masamızda homini gırtlak içecek yudumlarken Touring Car yarışı başlıyor. Ben bu kadar alakasız arabaların pistte bulunduğu bi yarış izlemedim ömrümde arkadaş. En önde BMW, Audi türü arabalar var. En arkada adam Clio’yla bunlara meydan okuyor. Kaza yapmadıkça arabalar arasında sıralama mümkün değil değişmez yani. Ama bak Porsche Cup candır, saygımız vardır. Aynı klasmandaki arabaları kastırdığında sonucu pilot yeteneği ve takım stratejisi belirliyor. Formula 1′in çırak sanayisi GP2 de öyle. Dıştan yanmalı egzostlarıyla geleceğin F1 pilotları Renault motorlu, birbirinin aynısı arabalarla kendilerini ön plana çıkarıyorlar. Paddock Club’taki günümüz boyunca bi yandan balkona çıkıp takip ederken, bi yandan içeride ekrandan her yönüyle izliyoruz yarışları. Yarış araları boşluklarda ise Club’ın padoğa bakan arka tarafının balkonunda bi yandan olanı biteni izlerken diğer yandan Formula Garden isimli mekanda cafe ortamında takılıp, simülatörde yarış yapıyoruz. Simülatörü normal insan ebatına göre ayarlamışlar tabii, kilolu olan giremiyor, girse de çıkamıyor. Normal kilolu olan kimileri de öndeki ayak kısmını çıkarabilmek için kıçını kaydırarak çıkmasını beceremediği için içinde kaplumbağa gibi debelenebiliyor. Simülatörde Alonso’yla şerefli bi beşincilik alabildim. Oyun biraz pratik isteyen türden. F1 2006 sanırım.

An gelip sıralama turları vakti çattığında hepimiz balkondayız. Altımızda pit alanları, bi yandan herkes aracını hazırlıyor. Olanı biteni burnunun dibinde yaşamak gerçekten mükemmel. Kulak zarlarını sızlatan yüksek motor sesi, şayet sağır değilseniz bazen üzerinize kulak tıkacı takma isteğini doğuruyor. Start-finiş düzlüğü bu, en yüksek hıza ulaşılan bölge mirim. İçeri girip sonuçlara bakıp, dışarı çıkıp yarışı devamında takip ediyoruz. Vettel’in 2.liği sevindirip, Button’ın 1.liği üzüyor.

Gün boyu 2 Pit Lane Walkabout yapıyoruz ve veda busesi niteliğinde son garaj ziyareti vakti geliyor. Benim kurama BMW gibi sevdiğim takımlardan birinin gelmesine sevindim. BMW görevlisi içeriye almadan önce tercümeye ihtiyaç olup olmadığını soruyor. Biz hayır diyince ingilizce olarak “O zaman test edelim bakalım biliyor musunuz. İçeriye kamera ve fotoğraf mekinesiyle girmek yasaktır.” diyor. Ben hınzırca çıkıştım tabi orda, durur muyum, “Yok yok ben ingilizce anlamıyorum.” dedim ingilizce. “İşine gelmeyince bilmezsin i.neee” demiştir kesin içinden. Bizim ziyaretimizin şanslı yanlarından biri de teknisyenin kasanın içinden BMW’nin direksiyonunu çıkarıp göstermesi ve dokundurmasıydı. KERS butonuna kadar gösterdi. “Kubica öküz gibi olduğu için ona KERS takamıyoruz” dedi. Direksiyonu istedim bi ara, eve götürmek için ama vermedi. Ne istesek gülüp geçiyo anca, çocuğu avut teknisyen bey. BMW içeride pek fazla bişey göstermedi. Bilgisayar odasına soktu, bilgisayarlara baktık, adamlar Windows XP kullanıyo. Ben kendi sistemlerini yazıyorlardır diye düşünürdüm hep.

Sindire sindire 2 gün boyunca yaptığımız padok turları sonucunda backstage maceramız Cumartesi günü bitti. Zati yarış günü de pilotları konsantrasyon ve panik halindeyken oralarda gezmenin tadı pek olmazdı. Öğrendiğim en önemli şey pilotların Cuma günü melek gibi, Cumartesi hafif stresli olduğuydu. Tabi Pazar günü yaklaşsan muhtemelen yumruğu kafana geçiriyodur ama o sırada içlerde olmadığım için işin ehli gibi söyleyemem.

Beklentilerimin o kadar üstünde şeyler yaşayıp gördüm ki, almak için ruhumu şeytana vereceğim 8. tribün bileti sıradan bişeymiş gibi gelmeye başladı. İstanbul Park’ta yarışlarda pek bi çekişme de olmuyo bi de. Düşünün artık Barrichello’nun ön kanadından ufak bi kanat parçası koptu diye millet nası seviniyor. Türkiye Malezya gibi olsa, ortalık yağmurdan bi anda kırılmaya başlasa 8. virajda mükemmel kapışmalar ve kazalar seyrederiz gibime geliyor. Bana kalırsa bu yarışın takvim zamanı değil Haziran. Tam anlamıyla yağdur mevlam su vakitlerinden birine alınmalı. Öyle olduğu vakit seyirci sayısı ve keyif de artacaktır bana kalırsa.

Button kazanıp şampanyayı arkadaşlarının üstüne boca ettiği sırada sonraki gün İzmir’deki sınavıma girmek için Harem garına doğru yola koyuldum. Dönüşte trafik dakikada 0,34 mm ilerlediği için bi ara paniğe büründüm. Otobüsüm saat 20:00′deydi ama İstanbul’un trafiğinin madiğinin nereden patlayacağı bilinir bilinmez bi gerçek. Neyse ki yarış haftasının her anında şansımın yaverliğiyle birlikte yakaladığım dakikliği kendisini burada da gösterdi ve görebileceğim herşeyi görmenin memnuniyeti, beklentilerimin üstündeki deneyimlerimle birlikte İzmir’e doğru yola koyuldum. Zihnime kronolojik sırası yanlış olsa da güzel bi şekilde kazınan yoğun hatıralarla bindim otobüse. Hani insan bazen çok sevdiği bi etkinliğe gittiğinde doymaz, evine dönerken aklındaki çoğu şeyi yapamadığı için oradan ayrılmak istemez ya, ben tam anlamıyla kafamda hayal ettiklerimi, hatta daha fazlasını yaşadığım için belki de hiç bu kadar huzurlu olmamıştım. Hatta bu geçirdiğim haftasonunu, sınıflandırmada “En güzel haftasonum” olarak kabul ettim. Bana bu güzel deneyimi yaşattığı için Bridgestone’a, Yalçın Pembecioğlu‘na, Burcu Şensoy‘a, manyetik kart tedarikçimiz, Motorhome’umuza neşe katan, böyle bi yerde dahi bu denli şen şakrak ve sevimli insanların olabileceğini bana kanıtlayan Aylin ve Deniz Hanım‘a çok teşekkür ediyorum. İstanbul Park’ta yaşanan bu güzel deneyimler daha da güzel şekilde yıllar boyu sizinle yaşanır umarım.

Buraya mezuraların ölçemeyeceği devasalıkta yazılar yazıyorum diye at koşturacak alanım bulunduğunu sanmayın. şimdi galeri sokuşturmaya kalksam zerre parçacığı kadar yer yok. Şurda bi resim havuzumuz var, hep beraber padokta yaşadıklarımızı paylaştık: http://www.flickr.com/groups/bridgestone-f1/

Dipçik not: Resimde Vettel’e abanmış kafa benimkisi.

Yazı bittiğinde “Accept – Neon Knights” çalıyordu.