The Rocky Horror Picture Show (1975)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

The Rocky Horror Picture Show (1975)Yeri geldi mi şeytanın g.tüne bile anahtar uydurabilen şeytanvari bi zeka yapısına sahip olsam da, bu yazının kilidini açacak giriş çilingirini bulamadım. Hayır, şimdi direkt filmin castingi şudur, hikayesi budur diyip pırtmak da istemiyorum ama 15 gündür bütün öğünlerimi kaplayan sucuklar ve sucuklu sandviçler beni et kafalı bi moron yapmış olabilir. Yine de direniş halindeyim. Hah! Hatta konuyu bağlayacak şekli hemen tasarlayıverdim. Girişi açtığın zaman gol yollarına etkin etkin akıyorsun zati.

Şeytanın g.tüne anahtarı mecazi bi şekilde, halkın diliyle, ağzıyla (Halkın ağzı derken, o da mecazi, yoksa burda gece vakti yayınlanan MTV yarışma programlarından birini yapmıyoruz.) uydurduğumuzda, 2. anlamını düşünüyoruz doğrudan. Yani, “Kralı gelse düdükler geçerim” diyorsun. Ama bunu derken bile bir kelimeyi daha alıp 2. anlam oluşturup, eylem haline getiriyorsun (Düdük-le) Peki, karşındaki adam sana gösterdiği sinsi sırıtışının altında bu cümleyi kurduğunda ya gerçekten de işinin şeytanların g.tüne anahtar uydurmak olduğunu belirtiyorsa? Sonuçta şeytanlarla ilgili, cehennemin görünüşüyle ve bunun gibi bazı dinsel verilerle ilgili temsili resimlerden başka şeyler bulunmayabiliyor elimizde. Tamam, şeytan kötü. Cehennem sıcak. Tarzan, Ceyn. Ceyn, Tarzan. Amma velakin içleri ve vicdanları çürümüş bu kötülük yargılayıcılarının kesin olarak neye benzediğini bana kimse söyleyemez.

İşte bilinmezliklerin başladığı bu noktada bilimkurgu devreye giriyor ve ben ilk golümü atıp, karşı tarafın kilidini açmış olmanın verdiği sevinçle önümdeki herhangi birine ayakkabı uzatıp, ayakkabı cilalatma hareketi yaptırıyorum. Bilimkurgu, evrendeki kara delikleri dahi yiyecek denli açtır. Yedikçe büyümez, zira yediklerini insanların beyninin içine kusarak hazmını sağlar. Kara delikleri yiyecek malzemesi olarak gördüğüne göre konusunun evren dahilindeki herşeyi kapsadığını varın siz düşünün ve korkun.

1800′lü yılların sonlarında toplu gösterimlerin, yani sinemanın başladığı zamanlarda ilk meyvesini veren türlerden biriydi bilimkurgu. Bi akım başladıktan sonra o akımı durdurmak için arasına yalıtkan madde soksanız bile yetmeyebilir. Georges Melies’in Aya Yolculuk uyarlamasıyla perdeye yansıyan absürd uzay maceraları ve uzaylılar, 2009 yılına gelmemize rağmen değişmedi. Yıllar geçiyor, bakıyorsun, uzaylı hala aynı uzaylı. He, ne oluyor, bi adam gidiyor g.tüne kilit girişi uydurup evrenin kapısını orda saklıyor, diğeri aynı anlamı metal yığını bi robota yüklüyor. Farklı farklı anlamlar yüklenip, mezuralar uzunluğunda yıllar geçerken, sinemada yeni yeni dalgalar çıkıyor (Buradaki dalga 3. anlamındadır) Her dalga bi diğerini tetikliyor, taa Yunanistan’ın ordan başlayıp da eklene eklene gelen son dalganın sahile vuruşu gibi düşünün. Lakin sinemadaki dalgalar sürekli birbiriyle kombinasyon halinde olsa da hiçbir zaman sahile vurmayacak kadar sürekli halde, çünkü içinde bulundukları deniz ya da okyanus, her ne haltsa, adını siz koyun, sonsuz.

Bayağılığın abidesi olarak yayılan kan ve vahşet filmlerini barındıran “İki film birden” sinemaları, bilimkurgunun adeta manevi babası oluveriyor 70′li yıllarda. Bağırsakları deşilen zombiler, kazıklara oturtulan vampirler, hatta zenci Dracula’lara (Blackula) yayılan yelpazenin yanında azınmayacak sayıda bilimkurgu filmleri de oynuyor. Kız kaçıranı, gezegen yok edeni, vesaire. Bu istismar sinemalarında olan biten, sürekli bir bayağılık halinde anlatılıyor. Bütçe düşüklüğü nedeniyle, kötü oyunculuklar, kötü çekimler, kan revan içinde ölümlerle kotarılıyor. İnsanoğlu dünyanın en vahşi yaratığı olduğu için kana doymak bilmez, şu an hala Testere gibi filmlerin aldığı reytingten toplumca değişmez keyfimizin başka insanların ölümünü izlemek olduğunu söyleyebilirim.

Peki müzikaller? Babetleriyle, mini etekleriyle alımlı hatunların, bolca yağlanmış Elvis saçlı, deri pantolonlu gençlerle yaptıkları aşk üzerine atışmalar, danslar? Bu kadar naif sahneleri, böyle bebek poposu kadar hassas aşk hikayelerini B sinemalarında görmeye tahammül edebilir misiniz? Ya da herşeyi geçtim, böyle bişeyin hayalini kurabilmeniz mümkün mü? Aklınıza doğrudan zombili bi Grease versiyonu geliyor olabilir. Zombili Grease dediğin de gerçi en fazla bi Thriller olabilir, ama zombilerin aşk hikayesini izlemek de onların yaşam tarzı altında eğlenceli bir seyirlik olacaktır.

Zombili bir “Love Story” var mıdır bilemiyorum, ama türleri kırarak oluşturduğu melez tür ırklarıyla daha güçlü, daha dayanıklı olan sinema sektörü “Müzikal-bilimkurgu-B filmi” türünü yaratmaktan da çekinmedi. Ama tabi olay bu aşamaya gelene kadar ikili çiftleştirmelerle ilerledi. Bu 3 türü andığım vakit aranızdan doğrudan “The Rocky Horror Picture Show” diyenler oldu ve ben öyle diyenlerin gadasını alırım.

Mevzubahis filmimiz, aynen kült film mertebesine erişen filmlerin geçtiği zorlu yollardan geçmiş. Garip hikayesi sebebiyle, salt bayağılık görmek isteyen insanları başta şüphelendirip kendinden uzak tutsa, oyuncularına kuruşlardan daha öte para birimini kazandıramamış olsa da, gençlik arasında patlayan VHS manyaklığıyla dünyanın en sevilen müzikalleri arasında yerini çabucak almıştır. Hikayemiz, herhangi bir vampir hikayesinden besleniyor, yani ufak bir kelime oyunuyla onun serbest uyarlaması diyebiliriz. Brad ve Janet isimli sevgi dolu çiftin şapır şupur yağmur yağdığı bir gecede pek bi ıssız ormanın içinde araba lastiklerinin patlayıp, stepnelerinin de olmamasıyla beraber yakında gördükleri şatoya yürümeleri gibi klasik bir Drakula hikayesi gördüğünüz üzere. Yani, aslında sadece anlatırken böyle. Çünkü gerek şato öncei, gerek şato sonrası olsun, genelde ruhunda rock ‘n roll barındıran müzikal atışmalarla ve mükemmel şarkı kafiyeleriyle inanılmaz eğlenmeye başlıyorsunuz.

Sıradan bir korku hikayesi, özü bozulmadan daha eğlenceli hale getirilebilir mi bilmiyorum. Transylvania‘yı duymayan yoktur. Transseksüel kelimesini duyup, neye benzediğini de bilmeyen yoktur ama zaten bu kadar tehlikeli biçimde karılan türlerin yanında Dracula’yı alıp da travesti yapmak basbayağı çılgınlık. Uzaylı-travesti ve herşeyden önce Dracula. Brad ve Janet sadece bir telefon görüşmesi için girdikleri bu şatoda yığınla ucubik görünümlü adamın parti yaptığını görünce haliyle tırsıyorlar. Ardından müzik kısmımız “Time Warp” şarkısıyla yeniden başlıyor ve harbiden bu andan sonra olay izleyiciler için de bi cümbüşe dönüyor. Bakıyorsunuz ki hikayeyi anlatan adam bile figürleri göstererek oynamaya başlamış. Dracula, mracula hikayesini bi kenara sallayıp, sola atlıyorsunuz, sonra ayaklar sağa, eller bele. Filmin tamamında alttan alttan akan böyle bi cümbüş hareketi var.

Dracula yorumlamamızdan sonra bir de yakışıklı Frankenstein uyarlamasına tanık oluyoruz. Sarı saçlı, bolca kaslı ve yakışıklı bu adam Dr. Frank N Furter’ın, yani travestimizin, kendisini tatmin etmek için ürettiği bir insan. Frankenstein gibi yama dolu bi suratı yok yani. Karakterler dörtlendikten sonra hikaye bunların arasında eşit dağılıma giriyor. Brad ve Janet cinselliği daha bi özgür, serbest yönünden keşfetmeye başlıyorlar. Bi nevi koyver gitsin durumu oluşuyor ikisinde. Tam anlamıyla 70′lerdeki sex & rock ‘n roll furyasının bir yansımasını görüyoruz. Ki şu ana kadar saydığım olguların, türlerin neredeyse hepsi 70′leri 70′ler yapan özel ögeleri barındırıyor. Dr. Frank N Furter’ın Brad ile Janet’ı ayrı odalara naklettirip ikisine de çaktığı sahnelerse filmin adeta zirve noktası, serbestliğinin vurgulandığı kısım.

“Bende çakabilme heybeti olduktan sonra kime ne?” dercesine bi duruşu var filmin aslında. “Hairfilmiyle yükselen uzun saç çığırtkanlığının cinsellik versiyonu. Tabii ne mutlu ki bu film 70 değil de 80 yılı bloğunda keşfedilmiş. Yoksa şu an yarımız travesti, yarımız ipne şekilde birbirimizi tokmaklar dururduk. “Bi film mi bu etkileri yaratacak?” deyip geçmeyin. Another Brick in the Wall şarkısının gençler üzerindeki büyük devrimci etkisini hatırlayın.

The Rocky Horror Picture Show, bir yandan da dünyanın en uzun süre gösterimde olan filmlerinden olma özelliğini taşıyor. Dünyada sürekli gösteriminin yapıldığı, sürekli dolu koltuklara oynayan birkaç sineması var hala. Bu sinemalarda film seyircilerin de koreografiye katılmasıyla birlikte ultra interaktif bir hal alıyor. Film sırasındaki sahneler seyirci koltuklarında tekrarlanıyor. Herkes filmden birilerinin kılığına giriyor. Onlarca, hatta yüzlerce kez o sinemada izleyen oldukça fazla müdavimi var ki, yeni gelenlerin alnına bakire işaretini yapıyorlarmış. Hangi sahnelerde dönüyor bilmiyorum fakat bazı sahnelerde Asshole, bazı sahnelerde ise Slut diye bağırmaktaymış bu izleyici arkadaşlar. Bir gün yeteri kadar param ve zamanım olursa, bu çılgınlığın içine de koreografiyi öğrenmeye yetecek kadar gösterimlik müdahil olmak isterim.

Sunduğu bolca bayağılık, cinsellik çığırtkanlığı, komedi, eğlence, müzik ve Stanley Kubrick filmlerinden fırlamış laboratuvar tasarımıyla “The Rocky Horror Picture Show” genel filmografi arasında diğerlerine kıyasla çok farklı bir yerde duruyor. Bu aykırı tarz, dolayısıyla kimi film severlere garip gelebilir. Bu filmi kült yapan sebeplerden birisi de budur. Her filmin hitap ettiği bir kitlesi olur, kimi filmler 7′den 70′e kitleyi hedeflerken para sebeplerinden, kimiinin asıl derdi özgürce hikayesinin anlatmaktır. Muhtemelen de sadece kafadan kontakları kapsarlar. Bu filmde keyif almamın nedenlerinden biri de bu olabilir. Sabah kalktığımda, filmden bazı müzikal sahneleri tekrar izleme ihtiyacı hissettiysem, film benim üzerimde misyonunu tamamlamıştır. Şimdi Dr. Frank için başkalarının ırzına geçme zamanı!

Yazı bittiğinde “Ram Jam – Too Bad On Your Birthday” çalıyordu.

Bu yazılar da üsttekini andırıyo gibi

 Yorumunu ekle

3 yorum yapılmış bu güzide postaya

  1. ibaret Der ki:

    katılıyorum sana deli profesör, ilginç bulduğum yerler de var :smile:

  2. hamamböceği Der ki:

    son günlerde film izlemekten başka bi’ atraksiyonu olmayan biri olarak bu filmi de izlemeye karar vermiş bulunuyorum. yaşasın illegal yollar, yaşasın film izlemenin dayanılmaz coşkusu.

  3. Deli Profesör Der ki:

    İzledikten sonra fikirlerini tekrar alayım :lol:

Anlat derdini Marko Paşaya