Modern Zaman Filozofu Hooger Brugge

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

İnsanlık olarak çoğu zaman hayvanlardan daha kompleks olduğumuz için seviniriz. Tabi kadınların erkeklerle aralarındaki kompleks olma oranı bir erkeğin hayvanla arasında olan karmaşıklık uçurumu kadar büyük olduğundan ötürü dişi cinsiyet güruhumuz da kadın olduğu için oldukça mutludur. Ama hiçbir zaman düşünmeyiz ki, bu karmaşıklık aslında biz insanları kötülüğe doğru itmek için oluşan bir olgudur. Hayvanlara baktığımızda iyilik-kötülük şeklinde bir kutbun ya da ayrımın olmadığını kolayca görebiliriz. Bir hayvanın yaşaması için, diğer bir hayvan popülasyonuna yaptığı tabi ki kötü olabilir ama bu sadece yaradılışın getirdiği bir zorunluluktur. Sonradan kazanılan bir özellik ya da bir seçim değil. Oğlunu oldukça seven aslan annenin yavrusu için güzel bir ceylanı paramparça etmesi de bu yüzden sadece hayvan ortamında normal görülür. Düşünsenize, bizim türümüzde bile kabul gören bir istisna aslında bu. Bu hareket, hiçbir zaman öldüren kişinin kötü olduğunu göstermez. Ama aynı tür arasında birbirini öldürüp yeme olayı çok nadir türlerde görülür ve en azından insan toplumu yamyamlara iyi gözle bakmaz.

Peki hayvanlarda neden kadınların etrafını çevirip ellerindeki topuzlar ve altlarındaki motorsikletlerle kahkaha ata ata taciz eden kitle olmaz? Çünkü zekaları toplumsal-ahlaki kurallar oluşturmak için yeterli değildir ve bu yüzden bu zekalar ile aralarından hiçbir zaman motorsiklet öğrenen çıkmayacağına göre köreltilmiş zekalarını kullanacakları araç bulamayacaklardır. Ya da yönlendirecek amaç. Birbirlerinin yemeklerini çalarlar pekala, ama dediğim gibi zihinsel ahlaki sınıflandırmaları olmadıklarından ötürü bu onların sıradan bir kuralı gibidir. Biraz önce anlattıklarıma da dayanarak insan ya da hayvan olsun, tüm popülasyonlarda neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirleyen şeylerin zamanla oluşturulmuş, zihin kapasitesiyle sınırlı ahlaki ilkeler olduğunu söyleyebiliriz. Şu an milyarlarca ışık yılı ötedeki başka bir evrendeki canlıların yaşamlarını inceleyebilsek belki de bize ayıp ya da günah gelen şeylerin onlar için çok sıradan olduğunu görebilirdik.

Bi nebze de olsa bu söylediklerim beni karmaşık canlıların daha fazla şerefsiz olmaya müsait olduğunu düşündürmeye itiyor. Doğduğumuz an itibariyle ruhumuza kötülüğü çekmeye o kadar hazır, o kadar razıyız ki. Bu da bebeklik döneminde algı kapasitemizin ve zihin filtremizin noksanlığından ötürü yakalandığımız bir zaaf. Doğduğumuz zaman 20 yaşında bir insan olgunluğundaki zihine sahip olsaydık insanlık iyiye doğru otomatikmen yönelmiş olacağı için dünyadaki iyi insan sayısı kötüleri kat be kat katlardı muhtemelen. Yalnız ne olursa olsun tam olarak bitiremezdi. Bu denli bir karşıtlığın olması da zaten iyi olan insanların “Ben neden iyi olmalıyım?” ya da “Ben neden iyiyim?” sorusuna yanıt bulabilmeleri için oldukça önemli. Yine de bunlar bizim için milyarlarca ışık yılı ötedeki evrenlere gidemeyeceğimiz için bir muamma olarak kalacak.

“Ne lan bu sorgulamalar böyle, deli falan mı s.kti seni arefe günü? Git bi gusül abdesti al da gel zındık.” gibi fısıltılar duyuyorum sağdan 2. masadan. Hayır efendim, beni başka bi deli tarafından düzülmüş bir deli düzdü. Felsefeyi kısaca böyle tanımlayabiliriz aslında, hiç bir filozofun da laf edeceğini sanmıyorum. Hatta filozof sosyetesinin Diyojen gibi manyaklardan oluştuğunu düşünürsek elimi bile öpebilirler. Evet, felsefe nesilden nesile geçen deli s.kmesidir. Asıl deliyi hiçbir zaman bulamayacağımız bir skertme hem de. Ya da kulaktan kulağa skertme dozajının arttırılması gibi. Birisinin bulduğu tespiti başkalarının zihinlerinin fırınlarında işleyerek daha farklı bir hale getirmesi.

Modern zamanların eli mouse tutan filozofunun da Hooger Brugge olduğunu söyleyebilirim. Hem de Flash’tan (Adobe) anlayan türden. Filozof sosyetesinde çok ekmek bulacağına eminim. Henüz ekspresyonist düşüncelerini ve beyninde canlanan resimlerini internet yoluyla interaktif ortama taşıyan modern zaman yorumcularıyla pek tanışamadık. E, Diyojen’in zamanında fıçısından internet bağlantılı Desktop PC vardı da o mu çiziktirmedi iki satır?

Hooger Brugge, modern yaşam insanlara kötülük tohumlarını atarken ayıkmış ve bunlar üstüne kafa yormaya başlamış, oldukça da iyi sonuçlar almış bir sanatçı. Tabi ki böyle derin konular üzerine her gün beynini yoran adamlar gibi, kendisi de oldukça manyak ve bu manyaklık eserlerine inanılmaz ölçüde özgünlük ve mükemmelik katıyor. Eserlerini sitesi www.hoogerbrugge.com‘da yayınlayan sanatçının asıl beni benden alıp götüren eserlerini ise Spin, Flow ve en mükemmeli olan Modern Living adı altında 3 başlıkta toplayabilirim. Spin ve Flow günlük yaşantımızdaki absürtlükleri sorgulayan tek bir parça eserken, Modern Living, 1998′den 2001 yılına yaydığı çalışmalarından oluşan kompozisyonu.

İnsanların çiğliğinden bıkmış ve onları bozan, ilk günkü saflığından uzaklaştıran ne kadar modern dünya alameti varsa hepsini anlatmış bu çalışmalarında. Sigara, uyuşturucu, yapmacık insanlar, internet köleleri, belli bir kulübe mensup insanlar, din sayesinde kukla gibi oynatılan insanlar, değişen mutlu gün anlayışları, ölüm vb. pek çok konunun animasyonunda kendisini kendi bakış açısının içinde kullanırken bir yandan da animasyonlarında ses ve müziğin gücünü kullanıyor. Günümüzde en önemli iletişim aracının ses olduğunu düşünürsek böyle bir animasyon serisinde bu aracın olmaması inandırıcılığını azaltabilirdi. İlk gördüğümde, aslında pek de uzun sürmeyen Modern Living’teki animasyonları tek tek mıncıklayarak oldukça uzun bi süre dehşet içinde düşünmüştüm. Çoğu animasyonun içindeki eylemler ziyaretçisinin belli yerlere tıklayıp, belli hareketleri başlatan interaktivitesine bağlı ve bu durum etkiyi bir kat daha arttırıyor. Genel olarak eserlerini inceleyenlerin düşünmesini istediği için çoğu çalışmalarını insanların isteyerek sorgulamasını sağlayacak şekilde hazırlamış.

Çiğ olmamamız bu vakitten sonra zaten mümkün değil, ama öğrendiklerimiz ve tecrübe ettiklerimizle belli hatalarımızı bir nebze azaltabileceğimizi düşünüyorum hala. Ya da modern yaşamın hızı içinde unuttuğumuz değerleri de hatırlayabiliriz. Zira biliyorum ki, pek çoğumuz modernleşmeyi hala gelişim olarak görüyor. Ki modernleşme, doğru şekilde kullanılmadığında insanı daha da çıkmaz yola sokan karmaşıklaştırıcı yapıdan başka birşey değildir. Bırakmaktan dahi korktuğumuz bir bağımlılık esasında. Tüm bu sebepler bile ayıkmanız için modern yaşam üzerine satirik-metaforik metinler içeren Modern Living’i saatlerce incelemeniz için yeterlidir bana göre. Hatta Editor’s Choice jokerlerimden birini bu eserler için kullanabilirim.

Yazı bittiğinde “Galactic Cowboys – Life and Times” çalıyordu.

Mim Part IX : İki Klip Birden

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Mal sahibi, mim sahibi, hani bunun ilk sahibi : Ekubio

Takvimime şöyle bi bakıyorum, Eylül’ün 10′unda resmi mim mevsimine girmişiz. En az pastırma yazı ve samırsak kenyası kadar önemli bir tarih. Baktığım takvimin sakın geek takvimi gibi içi bir takım bilgisayar zırvalıklarıyla dolu kağıt topağı olduğunu sanmayın. Zati (Sungur) benim Türkiye Gazetesi takvimi harici takvim okuduğum, görülmemiştir. İhlas takvimi olarak da geçerdi bu takvim sanırım. Yeni takvim kısımlarıyla cemaati blogosfere kaynaştırmayı, irtica hareketlerini internet alemine Blog Action Day gibi organize olarak taşımayı düşünen bu takvim beni tutkuyla bağladı kendine. Tuvalet kapısının önüne asılmış bu güzide takvim, giriş ve çıkışta her daim dikkatimi çeker ve belki de yaprağının koparılabilir olduğunu unutturup beni tuvaleti bastırmış bi şekilde üzerindeki yazıları ayakta okumaya zorlar. Önemli günler arasında, o günün yaprağında mim başlangıç ve bitiş günlerini görebildiğimiz gibi, haftada birlik Cumartesi gününe denk gelen yaprakta da irticai faaliyetler üzerine Cübbeli Ahmet Hoca‘nın başlattığı mim dalgalarını görüyoruz. Sezona gerçekten güzel bir giriş yapmış açıkcası. Konu “Uyurken şeytan dürttüğü, ya da rüyanızda iş tutuştuğunuzu görüp, gerçel hayatta kamyon devirdiğiniz vakit banyoya sağ ayağınızla duhul eylediğinizde sadece boydan boya yıkandığınızda Allah katında temizlenmiş olur musunuz, yoksa illa ki yıkandıktan sonra üzerine her hareketin 3 kere tekrar edildiği gusül abdesti mi elzemdir? Bilemiyorum sevgili müminler, blogunuzda şunu da irdeleyebilirsiniz. Yalapşap yıkanıp, bir hışımla çıksak abdest yüzde kaç oranında kabul görebilir? Mimbazlar olarak da pası sevgili Fethullah ve Tayyip’e gönderiyorum.” Blogcuların parmaklarını/zihinlerini açması açısından pratik bir konu sunmuş olsa da bölücü hareket mimi çok yakında eylemlerine koyulacaktır.

Benim de içinde bulunmuş olduğum, kafir, putperest blogosfer kısmı da “Dinlinin hakkından imansız gelir” düsturunu radikal şeriatçılara kanıtlamak için bir kez daha eş zamanlı olarak mim mevsimini açmış. Açmış diyorum, çünkü ben organizasyon olaylarına elimi sürmem. Biri mim gömerse, ben de gömertir atarım tabii. Lakin geçen sene bir günde 4 mim gelmesiyle contayı sıyırmanın eşiğinden dönmüştüm. Garip bi meret, geldi mi dörder beşer geliyor. Halbuki Cübbeli Ahmet Hoca gibi daha organize olabilirsek daha başarılı olacağımıza inanıyorum. Bakınız, sevgili Tayyip son zamanlarda bizim camiadaki Blogger’ları toplamak için yeni bi numaraya başlamış. Kıllı börtlü erkek blogcuların, kendi amaçlarına en zıt düşen insanlar olduğunu bildiği için bi aralar Facebook’ta fenomen haline gelen “Ekşi sözlük yazarları bir biraya g.t verir” grubundan ve mantığından esinlenmiş olacak ki, damarımızda şol cennetin ırmakları gibi akan fenomen blogcu ruhundan yararlanıyor ve en bitirim 150 blogcu olan bizlerin adreslerimizi vermemiz durumunda gusül abdestini bütünleyen etek tıraşı için tıraş bıçağı seti göndereceğini söylüyor. Siyasi hareketlerine karşı isyanın en kuvvetli şekilde bloglardan başladığını ve bizlerden kurtulunca sorunları bertaraf edeceğini biliyor çünkü. Ey kıllı fenomen blogcular, sakın adresinizi 3. parti iktidarlara vermeyiniz. Bu, sevgili Tayyip’in blogcuların adreslerini öğrenip kafa göz indirme ve imhasına dayanan bir projedir. Deli deliyi görünce elbet zopasını saklar, lakin aramızda akl-ı selim blogcular varsa derhal “report phishing” tuşuna basmalarını rica ediyorum. Fakat ben “Stick Proof“um. Yani deli olduğum için zopa geçirmezim.

Kendi açımdan sezonun ilk siftah miminin konusu “En Başarılı Klip Arşivini Oluşturmak“. Çorbaya elbette tuz atacğımdır. Lakin bu tür yemekler, pişme sırasında tuzun guatra karşı iyi gelen iyotik özelliklerini yok ettiğinden ötürü, tuzumu çorbayı sofrada gördükten sonra üzerine eklemeyi uygun gördüm. Evet, biraz fazlacasına tuzlu olmuş gibi, o yüzden sulandırmakta fayda görüyorum. Zaten çorba dediğimiz şey sulak ortamlarda yetişen, yüzde 95′i sulak bir organizma değil midir? Şayet üniversite evindeyseniz çorbaların yüzde birini de arkadaşları içmesin diye içine tüküren en pislik herifin tükmüğü oluşturur. Hatta daha intikamcı üniversite arkadaşlarınız varsa evde “Madem bana yar olmadı, sana da yar etmem uleeen” diyip “Ya Allah narasıyla tükmükleştirilen yüzde 5′lik balgam solüsyonu oluşturur.

Mim konseptimizde ufak bi oynama yaparak evvel zamanların yegane anlayışı 2 film birden konsepti üzerine kurdum. O zamana yetişenler ya da bu zamanlarda Tepecik türü sokakta şeyinizi sıvazlayarak dolaşsanız insanların umrunda olmayan mekanlardan geçiş yapanlar/gönüllü gidenler bilirler. Günümüzde bu tür sinemalarda abazan ve bol sıvazlak seyirciler eşliğinde sadece zaman aşımına uğramış porno filmler oynasa da evvel zamanda bunun daha bi alt ve daha basit kolları olan istismar/B filmleri oynardı. Düşük bütçesi ve konusuzluğuyla seyircisine ne görsellik, ne de hikaye sunan bu filmler esasında sadece seyirciyi psikopatlaştırmaya yarıyordu. Zira filmlerin büyük bir çoğunluğunu kanın gövdeyi götürdüğü, cesur sahnelerden oluşa
n vampir, zombi filmleri ve özellikle kadınlara garezleri olan erkeklerin onları paramparça ettiği hayvani içgüdü coşturucusu filmler oluşturuyordu. Pekala klip aleminde de böyle bi konsept yakalayabilirim diye düşündüm ve aklıma gelen iki klibi şu an sunmaktan hiç de çekinmiyorum sevgili okurlar. “Nedir bu karılara gareziniz kardeşim?” diyerek üzerime Panter Emel’i sarmamanız amacıyla kadın istismarının arka planda kaldığı klipler bunlar.

1-) Agony Bag – Rabies is a Killer :

1976‘da kurulan, ucuz makyajlarıyla Kiss taklidi bile olamayan ve giyim kuşamlarıyla adeta travesti güruhunu andıran bu gerizekalı grup, beyin seviyelerinin orantısına göre şaşılacak derecede mükemmel bir albüm olan Feelmazumba‘yı yaptı sanırım aynı tarihte. Lakin beyin kıvrımlarının bütün güçlerini harcamış olacaklar ki, sadece tek albüm yaptıklarıyla kaldılar. İbrahim Tatlıses’in bir şarkıda 1 milyon kere “Tek Tek” deme stilini bu gruptan aldığını, Rabies is a Killer şarkısını dinleyip, veyahut az yukarıdaki klibini izlediğinizde kolaylıkla anlayabiliyorsunuz. Aynı zamanda grubun tek klibi olan bu B filmi tarzındaki klip, travesti-ucube solistimizin kameraya bakarak neredeyse on yüz bin milyon baloncuk kere “Rabies is a killa is a killa is a killa yes is a killa” demesinden oluşuyor. Solo zamanlarında maymun gibi direklerin üstünde barfiks çekiyor olsa da solo bitince ayaklarını yere basmayı biliyor. Bu herifler her ne kadar başlı başlına kadın/erkek istismarı/ziyanı olsa da asıl finali klibin sonunda sahneye giren, biri balık etli, diğeri sıska 2 kadının üstünü soyunca görüyoruz. Özellikle ayarlandığını tahmin ettiğim bu kısımda, birinin ufak, diğerininse koca memeli olması paranormal bir şekilde simetri manyaklığı tetikliyor bende. Bilmiyorum, seyircide yaratmak istedikleri rahatsızlık bu olsa gerek. 1970′lerde neredeyse bütün insanların cıpcıbır, anadan üryan dolaştığını düşünürsek çıplak iki meme pek de rahatsızlık vermez. Ama simetriyi bozabilirler gördüğünüz gibi. Şarkı güzel ama klip bir b.ka benzemiyor. Ama B klibi stilini yansıttığı için başarılı kabul ediyoruz.

2-) Cradle of Filth – Burn in the Burial Gown :

Bu pislik grubu metalle alakanız varsa zaten biliyorsunuz. Düşünün ki, Kayseri Kalesi’ni belgesel çekiminde kullanmak için bir adet Bizans Bayrağı asan yönetmenin bile “Yankee Go Home” sersenişleriyle çakma milliyetçiler tarafından şutlandığını düşünürsek, bu eşşek sıpalarını Kayseri Kalesi’nin duvarına dayayıp, bağladığımız takdirde kızılcık sopaları ve meşe odunları gibi geniş bir portföyle ağızları/gözleri dağıtılacaktır, daha sonra da organize bir dilenci örgütünün eline verilerek sahte kelle kağıdıyla sakat sakat dilendirilecektir. Tabi ki yine sadaka yerine yumruk yiyecekleri aşikar. Zaten dilenci de bu yüzden dilendirecektir. Beterin beteri varmış diyip, illallah çeken insanlar, eski oldschool ve normal tipli dilencilerimize daha çok bahşiş verecektir. Double Vision veya Duble Görüş olarak hitap edebileceğimiz bu seyirliği boktan video gününü tamamlamak için adeta biçilmiş kaftan mevzubahis klibimiz. Ucube festivali gibi ne idüğü belirsiz bi mekana doğru yola koyulmuş götlü göbekli bi köle kafilesi görüyoruz. Kafeste de görüntünün bitrate kalitesinin düşüklüğünden dolayı süt gibi mi yoksa pestil gibi mi olduğunu anlayamadığım bi hatun var. Grubun elemanı elinde kırbaçla şuursuzca nereye denk gelirse vuruyor. Emir-komuta zincirinin en süt kısmındaki bi manyak olarak önüne gelen herkesin köle ya da senden alt bi rütbe olduğunu bilmek insanda histerik kırbaç vurma manyaklığını doğuruyor olsa gerek. Ara sahnelerde ellerinde elektrik topuna benzer 220 volt şebekesinden kaçak çekildiği belli olan enerji yumaklarını evirip çeviren manyaklar görüyoruz. Yalnız bu efekt çalışmasını “Dünyayı Kurtaran Adam”daki ışınlanma efektlerini yapan adam yapmış gibime geldi. Elektrik topları bütçe düşüklüğünden makarayı çizip de oluşturulmuş gibi sanki. Daha sonra ucube festivaline gidiliyor ve bu vampir tipli kan emici manyak, sahneden bi hatunu çağırıyor boynundaki haçı yakarak “Hadi gel bu gece günah denizinde yüzelim” bakışı atıyor. Tabi hatun dünden razı. Adam lökkadanak boyundan yapışıyor ve kan gölüne dönüyor ortalık. Daha sonra elinde elektrik topu çeviren manyaklar tekrar peyda oluyor ortalıkta. Güç birleştirir gibi bi naneler yapıyorlar ama zaten hiç bir anlamı yok. Klip manasız ve b.ktan ama istismar filmi standardında. Bu yüzden başarılı. Yok lan ne başarılısı, iki klip de berbatlıkta başa baş yarışır.

Selam olsun Bolu Beyi’ne, selam olsun dolu beyine : Kupa K1z1, Ters Meditasyon

Yazı bittiğinde “Deep Switch – Silver Bullet” çalıyordu.

Homoti : Badi’den Bile Kötü, Üstelik?!

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Türkiye’de gözü sorunlu, buğulu ya da gözünü çizdirip Şahin (K.) Bakışlı olmak isteyenlerin sayısını bilmiyorum. Benim merak ettiğim ve kafamın çengelli iğneyle birleştirilip yekpare yapıldığı sorunsal, Türkiye’de neredeyse hergün yeni bir göz hastanesi açılması ve bu denli fazlalıklarına rağmen göz sorunları ve ekstra hizmet taleplerine yetişememeleri. “Altı üstü göz lan” gibi abuk bir cümleyle işin içinden de çıkabilirim. Ama ne yazık ki göz, boyutunun ufaklığına rağmen vücudumuzdaki en karmaşık ve dolayısıyla en çok arıza çıkaran organlardan biri. Tabii şu an burda oturup da manyak gibi “Bence hayat en kötü gözsüz olurdu, burnumuz en değersiz organ lan bence boşu boşuna yer kaplıyor suratımızda. Allah Baba bazı şeyleri gereksiz koymuş.” gibi saçmalığın daniskası söylemlerde bulunmayacağım. Bilakis bahsettiğim noktaya paşa paşa geldiniz sevgili okurlar.

Sinema yüzde 70 oranında göze hitap eden bir sanat ve bu denli özel doğası gereği bir göz kadar da karmaşık bir mekanizmaya sahip. Her filmin sonunda saygı duyma amaçlı bile beklemeye sabredemediğiniz “Credits” kısmına bir kere o özel mekanizmanızı yorup da bakarsanız, işin mutfağından mükemmel sosun binlerce kişilik ekiplerle çıktığını görebilirsiniz. Bütçe kısıtlılığı sebebiyle çalışan ekip sayısının az olduğu bağımlı/bağımsız filmlerde dahi bu çeşitliliği görebilirsiniz. 10 kişilik bir ekipse bu, her kişiye yaklaşık 3-4 görev düşer, mesela yönetmen-makyöz-çaycı gibi. John Waters‘ı saymıyorum bile. Filmlerini çekmek için güçbela tamamlaması gereken işleri olduğu gibi bunun yanında para kazanmak için kamera sathı haricinde pezevenklik ve bar fedailiği gibi işler de yapıyordu. Lakin dikkat ederseniz bu kadar bıdıbıdı etmeme rağmen sinema sektörünün içinde aktif olarak bulunan bir insanın bu sektördeki her işi becerebileceğini söylemedim. Takdir edersiniz ki bütün alanda beceriye sahip olmak, koskoca bir göz hastanesinde bütün hastalıklara vakıf olmak gibi bişey olurdu. Biraz işlerin nasıl yürüdüğünü biliyorsanız standart bir göz doktorunun sadece glokom ya da sadece katarakt konusunda uzmanlaştığını tahmin edebilirsiniz.

Francis Ford Coppola‘lar, Martin Scorsese‘ler, sahnelerde Marlon Brando ve Robert De Niro gibi mükemmel oyunculuklarla birleşip devleştiğinde kimi insanlar sanıyor ki, bu sadece Marlon ya da Robert babanın işi. Halbuki kesinlikle deli saçması (F.cking bullshit man) bir düşünce. Bu sinema canavarları sahnede arz-ı endam ederken arkada sürekli birileri onlara çeki düzen veriyor, nerede durması gerektiğini söylüyor. Bir Tanrı gibi, filmine, oyuncularına hayat veriyor yönetmen. Dünyanın en iyi oyuncularını alıp kamera önüne koyup, kameranın arkasına da Mustafa Altıoklar gibi bir hıyarı yerleştirdiğiniz zaman göreceksiniz ki bu denli güzel filmografiye sahip mükemmel oyuncular filmde kukla gibi kalacak. Senaryosu ve bunu kameraya yansıtış şekli berbat olan bir yönetmenin çektiği film yüzünden oyunculara suç atamazsınız ki. Gerçi atılır, niye atılmasın. Vallaha sümsüğü bile yapıştırırım suratının ortasına böyle dürrük bi yönetmenle çalışmayı kabul ettikleri için.

Bu iş bi kere eğitim işi değil. Şurdan çıkıp da Marlon Brando “Ben yönetmenlik yapmak istiyorum” dese kimsecikler bişey demez. Bu adama işini yapması için ilk, performansına göre ikinci veyahut tek hakkı verilir. İyi ya da kötü, kadrosunu oluşturur ve çeker. Önemli nokta da burada başlar. Çoğu oyuncu-yönetmen kırması da bu noktaya hakim değildir işte. Seyirci berbat dediği zaman umrunda olmaz, başarısız film serisine devamlılık getirir. Tasını tarağını toplayıp gitmeyi gururuna yediremezler böyle durumda. Sean Penn gibi yönetmenliğe de yeteneğin varsa ne ala. Cannes’a gider, kırmızı halı üstünde kasıla kasıla yürürsün. İnce bir çizgi değil bu, kapkalın bir işaret. Yapamadığında “En azından denemiştim” dediğinde kimse kızmayacaktır sana. Hatta android değil, insan olduğunu bildiklerinden daha da çok takdir ederler. Sean Penn, bilindik kaliteli oyuncuları doldurup da mı güzel bi film yaptı? Hayır, kendi yüreğindeki yetenekle oyuncularına şekil ve güç kattı.

Müjdat Gezen, bir kısım insana gıcık gözüken, bi kısmın da takdir etttiği, ama bütün bunlara rağmen tartışmasız Türkiye’deki en iyi oyunculardan biri. Çoğunuz bilmiyorsunuz bile, çünkü onun sayfasında da makaraya almalık kara bir leke, lakin o da bu sevdaya kapıldı. Yani senaryo yazıp, güzel bir film yönetebileceğini düşündü. Hem de süper bir oyuncu çevresi olması sebebiyle yoğurdun en kaymaklı yanına sahip gibiydi. Perran Kutman, Zeki Alasya gibi oyuncularla ilk olarak Gülümseyen Dünya isimli garabeti çekti. İnsanlar resmen nefret etti. İnsanların nefret ettiğiyle de kalmadı haliyle. Şu an gavurların Türk filmleriyle daşşak geçmek için kurduğu trash film sektörü Turkeywood’un en nadide parçalarından. Geleceğe yatırım yapan, “Bir gün beni anlayacaklar ama yanlış anlayacaklar” diyen Müjdat gezen, çok değil 1-2 yıl sonra belki de senarist-yönetmen-oyuncu mertebesinde Homoti (a.k.a. Homodi) isimli filmiyle nirvanaya ulaştı.

Türk E.T.’si Badi‘yi biliyor ve her daim dalga geçiyorsunuz, belki de daha kötüsünün olamayacağını düşünüyorsunuz. İşte şimdi yanıldınız. Bu film, oyuncuları istediği kadar iyi olsun, yönetmeni dandik olan filmlerin en azından vasat olacağı mevzusunda adeta ibret-i alem konumunda. Peki, “Zamanında hiçbir Allah’ın kulu bu herife dur deyip frenlemedi mi?” diye soracağınızı tahmin ediyorum. O olay da şöyle gelişti; Müjdat Gezen Homoti’yi çektikten sonra saygı duyulacak nadir insanlardan olduğu için ilk olarak Aziz Nesin‘e izletti. Zira onun görüşü Gezen için çok önemliydi. Aziz Nesin filmi izledi ve bittikten sonra Müjdat Gezen sordu: “Abi nasıl buldun filmi?” Aziz Nesin “Ben böyle boktan bişey izlemedim” dedi ve saatlerce katıla katıla güldü. Belki de günümüzde Müjdat Gezen’in tamamen değil de kısmen nefret edilmesini sağlayan bir dönüm noktası ve yerinde bi söz oldu bu onun için. Yoksa berbat filmlerin prensi Ed Wood bile tarihte onun gölgesinde kalacaktı bu konuda. Müjdat Gezen filmi o hayal kırıklığıyla attığını, şu an elinde bir kopyasının dahi olmadığını söylüyor. Bu film piyasaya nasıl yayıldı bilmiyorum ama Müjdat Gezen büyük ihtimalle sabah akşam giydiriyordur ona. Çünkü bu film, onun iyi oyunculuk kariyerinin insanların zihninde bi anda sürmenaja uğratıp, silip atacak türden.

Muhteşem efekt namına ilk şaşkınlığa jenerik kısmında uğradım. Yıllardan 1986 civarı ve bu filmde 3 boyutlu animasyon var. Ama ne animasyon! Ne idüğü belirsiz bir çeşit kare (sanırım) Amiga’yla hazırlanmış ve şekil değiştirerek öylesine dönüyor. Hani şu TRT-4′ün Açıköğretim programlarının fi tarihinden kalmış ve günümüzde hala yayınlanan animasyonları var ya, işte bu dediğimi görseniz onlara taparsınız. Bu efektlere ayrılan bütçe ne kadardır acep, cidden merak ettim.

Film, sahtekar olmaya meyilli gazeteci Ali‘nin (Müjdat Gezen) evinin içindeki heykel, tablo, vhs player, televizyon gibi objeleri Gay Bar isimli şarkının klibi kıvamında yüksek zoom oranıyla göstererek başlıyor. Son derece merak uyandırıcı. Hele resimdeki tasvirleri gördüğüm vakit, “Ulan bayağı bi atraksiyon/efsane var sanırım bunda” dedim. Ali’nin dönen plağı çıkarmasıyla alaturka başlangıç müziği duruyor ve birden daha oynak bi şarkı giriyor (-Ne çalayım Ramazan? -Oynak bişey çal.). Evin yükseğinde kalan bir tepeye konuşlanmış, daha sonra da bolca göreceğiniz güvenlik kamerası açısıyla Ali ATVsine binip (oha artık) trafikte karizmatik sakalıyla yollarda esiyor. Ama çekimi görmelisiniz, hani sünnet-evlilik düğünlerinde konvoy çekimi olur ya, aynı onun gibi. Yaklaşık 2 dakika bu eziyete katlandıktan sonra tabelasında Milliyet yazan binaya giriyor. Altan Erbulak şefi rolünde. Bir sekans için bizim anlayamayacağımız derecede yüksek bi yoğunluk var burda. Hal hatır kısmı bile bir garip. “-Montum nasıl?” “-Mont Gibi!” Bunun haricinde çayı getirip masaya koyan figüranı aklımın almadığı bi şekilde korkutuyorlar ki, işte o zaman filmdeki derinliğe bodoslama atıveriyorum ruhumu.

Ali’de Gora’daki Arif‘e benzer bir gazetecilik anlayışı var. Aklı asparagas haberlerden başka bişeye pek çalışmıyor. Hem de Milliyet gazetesinde? Anında üfürüyor 2 dakikada: “Yeni yazı dizimiz, 2 saatte nasıl pilot olunur? Başlamadan önce hocaya sordum “Abi bunu öğrenmek ne kadar zaman alır?” diye. “Sen zeki birine benziyorsun, 1 yılda öğrenirsin” dedi, ama ben 2 saatte öğrendim.” Altan abimiz bu saçmalıklara doymuş tabi, Ali’den her ne kadar doğru dürüst haberler istese de birkaç palavradan sonra Ali iyice coşup “Ufo çekeceğim” dediğinde “Ne halin varsa gör” diyip savuşturuyor. İşte tam bu kısımda Ali’nin tencere tava kapağını havaya fırlatıp da fotoğrafladığını görünce, Cem Yılmaz’ın bu fikri bu trash kültü filmden aşırdığını düşünüyorum nedense. Belki de daha eski bi numaradır. Sonuçta bu denli yavan bi filmin tencere tava olayını kendi üretmiş olmasını beyin çerçeveme kabul ettiremiyorum.

Olaylar o kadar çabuk oluyor, karakterler birbirine o kadar çabuk ısınıyor ki, filmin hızının yanında Hacı Murat gibi kalakalıyorsunuz. Ama bi yandan da olaylar son derece zorlama. Elinizde bi Ferrari var, ama bunu vurdurarak çalıştırıyorsunuz gibi. Birden uzay aracını gören Ali yanına gidiyor ve film boyunca belki de 800 defa duymaktan kusacağımız o replik dökülüyor plastikten bozma uzaylının ağzından : “Merhaba, Benim adım Homoti” . Sami Bugay’ın hazırlamış olduğu bu kostüm baştan savmalıkta adeta şaheser. Badi gibi paspal E.T. taklidi bile zilyonlarca kez daha özenli hazırlanmış diyebilirim. Homoti’nin elindeki bavulun Alamancı bavulu olarak bilinen eski tip dev yarasa bavullardan bir farkı yok. Sadece uzaydan geldiği belli olsun diye etrafına ışık döşemişler, yanıp yanıp sönüyor. Ali röportaj yapma umuduyla Homoti’yi eve doğru götürürken ayağını bir taşa vuruyor. Taş ufacık, ama dokunuş ve tepki o kadar yapay ki, sonra Homoti’nin de o taşın üstüne basacağını, ama onun sünger gibi ezeceğini ve farkında bile olmayacağını tahmin edebiliyorsunuz. Ve, evet tahminde yanılmadınız.

Bu dandik mahluk ne menem bi gezegende yaşayıp adapte olmuş, hayret ettim. Ali’nin evine girdiğinde üşüyor. Ali de bi battaniye çekip koltuğa oturtuyor. Ama dediğim gibi uzaylı makedi, bırakın hareket etmeyi, nefes almayı bile kısıtlı tutan türden. O yüzden eliyle kaldırıp yatırıyor koltuğun üstüne. Gövdesi atlet gibi duruyor. Sade gövdeden oluşmuş gibi bi hali var. Geliş sebebini de anlatıp seyircileri meraktan kurtarıyor bir yandan. Yıldız Savaşları sebebiyle uzayda husursuz bir ortam oluştuğu ve savaşları sevmediği için dünyaya kaçmış Homoti. Koskoca uzay, işi gücü yok fıldır fıldır bu tırsakiyi arıyor. O yüzden de Ali’den kendini gazetede ifşa etmemesini istiyor nazik dille. Ali, Homoti’nin kendisine 7. gücüyle (!) uçan halıyla gezen Arap röportajı ayarlaması şartıyla kabul ediyor.

Filmde karakterler de oturmamış. Tam dalgalandım da duruldum denilecek bi yapıya sahipler. Biraz önce dediğim sahneden sonra Hatçe (Perran Kutman) çıkıyor mesela. Bakkaldan manavdan alışveriş yapıyor. Bütün esnafa onun şirretliğinden gına gelmiş. “Alacağını al, Allah rızası için bizimle uğraşma” diyorlar kime alışverişe gitse. 2 kuruşluk erzak için milleti canından bezdirmeye üşenmeyen bir kadının çevresindeki komşulara da aynı tutumda olması gerekir, değil mi? Ama bu sefer tam zıttı bi durumda. Herkesle o kadar iyi anlaşıyor ki, h
er eve lazım bile diyebilirsiniz hamaratlığıyla.

1 saat oldu daha hala karakterleri tanıtma ve filme ekleme kısmında Müjdat Baba. Herşey hızlı geçiyor, insanlar hızlıca tanışıyor ama bu 1 saat neyle geçti, ne kadar boş geçti şeklinde dumurasyonlara tabi bi hale geliyorum artık. Sonra gazeteye, Ali’nin yanında stajyer olarak bi hatun geliyor. Ali, ilk sahnede “Ben kadın stajyer istemem” diyor ve bu yüzden stajyerle takışıyorlar. 2. sahnede bir bakıyorsunuz çay bahçesinde bulup sevgili olmuşlar. Aman Allah’ım. Ankaralı Namık’ın “Şimdiki kızlar bi ciklete öptürür” dediği kadar varmış meğerse.

İşte mükemmel aşk üçgeni kuruluyor bi anda. Böyle bi konsepti duymak, görmek istemezdiniz biliyorum, ama uzaylının isminin Homoti olduğundan kıllanmalıydınız. Evet, Homoti bir .pne ve Ali kendisine bu denli iyi davrandığından ona aşık oluyor. Sıkı durun, bu filmde bir değil, iki .pne var. Ekmek Teknesi‘nin respect dolu “Baba“sı Savaş Dinçel, Ali’nin kapı komşusu Haydar isimli bir .pneyi oynuyor. Ömrü boyunca hep ağır abi rollerde takılan süper insan Savaş Dinçel’i, vefat ettikten sonra böyle tırt bir rolde izleyince cidden çok şaşırdım. Ne mutlu ki, beklediğim gibi hepsi birbirine girip aşk dörtgeni, beşgeni oluşturmak namına orgy yapmıyor ve .pne Dinçel sadece keyifli kahve fallarıyla zaman dolduruyor kamerada.

Cinsel tercihler açısından son derece kararsız bi halde görüyoruz Homoti’yi. Bi ara Hatçe’yle uzun süren bi duygusal sekans sırasında Homoti, Hatçe’yle sevişecek de biseksüelliğe adım atacak diye düşündüm resmen. Meğerse tek derdi Ali’yle iş tutmakmış. Bittabi onun sevgilisini de son derece kıskanıyor bu yüzden. Günün birinde Ali ile stajyer sevgilisini yatakta gören Homoti delleniyor ve Ali’nin hatunun çantada ne kadar makyaj malzemesi varsa hepsini suratına boca ediyor. Düşünün ki emo hatunlarından makjaylarından bile daha ağır ve berbat bi makyaj bu. Zaten yüzüne bakılamayacak derecede kötü bir kostümün üstüne bir de makyaj katılınca sinema tarihinin belki de en iğreti sahnesini izliyoruz. Bunun bi üst seviyesi de Ali’yle Homoti’nin sevişmesi olurdu sanırım. Sahi, nasıl sevişirlerdi ki? Müjdat Gezen’i tanıyan varsa sorsun, senaryo aşamasında kesinlikle geçmiştir kafasından.

2 saat boyunca filmi oturup izledikten sonra kafamda sadece film sırasında kullanılan yerli yersiz 3 boyutlu grafikler, Homoti’nin ayna aracılığıyla E.T. ile sohbet etmesi ve beni sinemadan tiksindiren o iğrenç makyajı kalıyor. .pne bi uzaylının naif ve ırzına geçilmeye hazır ruh hali de üstüne sos oluyor. Filmin sonunun mutsuz bitmesinden mütevellit pek mutlu mutlu olmadığımdan ötürü Müjdat Gezen’in Director’s Cut/Redux adında yeni versiyon çıkarıp, Homoti’yle diğer .pne-zenci düşkünü Haydar’ı seviştirip, saadete kavuşturmasını talep ediyorum. Bu filmdeki hissettiğim eksiklik anca bu şekilde dolabilir, zaten öbür türlü Haydar çok gereksiz kalıyor. Bu şekilde bi sinemaya iki .pne yaraşmaz ki.

Filmi internete koyan manyak bunu izlememizin bize vereceği işkence yetmiyormuş gibi üstüne üstlük “Chosen One” mertebesini hak edip hak etmediğimizi test etmek amacıyla download linkini .ccf doyasının içine koymuş. Eğer gerçekten bu filmi izlemeyi hak ettiğinize inanıyorsanız, öncelikle aşağıya koyduğum Cryptload’ı indirmeniz gerekiyor. Akabinde diğer dosyayı da programda açtığınızda program indiragandiye başlayacaktır.

Download – Cryptload Downloader

Download – Homoti

200. yazı olarak blogumla ilgili elde ettiğim tek istatistik, her yazımda bir öncekine göre anlamadığım şekilde daha uzun yazdığım oldu. Gözü ağrıyan, lakin inatla okumak isteyen arkadaşlar var, biliyorum. Bu yüzden göz ağrımasına son derece iyi gelmesi sebebiyle bütün okurlarıma balık yağı öneriyorum. Ayrıca ilgilenen balık firmalarına sesleniyorum, sponsorluk tekliflerinize açığım. Yazı bittiğinde “Dirty Looks – It’s a Bitch” çalıyordu.

Davul Tozu, Minare Gölgesi

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör


Sinemalarda döner ya bazen, tarihi değiştiren karakterler vardır mesela. Ama yönetmen o karakter suyu çıkarılırcasına defalarca makaralardan seyirciyle buluştuğu için onu bırak, tarihin değişiminde etkisi olan, o adamın yanındaki 2. veyahut 3. adamları dahi anlatmaz. Böyle filmlerin de sinema afişi ya da lansman sloganı şuna benzer bişey olur : “Bu, diğerlerinin hikayesi“, “Tarihe pozitif anlamda bi b.k katmış olmasa da bi şekilde şaklabanlıklarıyla 4. adam olmayı başarabilenlerin hikayesi” gibi.

E-Ticaret konusunda malumunuz vakti zamanında arkasına denizci rüzgarını doğru zamanda alıp epeyce yol kat eden Gittigidiyor esas oğlan. Bi şekilde internetle alakadar olan herkesin de bu sitede alışveriş mazisi vardır. Hatta testesteron hormonlarına yenik düşüp herhangi bir açık arttırmada karşı tarafı alt etmek adına 10 liralık bir tokmağı 100 liraya yiyen gaziler de boldur. Çıktığı günden bu yana Gittigidiyor geniş ürün portföyüyle kullanıcılarını bohçasını alıp da gelen bir yavuklu kadar hevesli tokmakladı. Alan/satan memnuniyet dengesinin bozulmamasından ötürü de arkadan esen, doğru yakalandığında etkili olan denizci rüzgarına müdahil olmaya çalışan diğer e-ticaret siteleri hiçbir zaman tutunamadı. Tutunamayıp, kendilerine zarar vermeyi geçtim, üstüne üstlük son zamanlarda Altivi gibi sahtekar, Weblebi gibi sallabaş siteler kapanarak, kapatılarak insanların internet üzerinden alışveriş yapma isteğini baltaladı. Oysa ki daha yeni yeni alışıyorduk.

Birincinin belli olduğu bu dev arenada, zirveye çok uzak olan diğer iki podyum sitesini de sayıp şampanyaları birbirlerinin üzerine patlattırmamız gerekirse, tecrübelerime dayanarak Sahibinden‘i 2, Hemalhemsat‘ı 3. sıraya kolayca oturturum. Bu iki site arabirim olarak Gittigidiyor’dan bağımsız siteler olsa dahi mantık olarak aynı şekilde çalıştıkları için ambulans arkasına takılıp, gideceği yere daha çabuk ulaşan arabalar misali Gittigidiyor’un ünü ve mantığı sayesinde hedeflerine daha çabuk erişmişlerdir. “Peki taklidin taklidi de var mı?” derseniz, www.birliram.com isimli Sahibinden taklidi siteye bakmanız yeterlidir.

Anasayfasının ortasındaki saçma sapan araba ilanları yüzünden çok ciddiyetsiz ve güvensiz bir görünüm sunan Sahibinden, ciddiyetini iyice sarsmak istediğinden olsa gerek, kenardaki menüye İlginç İlanlar isimli yeni bir kısım daha eklemiş. Şu an yaklaşık 35 ilan içeren bu kısımı yüzde yüz zihin gücüyle kategorize ettiğimde şöyle bir sonuç çıkarıyorum; Buradaki ilanların bir kısmı Iwantoneofthose sitesindeki gibi ilginç ürünlerden oluşuyor. Açıkcası bu kısımdaki Skyrunner, ses dinleme cihazı gibi ürünler diğer başlıkları gördükten sonra pek de ilgimi çekmedi. Zira yüzde yüz zihin gücümün ayrıştırdığı diğer bölüm harbiden t.şşak, mizahi unsurların dibine vurulmuş ilanlardan oluşuyordu. Bazısı Gittigidiyor’un meşhur “Fantastik Forvet”ine eşdeğer, bazısı da derin filozofik mizahi alt metni sebebiyle çok daha komik.

Dozu ufaktan ufaktan arttırmak gerek, bu yüzden ilk olarak Gripin niyetine ilanla ateşinizi kesmeyi deneyeceğim (Düşük doz buysa ?!) Half Life 2′yi oynayıp da oradaki gibi, devrilmeyen, yanmayan, akmaz kokmaz bi arabası olmasını isteyen ben dahil milyonlarca insan olmuştur tahminimce. Her caddesinden, her sokağından ne çıkacağı belli olmayan ülkem için her yanının açık olması sebebiyle biraz riskli olsa da, dağa bayıra vurdurduğunda 4×4′lerin bile ruhuna rahmet okutan türden bi araba bu. İlan sahibi sürücü kursu için olduğunu söyleyip kullanım alanını kısıtlamış olsa da bu fantezilerimizi pek de dizginlemeyecektir.

Yemeksepeti‘nin henüz sadece 8 şehire hizmet vermesi sebebiyle açığını yakalayan sivri zekalı bir girişimcimiz ise rotasını onların organize olamadığı bölgeleri ağırlıklı tutarak seçmiş ve Tüm Türkiye‘ye süper yağlı Şili Lüferi satmayı bir görev edinmiş. Balıkları paketleyip İstanbul’dan Iğdır’a uçakla gönderdiğimizde ölüsünün dahi jetlag olacak kadar uzak bir mesafe olduğunu düşündüğümde aklıma şu soru geliyor sevgili okurlar: “Jetlag olmuş balığı Ramazan ayında yemek caiz midir?“ya da “Jetlag olmuş bi balığı bu zaman dilimi manyaklaştırmasından 1 gün Deep Freeze’de dinlendirerek kurtarabilir miyiz?

Bu bahsettiğim ilanları dozajı düşük, girişimciliği yüksek olduğu için ilk bahsettiğim kategoride tutabiliriz. Benim tarafımdan asıl görmenizi istediğim kategori diğeriydi zati. Ateşinizin kesilmesini bırakın, daha da parladığını görüyorum ve fitil niyetine Sahibine Fayda Sağlamayan Benq P50 ilanına yönlendiriyorum sizi. Bana uzun ya da komik yazıyorsun diyenler, bu sözlerini tekrarlamadan önce bu ilanı after ve post production aşamasında süzme yoğurt gibi süzüp, tadını çıkara çıkara, kaşığı daldıra daldıra bol bol yalamalıdırlar. Her zaman müşteri memnuniyetini düstur edinmiş satıcımız PDA‘sını satma amacında. Kendisini işlevsizliği yüzünden hayata küstüren, akabinde gerçek yaşam ışığını ve bilgeliği görmesini sağlayan bir PDA bu. Herkes sattığı ürünü bulunmaz Hint Kumaşı gibi överken bile zar zor satabilirken filozof satıcı elindeki ürünü adeta yerden yere vuruyor. Aletin en belirgin özellikleri nelermiş bir bakalım hele. Birisi sizi aradığında ulaşabilme ihtimali yüzde 25′tir. Ki, telefonu yeri geldiğinde mecburiyetten kullanan ve o kullandığında bile konuşmayı sevmeyen benim gibi adamlar için süper bi özellik. Tuş Kilidi olmamasına rağmen, cebinizde istediğiniz kadar yanlış numaraları tuşlasa da kimseyi arayamaz, çünkü o özelliği de kısıtlı. Bir zar attığınızda 6 kere üst üste 6 gelmesi gibi bi ihtimal sanırım. Takoz gibi kalın ve büyük olduğu için belinize bağladığınızda tabanca gibi gözükür, bu sebeple karşınızdakilere korku salabilirsiniz. İstemediğiniz telefon numaralarını size arkadaşlarınız zorla kaydettirse de bu telefon kendi kendine 2 gün içinde siler. 1.3 megapiksel kamerasının çektiği resimler bulanık ve soyut resimler gibi çıktığı için etrafınızdaki arkadaşlarınıza profesyonel fotoğrafçıymışcasına ahkam kesebilirsiniz. Tabi en önemlisi de böyle bi aleti aldığınızda bardağın boş kısmından ziyade dolu kısmını görerek gerçek bilgeliğe ulaşabilirsiniz. Bilgeliğe ulaşmak sadece ama sadece 300 YTL. Yanında verdiği 1 GB bellekle de nirvanaya ulaşabilirsiniz.

Bu kısımı gördüğümde bu ve benzeri pek çok ilana coştum, lakin bu ilan beni arap atı gibi kişnete kişnete evin ortasında toynaklattı. (Arap atı gibi toynaklamak?) “Kafesini nadiren açabiliyorum yemin ederim ailemizi perişan etti” isimli bu mükemmel ilan benden kesinlikle en iyi e-ticaret ilanı ödülünü aldı. İlan sahibi, hayvan sahibi olmasıyla birlikte dert sahibi olmuş bi insan. Hem de derdin tillahı. Çilekeş desen bile az kalır. Tanıdığının günün birinde kendisine papağan hediye etmesiyle ailesinde konuşan, kraker isteyen (Poly kraker istiyor, Poly kraker istiyor), yiyince de mutluluktan şakıyan bir dostunun olacağını sanan bu mağdur satıcı, ismi Kerpeten olan bu papağanın neden bu namı hak ettiğini çok geç anlıyor. Eve Jaguar alıp koysanız bu denli zayiat vermez. Yanına yaklaşan parmağı koparıp atıyor. Kardeşinin parmağını kopardığında kullandığı ilk yardım setini de bu yüzden yanında hediye olarak veriyor. Ergenliğinin zirvesindeki bir erkek gibi tıpkı, geleni deviriyor. “Ben bu hayvanı ehilleştiririm” diyenlere hodri meydan okuyan ilan sahibi bazı önemli noktaları da ekliyor : Asla kafesini açmayınız, kesinlikle artistlik yapmayınız, yem vermek için kafese yaklaşırsanız 3 kişiden az yaklaşmayın, kopan uzvunuzu içi buz dolu bi tencereyle en yakın devlet hastanesine yetiştirirseniz geç kalmış sayılmazsınız.

İbiğini, toynağını skerim valla öyle papağanın. Alırım duvara dart niyetine fırlatırım cücüğü çıkar. Hayvan sever adamı bile hayvan sker yapar böyle papağan vallaha. Adam gitmiş pet shopa kaktırmaya çalışmış tanıdığının yaptığı gibi. Ama yanındaki papağanların hepsinin ciğerini sökmüş hayvan. Böyle bi yaratığım olsa kurardım çilingir sofrasını, bas pilakiyi, bas suluğuna rakıyı. Ayna gibi olurdu Allahıma. Ha yine mi adam olmadı, o zaman duvara çivilerdim işte. Ben yine de bu ilan sahibinin papağan için çektiği 3000 YTL fiyatından pek akıllanmadığını anlıyorum. Bu dingile cidden müstehakmış. O fiyata böylle bi şirreti satacağını sanıyorsa o papağan daha yıllarca çok g.tünü koparır bu herifin. Beleşe sattığınızda bile satın alacak birini zor bulacağınız türden bi hayvan çünkü. Bakışlarında Doctor Hannibal Lecter kini var.

Böyle ilanlarla insanları güldürebilir, forumlarda ve bloglarda yayınlanan matrak başlıklardan verilen linklerle Alexa değerinizi de yükseltebilirsiniz. Ama iş gerçekten e-ticaret yapmaya ve ciddi anlamda isim yapmaya gelince yerinizde sayar, belki de ters tepki olarak geriye bile dönebilirsiniz. Apayrı bi konsept olarak işlediğinizde insanlar tarafından rağbet göreceği su götürmez bi gerçek. www.geriiade.com gibi bi site adıyla insanlar ürünlerini altta kaldım deyu yerinen bi pehlivan gibi yerebilir. Lakin yeri bura değil. Ha ben eğlenirim, isterse sırf o kısıma ağırlık versinler. 2 gün sonra cirolar taban yaptığında, sitenin kepengini indirip, Gittigidiyor’da “İlginç İlanlar kısmı yüzünden mizah sitesi gibi algılanan, ama aslında e-ticaret yapan site” diye ilan verdiklerinde de yine ben gülerim. Yapın lan yapın komik oluyor.

Yazı bittiğinde “Full Moon – Winter City” çalıyordu.

Anekdot Silsilasyonu : Part VII

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

* Porno sektöründe yönetmen olsam ve gay filmi çekmem gerekseydi, adını “Terli T.şşaklar” koyardım şüphesiz.

* Çişimi yaparken klozette o güzel koku saçan ernetlerden takılıysa kesinlikle üstüne işerim.

* Kahvaltıda önüme çay koyulmazsa rahatsız olurum, ama koyulduğunda da içmem. Sadece sindirimim üzerinde psikolojik besin kayganlaştırma etkisi yapar. Annem de bıkmadan usanmadan her sabah çayımı koyar, sonra lavabodan döker.

* Ne yalan söyliyim, bazen etek tıraşı olduğum bıçakla surat tıraşı oluyorum. Yokluk değil ama üşengeçlik adamı bitirir.

* Ter parçaları mouseumun üstünde katılaşıp iğrenç bi hal aldığı zaman huzursuz oluyorum. Elim o katılaşmış ter parçalarına değdikçe tedirgin oluyorum. Bi peçeteyle siliyorum silmesine de, yarım saat sonra yine terler katılaşıyor. Sürekli uğraşamam ki.

* Can’t Touch This şarkısını dinleyip de coşmayan bi insan var mıdır bilmiyorum. Hele ki kardeşimde daha ağır bi şekilde tezahür ediyor bu coşku. En son dinlediğinde Mc Hammer gibi yatağın üstüne fırlayıp, artistik hareketler yaptığını sanarak hoplayıp zıplamıştı. Sonra birden yatağın suntası kırıldı tabi. O gün bugündür de onun yanında çalmam bu şarkıyı.

* Tuvalette dergiyi eline alıp rahatça s.çarken başkasının da tuvaleti gelir, kapının önünde dönüp durur ya, öyle durumlarda “Bzortcıghjktorrr, zooort, zaaan” diye osuruyorum, çekip gidiyor. Tuvalette yaşanan, tuvalette kalır ne de olsa.

* Çok garip lan, kafamda şapkayla dolaştığım zaman sosyal ortamlarda daha rahat oluyorum. Çıkarınca dımdızlak kalmış gibi hissediyorum sanırım.

* Ağır sanayide ustaya “Dubel ver de çakayım.” yerine “Dübür ver de çakayım.” derseniz ne olur?

* Etrafımda amma çok “Kapatıyoruz!” yazıp batan geminin malları psikolojisiyle milleti düdüklemeye çalışan mağaza görmeye başladım. Bi de özellikle bunu yaşını başını almış hacılar, hocalar yapıyor ki aklım hafsalam almıyor.

* Ben bankada yarım saat sıra beklerken benden sonra gelip elindeki Gold, Platinium vb. kredi kartını cırtlattıktan sonra benden önce işlemini bitiren deyyuslara uyuz olurdum. Sırf bu denyoların yaşadığı zevki yaşayıp, millete aynı huzursuzluğu vermek için pederin Gold kredi kartıyla bomboş Atm’den işlem yapmadan içeriye geçtim. Kartı cırtlatıp numarayı aldım. Direkt sıra geldi zaten. Apayrı bi hazzı varmış vallaha, o kadar küfür yesen de o zevke fazlasıyla değiyor. Hatta işin zevki milleti sinir etmek zati.

* Manyağın biri geçen bütün sokağa imsakiye dağıttı. Manyak dememin sebebi de, verdiği imsakiyenin geçen yılın oruç vakitlerini veriyor oluşundandır.

* Binboa votkasının logosunu sağda solda bakkalda çakkalda, bilimum tekel bayide gördükçe zihnimde Ali Rıza Binboğa‘nın suratı canlanıyor. Toprağım diye buna tahammül etmek zorunda mıyım lan?

* Hani k.çı açık uyumuşsun derler ya kabusvari durumlarda, ben geçenlerde ruhumun kapılarını pencerelerini açık unutmuş olmalıyım ki kabusumda Recep Bülbülses manyağını gördüm. Sonradan inme bi şekil ailemize dahil olan bu manyak, türkü söylemek yerine tekme tokat dalıyordu bana. Ulan terler içinde kaldım be.

* Dost başa, fetişist ayağa bakar.

* Yüksek Sakatat

* Hamamda kıllı, göbekli bi amcamızın yaptığı *pnesel kesenin akabinde bünyede rehavet ve ferahlık görülme anında peştemalle dinlenme kısmına çıktığımızda o elimize verilen gazoz acayip lezzetli gelir. Acaba o gazoz harbiden çok mu lezzetli, yoksa en kötüsünü koyuyorlar da içimiz aşırı yandığı için mi güzel geliyor? Çünkü normal zamanda içtiğim hiçbir gazozda o tadı alamıyorum.

Yazı bittiğinde balkonda “kafamı” dinliyordum.