Anekdot Silsilasyonu : Part VI

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

*Sırtımda “Şans kılı” olarak hitap ettiğim upuzun beyaz tek bir kıl var. O kılı kim görse ya da kime göstersem hep koparmak istiyorlar. B.k var sanki. Hatta bundan 1 sene önce biri teşebbüs etmekle kalmayıp koparmış, ardından da “Bana koparayım diye gösterdin sanmıştım” demişti.

*Bi de kıl diyince, benim miskinliğimin sebebi bu upuzun kılın bütün enerjimi çekmesi olabilir mi?

*Erkeklere memati beddua: Tuvalette bir daha dergi okuyamazsın inşallah.

*Digiturk ve uyduya görüntü, normal antenlere göre 2 saniye geç geliyor. Euro 2008′de Türkiye daha ataktayken normal antenli hayvanın biri “Gooooooool” diye bağırıyor. Valla alacağım zevk yarıya indi bu yüzden.

*Aklıma şu işlek yerlerdeki mağazaların çaldığı tekno müzikler geldi bi an. Hiç hoşnut olmadığım, hatta nefret ettiğim bi tür olmasına karşın müziğin alanına girdiğim an yürüyüş ritmim müziğinkiyle senkronize oluyor. Ne kadar nefret etsem de yürüyüşümü normal haline döndüremiyorum. Bi de adam kendini defilede yürüyen manken gibi hissediyor öyle .pne gibi yürüyünce.

*Babaannem neredeyse her sene görür beni. Ama çevresine karşı o kadar duyarsız ki her gördüğünde “İlkokulu bitirdin mi, sınıfı geçtin mi?” diye soruyor. Vallahi pes.

*Çöp atmaya giderken , atacağım kutudan çöpçü çöp topluyorsa çok mahçup oluyorum. Kutunun içine fırlatıp atsam saygısızlık gibi olacak. Adamın eline çöp poşedini verip “Al abi lazım olanı seç, kalanı atarsın” desem apayrı garip bi durum.

*Nolur artık büyük mobilya, halı firmaları, bilimum dijital pezevenklik siteleri ve daha sayamadığım bi yığın sektör, Elisha Cuthbert’in o çok meşhur krem rengi elbiseli yerde yatan şirin resmini kullanmasın. Düşünüyorum da, Elisha sırf o resminin peşini takip edip telif almaya kalksa, para kazanmak için bi daha ölene kadar k.çını yerinden oynatmaya gerek kalmaz.

*Geçenlerde cepte beş para yokken tabanvayla sanayinin içinden geçiyordum. Gözüm bi araba paspasına takıldı. Paketinde çok büyük bir Formula Ferrari’si resmi vardı. “Ulan ne alaka?” dedim, sonra gözümde fantezisi canlandı: Raikkonen yarıştan önce Formula arabasının paspasını çıkarıyor, arabanın kenarına bir iki kere vuruyor tozları dökülsün diye.

*Aynı gün kardeşimin de cebinde son parası vardı, anca boyozla poğaçaya yetecek kadar. “2 peynirli poğaça, 2 boyoz” dedi kardeşim. Bi de bunun patateslileri var, onu da sevmeyiz. Kadın “Patatesli de çıkabilir, peynirli de” diyip bize verdi, sürpriz yumurta misali. Bir de salakça gülüyor utanmadan. Kadın hangisinin içinde ne olduğunu bilmiyor. Nitekim kardeşime patatesli çıktı. Oldu olacak heyecan yaratmak amacıyla ikisinin içine s.çın, birinin içine de Cumhuriyet altını koyun. Ne çıkarsa bahtına.

*Ama sonraki gün aynı yerden tekrar geçtik. Bu sefer amaç çıkan patateslinin intikamını almaktı. Biz orada laf sokmak için beklerken nimet ayağımıza geldi. Çok sinameki olduğu her halinde belli olan adam “İki tane peynirli poğaça” dedi. Akabinde kardeşim “Bunlar peynirliyle patatesliyi ayırt edemiyorlar, rastgele ne çıakrsa veriyorlar” deyince suratını ekşiterek poğaçayı almadan kaçtı. Siz bi de poğaçaları seçemeyen salağın yüzündeki o yenilginin verdiği çekememezliği taşıyan ifadeyi görmeliydiniz.

*Tom Petty – Mary Jane’s Last Dance şarkısını dinledikten sonra, Red Hot Chili Peppers’ın Dani California’yı onlardan çaldığını keşfettim. Gözümdeki o özgün imajları acayip derecede sarsıldı.

*O değil de doğum günümü 10 yıl boyunca 7 Temmuz sandım. Gerçi ben yine ucuz kurtuldum, bizimkiler 20 yıldır 7 Temmuz sanıyor.

*Bundan bi sene önce bankaya, babamın kredi kartı faturasını ödemek için gitmiştim. Orada tam işlem yaptırırken, dışarıdan polis telsizinden bir ses “35 bilmemne zart zurt” plakalı aracın çekilmesini istedi. Sahibi de heyecanlı bi adamdı anladığım kadarıyla. 3 saniyeye kadar çekmemesi durumunda polislerin havaya uçuracağını sandı sanırım. Koştura koştura tam kapıdan çıktığını sanarken, yaklaşık 10 km/sn.’lik hızla bankanın tertemiz olan, orda durduğu hiç belli olmayan camına çarptı. Yok lan ne çarpması, yapıştı resmen. Burnu kırıldı tabi haliyle. Camın üzerinde biraz kan ve vücudunun muhtelif yerlerinden izler kaldı. Looney Tunes çizgi filmlerindeki cama yapışma durumlarının aynısı oldu. Adam için acıklı olabilir lakin salaklığına gülmemek elde değil. Eminim o da o günü ara sıra düşünüp, kahkahalara boğuluyordur.

Yazı bittiğinde “Kraan – Kraan Arabia” çalıyordu.

Nightingale – White Darkness (2007)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Earl: Hani tüm hayatı boyunca kötülükten
başka bir şey yapmayıp bir de “Benim hayatım niye böyle berbat?”
diyen adamları bilir misiniz?

Ben: Bilirim Earl Abi.

Earl: Peki tüm hayatı boyunca suya sabuna dokunmamış, nötralize-pasivize bi şekilde yaşayıp da, ondan sonra “Niye benim başıma iyi ya da kötü hiçbir şey gelmiyor?” diyen adamları bilir misiniz?

Ben: Bilmem mi Earl Abi. Böyle herifler kişiliksiz, kaypak, nereye çeksen oraya kayan, karakteri oturmamış adamlardır. Seçimlerde git bu adama bi tane pilav ver, 10 yıl boyunca sana köle olur. Kötü adamlar bile bu tiplerden daha iyidir. En azından belli bi felsefesi, hayat görüşü vardır kötü adamların. “Search and Destroy” yegane mottolarıdır. Bak mesela Star Wars’taki karakter sistemine, adamlar uç noktada yaşıyorlar. Ya hepsi çok iyi, ya da hepsi çok kötü. Yaptıkları davranışlarına göre white ya da dark side’a çekiliyolar. Ama hiçbiri “Ben nötralizeyim arkadaş, benle uğraşmayın” deyip, kılıcı kınına sokmuyor. Evlere ırak vallaha Earl Abi.

Earl: Bunları bildiğine göre sen bütün hayatı boyunca iyilik yapan, sonra o yaptığı iyilikleri k.çına battığında “Niye benim başıma hiç kötü bişey gelmiyo lan?” diye soran denyoları da biliyorsundur. İşte karma böyle bişey.

Ben: Eeh, yeter lan skecem karmanı. Eğer böyle bişey olsaydı, şu gecenin beşinde, günün pencereden en püfür püfür estiği anda, manyağın birinin kurduğu alarm, 1 saat boyunca çalıp bütün uykumu kaçırmazdı. Ses o 1 ytllik Çin saatlerinin çıkardığı standart alarm sesi. Bi de bu heriflerin yaptığına dayanıksız derdik. En sağlam aleti bu muhite mi göndermişler ne. Sahibi de yok ortada. Böyle bi saat olmaz ki. 5, hadi bilemedin 10 dakika sonra alarm susturulmayınca kapanması lazım. Bütün gecemi yedi. Şimdi gel de uyu. Bi de hayatı boyunca yaşlı teyzeleri, ülkenin sigorta maliyetini azaltmak için sürekli arabaların önüne atardım, oracıkta ahiret hayatına başlatırdım. Devletlümüze yaptığım bunca yardım karşılıksızmış demek. Hadi benden de geçtim, bu muhitteki geriye kalan, şu an sesten manyak olmuş 250 kişiden biri için bile yok mu karma? Birinin bile mi hatrı yok? Yoksa her insanın ayrı bi boyutu mu var?

(Vee o beklenen, gökten gelen davudi ses zihnimin her bi nöronunun içine dikilir): Telafi ederiz.

Ben: Gecenin 5′inde tamamiyle kaçmış bi uykuyu nasıl telafi edebilirsin ki? Tabi bir saattir süren alarm şoklaması, işi daha da telafi edilemez bi hale getirdi. Ne yalan söyliyim, böyle değerli bişeyi telafi edebileceğini sanmıyorum. Anca laf, anca laf. (Tıraş hareketi yaptım suratıma elimi sallayarak, bolcana da kıllı bi herifim zaten, mesaj anında yerine gitti)

Davudi ses: Aslında bunu seninle paylaşmamam gerekirdi ama, gecenin şu vaktinde senin gibi bi isyankarın inancını kazanmak için doğru dürüst bişey yapmam şart oldu. Karmanın son yıllardaki en büyük geri dönüşünü yaşayacaksın bu verdiğim albümle. Dünyanın en iyi adamına bile vermemiştim bu ödülü, lakin gaza geldim. Siz dünyalıların “Laf ağızdan bi kere çıkar” geleneği de var, biliyorum. Al bakalım.

Karanlığın içinden aydınlık, aydınlığın içinden karanlık çıktı ve güçlü bir ışık hüzmesiyle albüm elime indi. Download dediğimiz eylem tam anlamıyla gerçek manasına dün gece kavuştu işte. Cennetin en zirve noktasından, tanrının eliyle indi bu albüm. Kapağına baktım, Japonca bişeyler yazıyordu, uzak doğu dillerinden hiç anlamam, belki de Çince’ydi. “Sen dünyadaki bütün dilleri bilirsin, bunun üstünde ne yazıyor?” diye sordum.

Davudi ses: Nightingale – White Darkness. Neyse, buradaki misyonumu tamamladığıma göre, Türkiye toprakları içindeyken Tayyip’le Abidullah’ın da uzun zamandır ertelediğim karma hesabını keseyim, malum sonucu tahmin edebiliyorsundur. İyi dinlenceler, yalnız böyle güzel bi albümü sadece kendine saklama, çevrendekilerle de paylaşmayı unutma. İyilik yap ki, iyilik bulasın. Neşeli ol ki, genç kalasın.

Ben: Yanına bi de PS3 bıraksaydın gitmeden bee. Tüh, gitti.

Earl: İşte karma böyle bişey.

Ben: Sus lan sen de.

Evet sevgili blog kemirgenleri, yaşadığım hikaye 3 aşağı, 5 yukarı böyleydi. Emir büyük, harbiden büyük yerden gelmemiş olsa, böyle bi albümü benden alabilmeniz için bana en azından cennet tapuları ve yanında PS3 vermeniz gerekirdi. Ama 20′lik PS3 değil, piyasadan kalkan 60′lıktan getirmeliydiniz. Tabi içimdeki çarpılma ve dolayısıyla büzzük korkusu semptomları sebebiyle olayın üzeri soğumadan paylaşmak istiyorum. Bi ara ben yine naz yaparaktan alırım bi şekilde o aleti.

Nightingale, 1995‘te kurulmuş, İsveç kökenli bir progressive rock-metal grubu. Şarkıların içinde yükselme, alçalma anları oldukça fazla olduğundan yer yer metalden rocka, rocktan metale değişkenlik gösteren kısımları var. Esas kurucu oğlan Dan Svanö (Vokal, gitar, klavye), diğerleri de Dag Svanö (Bas, gitar, klavye, vokal), Tom Björn (Davul) ve Erik Oskarsson (Bas) . Kurucu esas oğlan, kendi evladı gibi kurduğu gruba sarılmış olsa da diğer denyolar sonradan bitme oldukları için tek eşlilik anlayışları yok, aynı zamanda başka gruplarda da takılıyorlar.

White Darkness’a gelirsek, şu ana kadar sitede incelediğim albümler arasında en ağır toplardan biri olduğunu söyleyebilirim. Gitar ve davul tonları ne hayvani diyebileceğimiz derece sert, ne de “Bu ne lan, Olin ayçiçek yağıyla mı hazırlanmış” denecek kadar hafif. Dinlerken hiçbir şekilde yormuyor. Her yönüyle sindire sindire alıyorsunuz albümü. İşte ben brütal gruplara hep bu yüzden laf ederim. Öylesine öküzce çalarlar ki ellerindeki aletleri, şarkı boğulur gider. “Asıl amaç şarkı değil miydi?” diye sorarsınız. Hani Max Hardcore diye meşhur bi pornocu eleman var ya, aynı o herifin kadınların üstünden tır ezmiş gibi geçip, hırpalaması gibi hırpalıyor brütalciler müziği, çalgıları.

Albümün ilk şarkısı olan The Fields of Life ilk dinleyişte insanı genel olarak bütün şarkılara bağlayacak türden. Play tuşuyla birlikte karşılaştığınız klavyeli yanık giriş, biraz şaşırtsa da, akabinde giren gitarla birlikte çok güzel ilerlediğini görüyorsunuz. Zaten rock gruplarında klavyeye hiç bi zaman itirazım olmaz, çoğu grupta da oldukça iyi bir tamamlayıcıdır. Herkes yapmamalı tabi, yaptığınız müziğin altyapısını elinizdeki enstrümanlara göre ayarlamanız lazım. Yoksa gidip Slayer‘ın eline bi tane klavye verip, “Al bunu kökle” demenin manası yok. 2. şarkı Trial and Error‘a geldiğimizde ise 1. şarkıda bizi döven grubun, okşamaya başladığını görüyoruz. Tabi bu davranışları albüm haricinde gerçek bi insan yapsaydı, yandaki anketin sonuçlarından en az birini uygulardık. Ama albümlerde inişler çıkışlar gerçekten insanın zihnini düzene sokar. Ciddiyim. Bi şekilde alçalıp yükselen tempo, insanın dikkatini sürekli müzikte tutar. Bu yüzden hiçbir zaman sürekli olarak çok yüksek tempolu ya da çok yavaş müzik dinlemeyin. Belirli şeylere karşı ilginiz körelir. Hele bu şarkıda güzel bi nakarattan sonra solo var ki, “Ah seni döven ben miyim” dercesine ruhuma aroma spa yapıyor. Lan kendimi gay gibi hissettim yalnız. Girlschool‘un albümünü incelesem eyvallah da, bunu bi erkek topluluğu yapınca huzursuz oluyorum. Sonuçta bi sonraki şarkıda parmak da atabilir bu adamlar.

Bana yapacaklarından dolayı tırstığımdan mütevellit bi melankolinin dahilinde haykırışlara gark oluyor elemanlar One Way Ticket şarkılarında. Şarkıyı dinlemeden önce Darkness‘ın uyarlaması gibi geyik bi coverdır diye düşünmüştüm ama yeni bi şarkı olması ve herşeyden önemlisi güzel olması insanı daha mutlu ediyor. Aba altından sopa göstererek, sevilerek, terkederek ilerledikçe zevkin dozajını yükselttiğimiz albüm “White Darkness” isimli şarkıda adeta zirve noktasına ulaşıyor. Mutluluk, rahatlık ve ağlama hissini aynı anda bana bu denli kuvvetli yaşatan çok şarkı yok. Bir elin parmağını geçmez. Bu şarkıyı dinlediğimde “Ulan harbiden de müzik son derece evrensel bi canlı” dedim. Bu şarkıyı ingilizceden anlayan, anlamayan kime verirseniz verin, eminim ki benim bahsettiğim duygulardan bahsedecek. Bu şarkıda geleneksel hiçbir kalıp bulamadım. Oldukça özgün ve içten. Öyle içten ki, albüm boyunca edilen bütün sözleri kendi üzerinde birleştiriyor. Bu albümü gerçek dinleme amacımız gibi.

Çoğu albümü belli bir dinlemeden sonra uzun süre dinlemem. Bu albümü diğerlerine göre oldukça uzun zamandır dinliyorum ve şarkılarından henüz usanamadım. Bana göre 2007′nin kesinlikle en iyilerinden. Daha bilip bilmediğimiz albümler çok, çok olmasına. Ama bildiğim içindekilerin sınıflandırmasında bu bölüme oturuyor zaten. Daha da bişey dememe gerek yok, albüm cennetten geldi diyorum, daha ne olsun. Ben şimdi cennet dedim diye de beklentilerinizi aşırı derecede yükseltmeyin, omzumda bile ağlamanıza izin vermem o vakit.

MUHTEVİYAT: 1. The Fields of Life 04:21 , 2. Trial and Error 04:53 , 3. One Way Ticket 04:59 , 4. Reasons 04:16 , 5. Wounded Soul 03:38 , 6. Hideaway 05:21 , 7. To My Inspiration 03:58 , 8. White Darkness 05:15 , 9. Belief 03:54 , 10. Trust 05:02

Yazı bittiğinde “Joe Satriani – Asik Vaysel” çalıyordu.

Bi Daha, Bi Daha, Bi Daha !

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Futbola karşı 6. dereceden daha az bi yakınlığım yoktur. Bu derece tanımlaması da biraz garip oluyor. En iyisi biraz daha açayım, az derken, anlamadığım anlamda az. Yani burada mantık kayıtsızlığı yaşadım bi an. Normal bi anlatım içinde 6. dereceden fazla demem gerekirdi. Sonuçta bu tür şeylerde derece arttığı zaman, ona karşı duyduğun ilgin ve alakan tam bir ters orantıyı seyrediyor. Dediğim gibi, anca merhaba merhaba. Galatasaray‘ı ürekten tutan bi insan olsam da, maçları o haber bültenlerinin sağ üst köşesindeki skor bandından takip ederim. Tabi evde Lig TV olsa bu yakınlığımın artacağına karşı şüphem yok. (Burada da aslında futbola yakınlaşacağımı kastetmiştim.) Neyse, bizim çok şerefsiz bi komşu var, onun ADSL şifresiyle Sopcast‘ten Lig TV‘ye bağlanıp, Laptop‘ı da 82 ekrana bağlayarak izliyoruz maçları. İllegalitenin bu kadarı. İçim sızlamaz vallaha. Böyle davarlara müstehak. Bana “Rabbena, hep bana” lololosunu çekmeden önce düşünecekti.

Tabi Dünya çapında takımları toplayan turnuvalar, herkeste bıraktığı gibi bende de apayrı bi tat bırakır. Aslında şanslıyımdır ki, bende futboldan anlayanlara göre daha fazla tat bırakır. Zira, herkes Rıdvan Dilmen gibi “Oyunu okuyan adam” havalarına girerken, ben çoğu takımda 1 tane futbolcuyu bile tanımadığımdan o maçların ne sürprizlere gebe olduğunu bilemem. Aslında çoğu “Ben demiştim yaaa, böyle olacaktı” tipleri de bilmemektedir. Lakin taraftarlığa b.k sürdürmeme taraftarıdır. Şimdi kupa diyince aklıma Türkiye- Senegal maçı geldi. Dünya Kupası günlerinden güzel ve eğlenceli maçtı. Kupayı, ömrü boyunca bünyesinde ve programlarında hiç bir argo, küfür, laf çarpma, dil atma bulundurmayan TRT (a.k.a. Tırt) yayınlıyordu. TRT bu tabi, sadece küfür konusunda da cimri değil. Yıllardır süren “Bir Kelime Bir İşlem” programında toplamda taş çatlasa 5 milyar dağıtmıştır. Yıllardır sürüyor ve hediye verilen ikramiye hiç değişmedi. Programda 200 YTL alan rekor kırmış gibi seviniyor. Gerçi rekor harbiden de öyle. Adamlar 6-7 rakamla kuantum fiziğinin sırlarını çözecek kadar matematik işlemleri yapıyorlar, ama aldıkları para 2 kutu açıp 200.000 YTL alanın binde biri. Senegal maçı diyorduk, orada bi ilke imza atmıştı TRT. Daha doğrusu kameralara denk gelen bi çocuk. Nasıl olduysa kamera ona geldiğinde ani bi çeviklikle okkalı bi nah hareketi yapmıştı. Hem de kollu, hardcore versiyonunu. Ama müteşekkir olmak lazım. O kola seyircinin tepki vermediğini gören TRT, yayın anlayışında kendini biraz daha salaşlaştırmıştı, ölü toprağını atmıştı. İkramiyeleri de ufaktan arttırmıştı. Bu kadarı da yetmez. TRT’yi kendine getirmek için en azından her maçta seyircilerimizin iki elini havada birleştirip sağa sola sallandığı “Boylu boyunca gireyim sana” hareketini yapmak lazım.

Euro 2008‘in de neredeyse bütün maçlarını, futboldan bihaber bi insan olarak, zevk alarak izledim. Son derece sürprizlerle dolu bi kupa (Mesela buradaki derece artınca, daha da sürprizle dolu oluyor) Sonuna kadar ağzım açık izlediğim maçlar oldu. Herşey belirsiz. Futbol gurusu adam modunda ahkam kesen neredeyse herkes g.t oldu. Rıdvan, oyunu okuyamadı. Gerçi hiç okuyamazdı o, yayın ona 5 saniye önceden geldiğinden, gol olduğunu gördüğünde “Gol olur” derdi. Futboldan çaksa Fenerbahçe’de doğru dürüst teknik direktörlük yapardı. Herşey belirsiz kupada. Ama hala sonu bilinen bir film gibi. İspanya kupayı kaldıracağı sırada dedim ki, “Aha We are the Champions” çalacak. Müneccim b.ku yememiş bi insan olarak bu kehanetimin hiç de şaşırılacak bi yanı olmadığını zaten biliyorsunuz. Koskoca, milyon dolarların döndüğü, ne zaman neyin belli olacağını bilmediğimiz bir organizasyon. Maçı kazandığın an değil, kupayı kaldırdığın an finaldir zaten. Ve kupayı kaldıran takımın orgazm olacağı o anda yıllardır bozuk plak gibi dönen bi şarkıyı çalıyorsunuz. (-Lan Casillas, nedendir bilmiyorum ama sanki bu anı daha önceden yaşamışız gibi geliyor. -Dejavudur dejavu.) Bana bunun benzeri bilinmedik şarkılar yok demeyin, vallahi kafanızı yararım elimdeki altıpakların kabzasıyla. Milyon milyon eurolar sebil gibi akarken, yaptığınız işi tam yapın bari. İlla içinde “Biiiiz şampiyonuuuuz” geçmesine de gerek yok. Mutlu bi şarkı olsun yeter, insanı o an moda sokacak. Zaten Queen’in şarkısı matah bişey değil. Sadece organizatörlerin işgüzarlığının bi sonucu.

Bu beleşçilik sadece sporda da yok tabi. Onlara nazaran çok daha az paralarla dönen haber bültenleri de aynı pokun soyu. ATV bundan pek de uzak olmayan bi zamanda, haber bültenlerinin içine belli manyaklıkta şarkılar döşedi. Gerilim ya da hüzün dolu haberlerde “Requiem for Dream”, mutluluk dolu haberlerde “Amelie Theme”, absürd haberlerde ise Ocean’s Twelve’di sanırım, evet onun müziğini kullandı. Seyircilerimiz sanki gerizekalı ya, onlara haberi izlerken hangi tepkiyi vereceğine dair rehberlik ediyor müzikler. (-Şimdi burda adam, işletme sahibi namaz kılarken dükkanını rahatça soyup soğana çeviriyor. İşletme sahibi için kötü bi durum, izlese Requiem for a Dream çalardık lakin biz bu adamın salaklığına gülüyoruz. Ondan biz buna absürd diyelim. Verin yavrum ordan Ocean’s Twelve’i de ortam şenlensin.) Bu denli gerizekalı bir habercilik anlayışının üzerine bu 3 şarkıyı neredeyse her açtığımız kanalın haber bülteninde dinler olduk. Ne mutlu ki, o maçtaki çocuk kol hareketini fazla abartmamış. Yoksa TRT bile bu müzikleri çalıyor olabilirdi.

Anlamıyorum sevgili okurlar, gerçekten anlamıyorum. Sürekli aynı müzikleri duymaya sadece sinemada mı tahammül edemiyoruz? Durun ona niye tahammül edemediğimizi söyleyeyim. Yanımıza bi hatun alıp girdiğimiz filmde, toplamda en azından cebimizdeki son 25 lirayı domaldıktan sonra farklı bişeyler görmek istiyoruz değil mi? Ömrü boyunca dinlediği müziğe bile kulak kabartmamış adamlar, Atilla Dorsay edasında, izlediği filmin müziği üzerine laf edip, b.k atmaya kalkınca sinirlerim oynuyor. Parasının karşılığını alamadığı için intikam alır gibi. Olsun ama, en azından adamlar senin için, dinle diye yeni bi şarkı üretmişler ya da güzel bir seçki, kolaj oluşturmuşlar. Her filmin finalinde “We are the Champions” çalsa daha mı iyi olurdu? Gerçi buna da alışırdık. İnsan olarak nelere alışmadık ki? Bozulan ekmeklere bile alıştık. Tabi ekmek bize adaptasyon sağlamadı. Biz de ekmekler gibi kanı bozuk insanlar olduk çıktık. O deği
l de ben müzik albümü tanıtacaktım bugünkü konuda, yalan oldu. Neyse bi sonraki başlığa.

Yazı bittiğinde “Nightingale – Trial and Error” çalıyordu. Evet, bi dahaki başlığa yine zihnimin treni raydan çıkıp gitmezse, bu elemanların mükemmel albümünü inceleyeceğim. Makası çevirmeye kalkmayın, beni uçuruma atmayın. Yakında albümün linkini koltuk altıma alıp, geliyorum.

Sigarayı Bırakmanın 25 Yolu (Kısa Film)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yeni bir yaşa girizgah yapmam sebebiyle bugün “19th Anniversary etkinlikleri” çerçevesinde yeni bir daimi bölüm daha ekliyorum. Ama öncesinde doğum günü üzerine bi kaç kelam etmeden ölürüm de konuya geçmem. Mesela dikkat ettiyseniz doğum günü kutlamalarının 90%’ı yaz aylarına geliyor. Tam sıcak zamanlarda doğuyoruz Türk insanı olarak. Neredeyse tanıdık çevresinde her gün 5 kişinin doğum günü olması sebebiyle de kimsenin kendini özel hissettiğini sanmıyorum. Öyle bişey olacak ki, 5 Temmuz sadece bana rezerv olacak. Bu tarihte kimse doğamayacak. 5 Temmuz gününde doğmanın patenti bana ait olduğu için; doktor, bebek ani bi çıkış yapmasın diye çıkış yollarını kapatacak bi süre. İsterse tutkallasın, beni dertlemez.

4 mevsimi güzel bi sıra içinde yaşayan ülke olarak eğilimimiz aslında belli. Yaz vakitlerinden 9 ay gerisine gittiğimizde görürüz ki, tam havaların ılıman, oynaşmanın güzel olduğu zamanlardır. Yazın sıcağında, kışın soğuğunda “karı-koca ilişkisi hak getire” modunda iken, baharda bombalar patlar. Bu sebepten ülkenin nüfusu her zaman tam bu civarlarda, yani bahardan 9 ay sonraya tekabül eden yaz vakitlerinde katlanır. Hadi bunu da geçtim, Temmuz başında doğanların doğum günlerinin gölgede kalması için ekstra sebepler vardır. Üstüste gelen 3 özel gün, Kabotaj Bayramı, Amerika’nın Bağımsızlığı ve Kırkpınar Güreşleri‘nin başlaması insanların sizin doğum gününüzü akıllarına bile getirememelerine sebebiyet verecektir. 29 Şubat’ta doğan bi insanın doğum günü bile daha fazla kutlanır Temmuz’da doğana göre. Çünkü 4 yılda bir gelen bir gün olduğu için, daha bi tutkuyla beklenir. Hem de benim gibi adam olmak istemeyen eşşek kadar adamlar için “ideal” kelimesinin sözlükteki anlamının zirve noktasıdır. Hele ki o tarihte doğan kadınların ileride ne kadar doğru zamanda çıkış yaptıklarına sevindiklerini hayal bile edemiyorum. Biz 28′inde doğunca 40 yaşında olduğumuz zamanda, o kadın göğsünü gere gere 10 yaşındayım diyebilir. Aslında Gönül Yazar gibileri mahkeme kararıyla bu tarihe de geçebilirler.

Konumuza dönelim. Bundan kelli belli zaman periyotları içinde, sürekli üstünüze aynı konuların hücum etmesini istememem sebebiyle, sıralamanın içine kısa film gösterimleri ekliyorum. Kısa film dediysek, harbiden festivallerde yarışan, iyi işler çıkarmış filmler. 2 tane hanzonun eline kamerayı alıp, abuk sabuk hareketler ve küfürler etmesi değil olay yani.

Kısa film konusunda hep anlamadığım bir nokta olmuştur. Dünya çapını bilmiyorum lakin ülkemizde hep evlatlık gibi kalmış bi türdür. Her miyendüzün çekmecesinde film projeleri ve fikirleri olur, ama imkansızlıktan ötürü bir türlü çekmeyi beceremez. Çekebilse de bu sefer insanlara sunamaz. Çevremizdeki insanların kalın kafalı tutumları sebebiyle o çekilmiş film de umutsuzca proje çekmecesinin içine atılır. Bi ara CNN Türk‘te “Kameramla Kampüste” diye bi yarışma vardı. Ne kadar güzel ve teşvik ediciydi. Katılanlar arasında gerçekten deha dediğimiz tipler çıkarken, salak salak ne çektiğini bilmeyenler de vardı haliyle. Ama o deha gözüyle baktığımız adamlar da unutuldu gitti program yayından kalkınca. Birisi adama el vermiş olsa duyar, görürdük yine herhalde. Evde çekirdek çitleterek kadın programı izleyen reyting etkileyicisi kalın kafalı güruh yüzünden de tek sezonda yayından kalktı program . Kimse “Bu ülkede güzel şeyler de oluyor” demesin. Olmuyor çünkü. Asıl birincil hedef olması gereken, insanı sahiplenme meziyetinden ölümüne uzak duran bir ülkenin yaptığı her şey boştur çünkü.

Kısa filmler, çok derin görüşlerin ortalama olarak 4-5 dakika gibi çok kısa sürelerin içine sığdırıldığı filmler olduğundan ötürü, normal filmlerden daha dikkatli izlenmesi gereken filmlerdir. Film başladığında bile en az 10 dakika film moduna giremeyen, sürekli yanındakine saçma sapan şeylerden bahseden adamların yanında asla izlenmemelidir. Çünkü o denyolar kendini konsantre edene kadar film bitmiş olacaktır. Eğer amacınız ortaya gerçekten unutulmaz bir kısa film çıkarmaksa, işiniz uzun metraj filmde şaheser yaratmaya göre çok daha zordur. Tabi sokaktaki adama sorarsanız “Onda ne var lan yarraaam, ben de çekerim kısa film, oturmuş kendi kendine konuşuyor deli gibi, al ben de konuşuyorum, kameraya kaydetsen bu da kısa filmdi.” diyebilir. İşte böyle bilip bilmeden her konu üzerine moronca yorum yapan adamların üstüne gladyatör arenasında aslanları salıp, geberirken filmlerini çekmek istiyorum.

Madem bu başlangıç konusu, o zaman ilk olarak gayet anlaşılabilir olan bi tanesinden, Bill Plympton tarafından 1989 yılında hazırlanan ve sigarayı bırakmanın 25 yolunu anlatan animasyonla başlayalım. Özellikle kapalı alanlarda sigara yasağı yüzünden mahrum olan insanlarımız için oldukça yol gösterici olacaktır. Herkes kağıt üstünde 3 gün duvarı, 5 gün duvarı diyor, lakin daha kesin bırakma çözümleri gerektiği ortada. Animasyon her ne kadar 1989 yılında çekilmiş olsa da, yöntemlerin yıllardır değişmediğini biliyoruz. Çünkü içindeki artan zehir miktarı haricinde pek de bişey değişmedi. Mevzubahis film, sigarayı bırakma konusundaki parodiler bazında hala birincil referans kaynağı olarak kullanılır. Sigara üzerine en kapsamlı kısa filmlerden birisidir. Uzun metraj olarak da Thank You For Smoking alanında bir numaradır. Aktif içiciler, sigarayı bırakmaya, pasif içiciler siz de eğlenmeye hazırsanız makarayı sarıyorum. Lights, Camera, Action!


Futurama: Beast With a Billion Backs

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Altyazı çevirmeniyle izleyici arasındaki ilişki, doktorla hasta arasındaki gibi olmalı bir düşünceye göre. Nasıl hastanede ölümle burun buruna bir şekilde yattığınızda bile “Alın lan beni ameliyat edin, ölecem burda, ben öldükten sonra alın o neşteri bi yerinize sokun” diyemiyorsanız, altyazısını büyük bi iştahla beklediğiniz filmin altyazısını yapan adama da, “Hadi çevir artık şunu anuna goyim, betonarme yapı kıvamına geldik” diyemezsiniz. Sebep ortadadır, ikisinde de durumun daha b.ka sarması korkusu, sizi gerçekleri söylemekten alıkoyar. Doktorla laf dalaşına girsen, adam kıllığına ameliyat etmez yani. Hipokrat’ı mipokratı geçecen hacı. Doktorun insiyatifine bağlısın. Kuklanın ipleri kimin elindeyse ona itaaat edecen. Master, Master! Çevirmen de aynı durum, sadece hayati bi olay yok, tabi o filme ne kadar tutkuyla bağlı olduğunuzla da alakalı. Adama fazla yüklendiğiniz an “S.ktir git lan, çevirmiyorum.” demesi olasıdır. Sonuçta bu zevk için yapılan bir iştir ve adamın keyfinin kahyası da olamayız.

Futurama‘nın 2. filmi Beast With a Billion Backs bundan 1 ay önce, resmi çıkış tarihinden çok önce piyasaya düştüğünde çok sevinmiştim. Hani ” İlk izleyen ben olacam heheheeee, sonunu herkese söyleyecem, bu alemde çok itibar görecem, ayaklarımı öptürecem.” ritüeli vardır ya yıllardan beri süregelen, böyle durumlarda ona kapılıyorum işte. Kolay değil bi de, yayından kalktığından beri senede bi kere gördüğümüz sevgili gibi oldu. Ya da şöyle söyleyeyim, sanki bi yıldır sevişmiyormuşsunuz da, o yüzden düz duvara tırmanıyomuşsunuz gibi. Futurama’yı takip edenler bana kesinlikle hak verecek, etmeyenler şaşıracaktır büyük ihtimalle bu söylediğime. Lakin olay şudur: Futurama, Simpsons‘tan daha eğlenceli. Simpsons Matt Groening’in olgunlaşma dönemiyken, Futurama, o olgun, bardan her gün farklı bi hatunla çıktığı dönemdir. Bu dediğimi özellikle Simpsons Movie ile Futurama’nın herhangi bi filmini kıyaslarken anlayabilirsiniz. Yalnız diziye ve karakterlere adapte olmadığınızda, her diziye olduğu gibi size yeterince komik gelmeyebilir. O yüzden öncelikle ilk 5 sezonu izlemenizde fayda var.

Altyazı çevirmeni diyordum. Her çevirmenin kendi mekanları, alanları vardır. Bu bölgeler mafya bölgesi veyahut sit alanı gibidir. Ya da en basidinden herhangi bi köpeğin üzerine işediği ağaç. Bir çevirmen, başlangıçta hangi filmleri ve dizileri çevirirse, onun üstüne yapışır, onunla anılmaya başlar. Aslında bu oldukça güzel bir durumdur. Çünkü çeviri işi, yorumun %90 altın değeri taşıdığı bir zanaattır. Belli bir dizi serisi hakkında belli deneyimleri yaşayıp, karakterleri tanıdığınızda ona daha güzel bir altyazı kalıbı hazırlarsınız. Tabi Türkçe’de karşılığı olmayan kelimeleri bulmak da bu noktada başlar. Futurama’nın da resmi Türkiye altyazı distribütörü, isminin Feridun olduğunu tahmin ettiğim, feri_meister. İlk film çıktığında anında çevirip askere gitmişti. Özveri budur, sorumluluğunu biliyor. Bu seferki filmin de, askerden tam yeni geldiği döneme denk geldiğinden sanırım çevirisi bayağı uzun sürüyordu. Ama içimdeki Futurama açlığı had safhadaydı. Bu yüzden dayanamadım ve o girilmemesi gereken doktor hasta diyaloğu içine girdim. Tabi “Aaaaaaal sana altyazı, say bakayım kaç dişli” der mi diye düşünüyordum. Neyseki feri_meister babamız tahmin ettiğim iyi ihtimal dahilinde geyik ve anlayışlı bi adammış. Hemen halledeceğini söyledi. Çevirisini beni dinleyip de pek hızlandırdığını sanmıyorum lakin çeviri sayacını sürekli günceller oldu da, çeviri oranını takip ettim en azından. Bi de altyazı bitince, bana haber verip linkini attı ki sormayasınız, mest oldum, jest oldum. Hasta – Doktor ilişkisini bitirip, iş için 1 seneliğine ayrılan 2 sevgili kıvamına dönüp, “Yine seneye görüşürüz.” olayına girdik akabinde.

Film, yine orjinal dizi kalıbını kurarak saçma bir hikayeyi alıp, onun geyiğini çevirmek üzere kurulu. Önceden saçmalık havuzuna 10. dakikada atlayan film, bu sefer öncekinden çok daha hızlı, ki bu beni aşırı derecede mutlu ediyor. “Previously on …” geyiğiyle başlayan dizilere de bi yandan gönderme yaparken, gökte açılmış devasa bi delik görüyoruz. Delik o kadar uzun süredir açık ki, insanlar artık korkarak deliği gösterirken bile sıkılmışlar. E tabi, olayların başlaması için bizim filmi izlememizi bekliyorlar, bu da ayrı bi güzel gönderme. Ama suçlu biz değiliz. Film ellerinde hazır olmasına rağmen oradaki sübyancıkları bir yıl bekleten Groening. Başka bir boyuta açılan elektromanyetik olduğu düşünülen bu deliği incelemek de, tahmin ettiğiniz gibi “Good News Everyone” elçimiz Profesör Farnsworth‘un kobay kargo taşımacılarına düşüyor.

Hikayenin diğer iskeletini ise yine Fry‘ın aşk hayatı oluşturuyor. Tam kendine bi sevgili yaptığını düşünen Fry, hatunun, hiç kimseden saklamadan aynı anda 4 erkekle daha çıktığını görünce yıkılıyor. Tabi diğer erkekler durumdan hiç şikayet ediyor gibi gözükmüyor. Hepsi aynı evde hatunla yaşayıp gidiyor. Dünya barışıyla karışık,aşk dolu bir evren mantalitesine sahip erkekler ve tek hatun, evi cinsel ihtiyaçları karşılamak üzere bir pilot bölge olarak görüyorlar sadece. Fry da Leela‘dan sonra 2. bir aşk acısını daha kaldıramayacağı için, uzaklara gitme niyetiyle manyetik boyutun içinden diğer tarafa geçip, her tarafı vantuzlarla dolu, dev bir yaratığın içine giriyor. Bundan so
nrasını da anlatsam spoiler olacağı için, ufaktan yapıya geçiyorum. Lan gerçi bi yandan da içimde aşırı derecede spoiler verip, sizin için filmin tadını kaçırma isteği var. Acaba bilinçaltımda
bu filmden kimse benim aldığım zevki alamasın gibi bi istek mi var ne? Ama cidden benim aldığımdan daha fazla zevk almayın bu filmden. En azından Türkiye çapında bu filmden en fazla zevk alan ilk 100 adam içine gireyim. Beni spoiler kullanmak zorunda bırakmayııınghhh!

Filmde beni rahatsız eden sadece tek bir noktada var. Aslında o da epey derecede rahatsız ediyor. Futurama’nın dizi hayatında, umarsızlığı ve angutluğuyla nam salmış Fry’ımız, bu son iki filmdir aşk acılarıyla kıvranıyor. Tabi dizide de Leela’yla arada sırada aşk ilişkileri oluyordu ama olayı fazla uzatmıyorlardı. Yani dizinin Bender‘dan sonra 2. komedi eksenini oluşturan Fry iptal olmuş durumda gibi. Bu yüzden de Bender’a ve parlak metal k.çına oldukça fazla iş düşüyor. Vallaha içim parçalanıyor bu oğlanı böyle dertler içinde gördükçe. İlk filmdeki, oldukça iyiydi ve olaya mükemmel bir lezzet katmıştı, ama bu filmdeki biraz zorlama olmuş. 2. dereceden yan hikaye olsa itirazım olmazdı. Umarım şu son 2 filmde artık Fry’ın aşk acılarıyla şekillenen hikayelerden çıkarız ve daha fazla çıplak Leela sahneleri görürüz. Biz dizide buna alıştık kardeşim, aşk filmi değil ki bu. Cyclops, mayklops (İngilizcelerde bu ikilemeyi denememek lazım aslında) ama daş.

Film, peşpeşe saydırdığı esprilerle yine her zamanki gibi gobeemizi çatlatacak türden. Hatta şurdan biraz feri_meister’i de övelim, bazı yerlerini çok güzel yorumlamış. Türkçe’de tam olarak karşılığı olmayan öbeklerin, tamlamaların yerine, olacağından çok daha güzellerini koymuş, ki bu yaptığı çevirinin 10 numero olduğunun en önemli göstergesi. Özellikle, filmi izlerken “S.çkın Robotlar” ve “Yok ebesinin Ali Sami” yorumlarının çok yerinde olduğunu farkedeceksiniz.

Hasretliğin bu kadar canıma tak edeceğini düşünmezdim. Sevdiğim insandan bile yıllarca ayrı kalırım, ama Futurama’dan koskoca 1 sene ayrı kalmak insana koyuyor be. Çevirmene söyledik, altyazı işini ayarladı. Acaba Matt Groening’e de “Abi bari şunu 6 ayda bir çekin be.” desem fikrimin üzerinde 1 saniye bile olsun, düşünür mü? Ya da ne bileyim, ellerindeki çizgi film yükü fazlaysa bi sene Simpsons, bi sene Futurama oynasa. Hem öyle olunca seyirci açısından da ikisini de izlemesi daha zevk verici olacaktır. 18 sezon Simpsons oldu. Yeter gari. Biraz kardeşine ver de o da yesin. O da büyüsün.

Dipçik Not: Futuramadan bihaber olanları da bu diziye çekip, kitleyi büyütmek amacıyla, kendi ellerimle kesip internete koyduğum ve Bender’ın karakterini 30 saniyede tanımamızı sağlayan bu sahneyi sunuyorum. İşte 30 saniyede Bender.