Emir Hot – Sevdah Metal (2008)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

emir_hot_sevdah_metalÜzerime giydiğim kahverengi pötürcüklerden oluşan ceketimi sanki arkasında bir frak ya da smokin kuyruğu varmışçasına, ellerimle, piyanoya oturmadan önce frak ya da smokin kuyruğunun üstüne oturmak istemeyen kilolu bir piyano virtüözü gibi havaya fırlatıp da oturdum klozete. Eşşek kadar adam oldum, arkasında kuyruğu olanın smokin değil frak olduğunu daha yeni öğrendim. Mühimiyeti olmayan bir mühimmat dahi olsa, gereksiz bilgilerin ışığında ruhu yıkanan bi insan olarak bilmeliydim. Bu durumda penguenlere, “Smokin giyiyor” diyen halkımızı da doğrusunun frak olduğunu sanarak esefle kınıyorum. Hatta çok yakında tüm seçkin kitabevlerinde “Penguenler Frak Giyer” isimli 32 kısım tekmili birden dahil eserime yüzünüzü sürebilirsiniz.

Madem ki piyano virtüözü gibi başladık, müzik konusuna bi yerden tutup müdahil olmak gerek. Öbür türlü konu ortadan öyle bi yarılıyor ki, Grand Canyon yanında Danette kutucuğu gibi kalıyor.

Balkan müziği, haftasonumun başrol oynayan yegane müzik türüdür. Bi nevi esas kızımdır haftasonlarımda. Kadın okurlar için esas erkek ve şayet gay okurlarımız varsa da esas gay müzik türleri olabilir onların. Haftaiçinin insan beynini paralize eden, sekteye uğratan o hızının üstüne, Cumartesi-Pazar günleri terapi gibi gelir. Tabi kimi eşşek sıpaları daha hızlı yaşamayı sever. Ama benim ruhumda dingin ve sessiz bir dinlence daha ağır basar. Torrent aracılığıyla ya da last.fm‘e balkan müzik etiketini girerek Allah ne verdiyse abanırım.

Sadece müzik de değil, benzer toplumlar olduğumuzdan ötürü olsa gerek, insanlarını, icra ettikleri her türlü sanatı severim. Belli karakteristikleri var. Mesela şarkılarını dinlediğinizde, çoğu zaman bir kır düğününün içinde deliler gibi dans ediyor hissine kapılırsınız. O kıpraşmayı, titreşmeyi oturduğunuz sandalyeden, tabandan kafanıza kadar yayar. Güzel bi düğünün içinde damat olmak gibi değil ama, öyle olsa ferahlıktan çok histeri hissi yaratırdı. Sap masasında oturup elin baltalarıyla geyik yapmak gibi de değil. Herkesin yek vücut olduğu bi düğün ortamı, anlayın işte. Filmlerinde de aynı hissiyata ulaşırsınız. Yine aynı, yeşil pastel ağırlıklı bir sinemasal anlayış olur. Yaratılan bu hissiyatı da neredeyse her şarkılarının içinde keman geçmesine bağlıyorum. Öyle bi hissi var yani. Romanları düşünün. Para pul olmasa da ellerine kemanı aldıklarında coşarlar. Bizim roman kültürümüzün biraz daha üst tabakası diyebiliriz.

Bi de şayet Balkanlarda müzik veyahut sinema konusunda başarılı işler varsa, bilin ki bunun arkasında ismi Emir olan biri vardır. Ağız birliği yapılmış gibi lan. Düşünüyorum da acaba başarılı olanlar assolist gibi Emir olarak sahne ismi mi kullanıyor, yoksa Balkanların isim sözlüklerinde Emir’den başka bi isim mi yok? Bence büyük ihtimalle ismi Emir olanlar daha girişken oluyor, ya da 2-3 tane Emir var, sürekli onlar yeni sanat ürünleri üretiyorlar. Emir Kusturica’ya bu konuda gerçekten hayranım. Çok maharetli adam vesselam. Çektiği filmlerin muntazamlığı yetmiyormuş gibi, bi de üstüne Emir Kusturica & No Smoking Orchestra isimli grubu vardır, ki Unza Unza Time albümü bu konuda şüphesiz en iyilerindendir. Hatırlarsınız, yakın zamanda yukarıdaki bütün formülleri tek bir sahnede uyguladığı bir reklamı yayınlanmıştı Türkiye’de. Unutmak mümkün değil, gördüğümde hayran olmuştum.

Tanrının sevdiği emir kullarından biri de Balkan metalinin babalarından Emir Hot‘tır. İsimde bi gariplik, bi Avrupailik var gibi değil mi sevgili okurlar? Aha şu anda dediğime geldiniz işte. Hani Emir ismi, müzikteki başarısından sonra eklenmiş bi rütbe gibi. Doğduğu andan beri bütün amacı Emir olmakmış ve buna da ulaşmış gibi bi hali var. Aynı zamanda son derece de devrimci bir müzik yapısı var. Bu yerel müziğin çıkabildiği en yüksek mertebe rock iken, Emir babamız alıp bunu metal kalıplarının içine çok başarılı bir şekilde entegre etmiş ve türün adını da “sevdah metal” olarak taçlandırmış. Ben ki, “gay bar saadeti” isimli müzik türleri bile görüp şaşırmamışken sevdah metal benim adeta g.tümün tavana vurmasını sağladı. Lunaparklarda şu çekiçle vurulduğunda tavana fırlayan daşımsı bişey var ya, aha o şekilde g.tüm tavandaki çana vurdu. Sevdah isminin altında derin bir yaşama biçimi yatıyor esasında. “Acılı yaşanımla barış içinde yaşadığın zaman, kendini bırakarak tam da bu anın tadını yaşamana izin veren hoş bir iç acısı.” olarak açıklıyorlar. Yürekleri acıyla dolup taşsa da, hayata güzel gözle bakarak anı yaşadıklarında hayatın rayına gireceklerini düşünüyorlar. Neredeyse birebir benim düşüncemle örtüşen bir anlayış. İnsanın yaşama amacını tamamlayan bir hayat görüşü adeta.

Emir Hot’ın ilk solo albümü de tahmin edileceği üzere bu görüşün üzerinde yoğunlaşıyor. Sorunlar olsa da, hayatın sorunları üzerine mızmızlanmayı bırakıp gökyüzüne bakmayı tercih ediyor. Şarkılar genel olarak ufak keder havasında girse de, genelde çıktığı son nokta eğlence oluyor. Kır düğünü ukdesi hiç bitmiyor. Ki, albümün 5. şarkısı olan Sevdah Metal Rhapsody bu konuda zirve noktası oluyor. Bir şarkı düşünün ki, dinlediğiniz sırada hem kafa sallama, hem de deliler gibi göbek atma hissiyatı uyandırıyor. Ya da o kadar umarsızlaşıyorsunuz ki, ikisini aynı anda yapmaya başlıyorsunuz. Heavy metal, rock ‘n roll, sevdah felsefesi, hayat ışığı hepsi bir anda 12 dakikalık bir şarkının içinde birikiyor. İlk dinleyişim doğum günüme denk gelir, adeta büyülenmiştim. İnsan bazı vakitler daha ilginç şeyler dinleyemeyeceği umutsuzluğuna kapılıyor çünkü. Mesela internette albüm indirme sitelerine girip baktığımda, albüm kapaklarında 4 tane dizilip öylesine poz vermiş denyo görüyorum. İstisnaları dahi olsa rock piyasasının 80%’ini oluşturan bu yaratıcı olmayan kapaklı albümlerin içeriğinden de bişey beklemediğimden indirmiyorum. İşte bu hair metal denyolarının umutsuzluğa soktuğu anda böyle güzide şarkıların önüme çıkması bana müziği daha çok eşeleme hissi veriyor.

Bi yandan kelle olduğumdan mıdır bilmem, ilk dinlediğimden şarkı 2 dakikada bitmiş gibi gelmişti bana. Şarkı hiç tekrar etmiyor ve içinde defalarca kompozisyon değiştiriyor. Bu da olayı rutinlikten alıp, sizi elinizdeki birayla zirve noktasına taşımaya yetiyor. O günden sonra da defalarca dinledim. Her şarkının aroması kulağımda bitti de, Sevdah Metal Rhapsody’nin bitmedi. Kır düğünündeyken, yanımda orman girişi görüp de farklı maceralara atlayıp, farklı mekanlar keşfediyormuşum gibi hissettim. Akabinde gelen şarkılarla apayrı güzel yollara daldım.

Bu albümün bana güzel gelmesinin sebebi, birbirimize haddinden fazla benzeyen kültür ve insan yapımız, farklılık arayışım olabilir. Yani demem şudur ki, bir Alman’a dinlettiğimizde aynı şeyleri ifade etmeyebilir. Ya da bu albümdeki hissiyatı anlayamayacak kadar sığ ve sığır olabilir. Sonuçta sığırlık sığlıktan gelen bi olgudur. Tabi bu sadece bir varsayım. Çok da merak etmem böyle şeyleri. Yani otobüse oturup da yanıma bir teyze ya da amca oturduğunda mp3 çalarımın sesini en sona getirip “Dinlediğimi bi farketse, biraz tınısını anlasa o da çok sevecek, eminim” diyerek gümbür gümbür gümbürdetmem. Herkesin ayrı bi müzik anlayışı, dinlediklerinden aldığı apayrı mesajlar var. O şarkı onda beni gırtlaklama isteği uyandırabilir pekala.

Albümün kapağında içinde odaklanacağımız 3 nokta var. Çocuk, azrail ve giriş kapısı. Çocuk, saf ruhuyla ilerisini merak ediyor, şeytana belki de ruhunu satarcasına, ölesiye. Azrail bu sefer öldürmekten ziyade, yardım amaçlı orada durur gibi. Bu da balkan insanının şen şakraklığından ve ölümü düşünmeyen, inanmayan insanlar olmasıyla alakalı. Yolun devamı gözüküyor yani. Ama ilerideki dünya da sepya tonlar içeriyor. Biraz eski bi numara olsa bile, kapının devamının ya da öncesinin gerçek/pastel renk tonunda olması apayrı bi hava katabilirdi. E, kapının ağzında bekleme yapmayın, buyrun sizi cesur yeni dünyaya doğru alayım.

MUHTEVİYAT: 1. Forspil (Intro), 2. Devils in Disguise, 3. World Set on Fire, 4. Skies and Oceans, 5. Sevdah Metal Rhapsody, 6. Stand and Fight, 7. Endless Pain, 8. Hora Martisorului (Instrumental), 9. Land of Dark, 10. You

Download – Emir Hot – Sevdah Metal Rhapsody

Yazı bittiğinde “The Velvet Underground – Who Loves the Sun” çalıyordu.

Hell Yeah, I’m Back !

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Hell Yeah I'm Back!İlham İrem, “Ayrılıkların da sonu var“, Bob Dylan “Ölüm Dünyanın sonu değil“, Barış Manço ise “Koy g.tüne rahvan gitsin” demiş. Kendimi hayatın kötücül güçlerine alıştırıp, kötüyü kötü, iyiyi olduğu gibi iyi kabul etme vurdum duymazlığımın zirve noktasıdır şarkıları referans noktası almak. İyi zamanlarda “She is a bitch alright, she is f*ckin bitch alright” isimli muntazam disko şarkısını kucak dansı eşliğinde söylemesi iyi oluyor olmasına da, ilk başlarda, 6-7 yaşında bir çocuk kafasında, bütün insanların iyi kalpli ve dürüst olduğunu sanırken, birileri iyi niyetinizi suistimal ettiğinde pek de mümkün değil sevgili okurlar. Breh breh breh, şöyle bi Azeri lehçesinde ürekten gelen “Sevgili okurlar” hitabını kullanmayalı epey olmuş.

Böyle uzun bir melankoli halinden sonra geri dönünce aklıma magazin dünyasında bolca duyduğumuz “Düşmanlarımı üzmek için döndüm” sözü geldi aklıma. Denyoluğun dik alası. Kimse kimsenin umrunda değil, yani şu anlamda değil; beni mesela severek okuyan okurlar benim döndüğümü görünce sevinir de, beni sevmeyenin zaten daşhağında değil. Böyle triplere giren adamlar da çok görüyorum hani. Kimle yarışıyorsun a tavuk suyuna çorba yaptığım? Oturup paşa paşa burada hayatını mı anlatırsın, takıntılarını mı anlatırsın, bunlar seni tatmin etmek içindir. Yok şu huzursuz olsun, bunun k.çından terler aksın mantığıyla, bir “Cümle alem görsün” kafasında iş yaparsan olacağın şey daşak oğlanından ötesi değildir.

Resmi olarak bırakma yazısını 1 ay önce yazmış olsam da, esasında kafa 2-3 ay öncelerinden gidikliğe meyilliydi. İnsanoğlu böyle lan sevgili okur. Rahat, sağlıklı, huzurlu bi yaşam batıyor. Öyle bi türün son varlıklarıyız ki, başkalarının dertlerini görünce “Niye benim derdim yok” diyeceğiz neredeyse. Acının özentiliği mi olur lan? Derbederlik moda olmuş yemin ederim. Dün Acun’un programa baktım da biraz, 50 cent geldi ya hani, abi o nası bi tiptir ya? Herifi al polise götür, sorgusuz sualsiz 20 yıl hapis yatırırlar tipsizlikten. Ekrana 5 saniyeden fazla bakamadım, kadere lanet ettim, Adriana Lima yerine bu balta sapını gördüğüm için. Böyle bi tipin olduktan sonra dünya malın olsa ne yazar, kaç yazar? Yani böyle bi tiple dünya kadar malın olacağına fındık kadar damın olsun daha iyi. Heh, acının özentiliği diyordum. Bu rap müzik, blues gibi acının bi yanında tutmuş, ezilenleri, yani zencileri ayağa kaldırmış bi müzik ya, ulan resmen bu herifi dinleyen seyirci kitlesine şöyle bi baktım, hani kimse yanlış anlamasın, yani nerede keko tip var, herifler şapkayı takıp, yan çevirmiş. Ayran tahteravalli ilişkisini siz kurun. Tahteravalli. Bu da ne garip bi isimmiş yahu. İtalyan konsolos ismi gibi bişey lan. İnsan için İtalyan konsolosunun üstüne binip aşağı yukarı sallanır mı? Çocuklarımızı niye sallandırtıyorsunuz böyle bişeyde?

1 ay yazmayınca resmen dilim şişmiş, zihnimin dili şişmiş tabi. Artık argo, fikir, zikir ne varsa saydırıyorum, bi dahakisinde biraz daha durulurum gibime geliyor. Zaten şu yazı yazmadığım süre boyunca, özellikle belli bi kaç kişinin beyninin etini yedim. Manyak adamım, her şeyi bişeye benzetmem lazım illa ki, kendi kendime benzettim mi olmuyor, eğlenceme birileri dahil olacak ya, akşamdan bi tutuyorum muhabbete, gece yatana kadar. Tabi orada konuşulan muhabbetler yine beynimin belli bölgesinde parça parça datalandığı için muhtemelen yazımın içinde esintilerini göreceksiniz. Siz farketmeseniz de konuştuğum kişiler “Aaa, biz bunu MSN’de konuşmuştuk” diyebilir, doğaldır. Madem komik, madem garip, 500 kişi duysun nedir yani?

Son bi kaç yazıda blog yazma konusunda kendimde rejenerasyon yaratmıştım. Onca senedir tuvalete elimde ya gazete ya dergiyle girerim. Güzel oluyor yani ortamın ambiyansı. Sığır gibi fayans saymaktan iyidir. Madem tuvalette her aktivite daha bi verimli oluyor, bazen tuvaletimi yaparken okuyayım, bazen de yazayım dedim. Yeni bi blog yazma ritüeli ürettim fikrimce. Yapan illa vardır ama kendini ifşa etmiyordur. O değil de üzerinize afiyet cırcır olmuşum bi yandan da sevgili okur. O konsantrasyon haline ulaşmak için şort don ne varsa indirdim, klozete oturdum aynen tuvalet modunda yazıyorum. Ama bu cırcırlık durumundan mütevellit, bağırsaklar hiç durmuyor. At, eşşek gibi patır patır s.çıyorum yani yazarken bi yandan. Yazı 15-20 dakika daha uzarsa, su kaybından gidebilirim, o derece. Dini vecibelerimiz yüzünden sağ ayakla girdiğim tuvalete (- “Bunca yıldır yanlış ayakla girmişsin beynamaz herif.” demiş Çilekli Süt, bkz. yorum-3), yine aynı vecibelerden ötürü su sokmuyorum yani. Evde o kadar oda var, yiyeceğini içeceğini git orda hallet kardeşim. Milletin s.çtığı, seviştiği yerde niye yemek yiyecem diye uğraşırsın? Ayrıca bu mevzuya karşı olduğum gibi mutfakta, yemek yediğimiz yerde de bu tür cinsel aktivitelerin olmasına karşıyım. Sapla samanı karıştırmayın.

Guns ‘N Roses, 15 yıldır çıktı, çıkacak diye milleti kabız ettiği albümü çıkarmış, piyasalara geri dönmüş de, ben niye bekleyeyim tenhalarda menhalarda? Şöyle albüme bakıyorum da gerçi, siz 15 yıl ne b.k yediniz sorusunu soruyorum kendi kendime. Hani bu Axl Rose zibidisinin numarası olsa arayıp ciddi ciddi konuşmam bile bu rezalet albümü gördükten sonra. Anca ahizeye üfletip daşhağımı serinletirim. Bi de sağınızda solunuzda Guns ‘N Roses=Axl Rose diyen denyolar varsa onların numarayı da verin, tek tek aynı diyaloğu kuracam. Her ne olursa olsun, 15 yıl düz duvara tırmanan millet hayvan gibi abandı albüme haliyle. Satış listelerinde 1 numaraya vurdu albüm. Resmen arabesk olmuş. Derbeder bir ergen gencin aşk isyanları gibi. Türkiye Amerika’nın 15 yıl gerisinden geldiği için bu dandik duygu sömürüleri Türkiye’de moda olabilir de, elin gavuruna nasıl yedirdiniz, vallaha hayret.

Siteyi görünüm olarak, neredeyse birebir aynı görüyor olsanız da, şu son 15 günde resmen hoşaf oldum. Ailenizin Kılıçdaroğlu’su Beyn‘in Twitter üzerinden bana WordPress’e geçiş konusunda hosting ve yardım olarak sınırsız teklifleri olduğunu söylemesiyle başladı yenilik. En son terkediş yazımda da Zümrüdüanka kuşu gibi küllerimden doğacam diye büyük söz etmiştim. Düşün artık, tükürdüğümü yalamamak için yenilenme yolları arıyordum. Çıkarır masaya vurur, yine de bi yenilik yaparım. Hani uyuşturucu işlerinde bi alıcı olur, bi de aracı olur ya, Barış, beni Doctus.org forumunun ve Doctus.net hostinginin sahibi Tansu Bey ile tanıştırdı. Tansu Bey demem Barış’a komik geliyor, fekat kendisine Tansu Abi desem bu sefer kendimi 7 yaşındaki, şeker-para dilenen bastıbacaklar gibi hissedecem. Tansu Bey sağolsun, blogumu ve stilimi beğenmiş, (Belki de, sevineyim diye öyle demiştir) Wordress’e geçebileceğimi ve hostunda yer vereceğini söyledi tabi. Açık büfe bulup da yiyip yemeyeceği her şeyi tabağına koyan ensesi kalın bi müşteri gibi hissettim o an. Blogger yasağı iştahımı kaçırdığından beri böyle bi olayı düşünürken fırsat ayağıma geldi. Tabi kafamda yığınla tereddüt vardı. Sonuçta ben WordPress olayından anlamıyorum. “Sen bavulunu, bohçanı topla da gel” dedi. Taze gelin gibi nazlandım.

Ben temamdan memnun olduğum için ilk olarak temayı yine eskisine benzetmeye çalışmakla uğraştık. Bilemediğim çok nokta oldu, hepsinde de Tansu Bey neredeyse 7/24 destek verdi. Temada bazen onun bilemediği noktalar oldu. Mesela yorum kısmında avatar olayını falan ayarlayamamıştık. Sağolsun orada da Alişko (Abi o kalıpla sana Alişko demeye dilim varmıyor) el attı. Tepeye random post olayını koymaya çalıştığımda temanın şaftı kayıyordu. Hemen Adanalı Hüseyin Mert babaya söyledim, ilk altıpaklarını alnımın çatına dayadı, sonra hallederiz yiğenim diyip çatır çutur kod yazdı. Bi de “En çakma wordpressçi yazar bu kodu” diyerekten havasını bastı, ama sözde ironi olmalı diye düşünüyorum (Öyle mi abi?) Barış da Viyana cemaat evlerine içkiyi sokan yasa tasarısıyla uğraşırken, bir yandan da elden geldiğince destek olmaya çalıştı. Şimdilik yaban ellerde diye pek rahatsız etmedim, ama gelince sabrını bayağı ölçecem bu site olayında. Yalnız Tansu Bey ne adammış arkadaş. Sinirlerini aldırmış gibi, çelik de değil, platinden sinirler. Hem hostingi beleşe alıyorum, hemi de adama öyle ekstrem sorular soruyorum ki, bi kere bile “Bi s.ktir git arkadaş, işim gücüm var kuruyorsan kur, yapamıyorsan defol” demedi. Bilgisayar konusunda 2-3 gıdım bilgisi olan bazı lavukları bilirsiniz, hemen artizlik yapmaya, yağ yakmaya başlar. Vallahi temasından, hostuna, yazı ayarından, permalink ayarına kadar günlerce yardım etti bana.

Hayatımda pek garip şey olmaz. Sıradan şeyleri yaşarım. Ama sıradan şeyleri yaşarken de bu şekilde aşırılık zirvede oluyor. Yani böyle bi hosting sahibini yerkürede günlerce arasam bulamazmışım. Kendi başıma yapsam 2050′de bitirebileceğim şeyleri 15-20 günde hallettik. Bazen bu düzenleme işleri sırasında antin kuntin isteklerimden dolayı aynı antin kuntinlikte sorunlar çıktı ki, sırf bu sorunlar yüzünden sonsuza kadar siteyi açmaya çalışacakmışım gibi hissettim. Bi yandan bu bilgisayar olaylarını öğrenmek istemiyorum açıkcası. İnsanın sosyal hayatından çok şey alıp götürüyor. En verimli çağımda, gezip tozacağım yıllarda, ne işim var kardeşim php mhp ile? Ama blog yazmanın lezzeti apayrı bişey, Allah için. Çoğu insana değişmiyorum diyorum, bakın ne kadar mühim benim için oradan anlayın. Fekat 3-4 yılı Pazar günleri Bizimkiler ve Parlement Sinema kulübüyle y.rak gibi geçen bi insan olarak, yeterin gayrı, gezecem tozacam diyorum.

Kafamın bozuk olduğu anlarda gezdim tozdum, lıkır lıkır içki içtim de toparladım. Gerçeklerin perdesini aralayan parnak gibi aynı lan. İçiyorsun, her şey daha bi somutlaşıyor, daha bi gerçekçi hal alıyor. Duygularını, insanların ruhlarındakini daha gerçekçi hissediyorsun. İşte bunu hissettiğin zaman da iyiyi ve kötüyü olduğu gibi kabul ettiğin için ayna gibi oluyorsun şerefsizim. Bu sefer kusacak dozaja çıkarmadım ama içtiğin zaman yer yer kusacan arkadaş, çekinmeyecen. Deliroloji dininin inancına göre içtikçe kustuğunda, bi yandan da ruhundaki kötülükleri kusarsın yere. Onun bi de üstüne işedin mi, o bi daha geri gelmez. Kötü alışkanlık simsarı gibi görmeyin beni. Zati öyle görüyor olsanız, bu siteyi ilk açtığınızda bırakır giderdiniz. Sadece abuk sabuk konuşan bi manyak olarak düşünün.

En başta Tansu Günay olmak üzere, siteyi eski ruhunu kaybetmeden yeniden inşa etme aşamamda emeği geçen Barış Ünver, Hüseyin Mert ve Ali Bahşişoğlu‘na çok teşekkür ederim. Bana yazmam için bi amacım olduğunu göstertip siteyi daha da panik halinde bitirmemi sağlayan siz okurlara da çok teşekkür ederim. Ayrıca “Siteyi düzenlemem lazım bugün, okula gelemeyecem, raporu da vermemiz gerekiyordu ama hiç kimseye verdirtmesen de yarın hep birlikte versek, mağdur olmasam” dediğimde gemileri yakıp kendi raporunu vermeyen ve üstüne üstlük başkalarının raporunu vermesini engelleyen Gizem Öztürk‘ü de boğazından ısırırım. İçimdeki gariban Bilo’yu öldürdünüz. Ahanda Namıssız Bilo.

Yazı bittiğinde “Galactic Cowboys – The Record Ends” çalıyordu.

Barak Havası?

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Başlığı gördüğünüz an beyninize iliştiğini hissettiğiniz 100 parmak darbesinin nöronlarınızı coşturum etkisiyle konunun Barack Obama ile bi bağlantısı olduğunu, başlıkta yazım yanlışı olduğunu veyahut da ihtimaller dahilinde bir Obama hicvi olduğunu düşünebilir – sanabilirsiniz. Fakat kabul edin, sizi ormandaki 10 Prison Break şaşırtıcılığında ters köşeye yatırdım. Siz diğer konuya doğru yönlenirken “Bir Amerikan Başkanı olarak Obama“yla ilgili 1-2 fikrimi belirtmek isterim. Dünya küreselleşiyor diyorlar lan, küreselleşme mi kalmış allasen sevgili okur? Dünya yusyuvarlak, tostoparlak bişey olmuş. İnsanlar zaten hep öyleydi de, globallaşım evresinde pek de kasıntıya maruz kalmadılar. Bakınız, dünyanın diğer ucundaki insanlar Obama’nın gelmesine, Amerika’lılardan bile daha fazla seviniyor. Amerika cidden de tek başına dünya gibi bişey. Ya da dünyanın diğer ülkelerinin Amerika’nın kasabası, köyü, ilçesi olduğunu söylesem yalan olmaz. Ülkelerinin bayraklarını da şöyle değiştirmeleri lazım. United States of Earth. Kulağa güzel geliyor vallaha. Bi de bundan önce ne kadar beyaz adam varsa (Clinton hariç) cinsel hayattaki iktidarsızlığının acısını masum sivillerden çıkarıyordu. Bu garip bi olgudur, ama maalesef öyle. Ç.kü büyük olan, Clinton gibi saksafonlarla uğraşırken, küçük olan ise iktidar savaşını insanların kanını, canını alarak verir. Bana göre vücudun ırzına geçmek, ruhların ırzına geçmekten çok çok iyidir. Babafingosu küçük olan zenci ne gördüm, ne de duydum. Bu da demektir ki Obama iktidar süresince daha adam akıllı işlerle uğraşacak. Kendini daha bi maneviyata verecek. Dünya bu adamın iktidarının gücüne bakıyor şimdi, zaman neler gösterir bilinmez. Barack Obama o dalgayla büyük ihtimalle “Amerikan Rüyasıtabirini daha ileri bir seviyeye taşıyarak Amerikan Fantezisi, Amerikan Derin Boğazı” haline getirecek. 50′sinden sonra yapamaz demeyin, kütür kütür de yapar.

Ne yalan söyliyim Barack Obama benim açımdan hiç de hayırlara vesile olmadı. Evet, birazdan anlatacağım konunun başkanın isminden serbest çağrışımla aklıma geldiğini söyleyebilirim. Ama ne yazık ki geçmişle yüzleştiğimde bu çağrışım beni Ay’ın karanlık yüzüne doğru götürdü, ama bileti “One Way” olarak verdiği için yaban ellerde kaldım da dönendim durdum. Bu müzik türünü ilk dinlediğimde zihnimde yakın zamanlardan bi film afişi canlandı. Bu film sinemada oynamıştı ama şu an aklıma ne yazık ki gelmiyor. Niye gelmediğini de söyleyeceğim. Afişte “Bazı sesler vardır, duymak istemeyeceğiniz.” yazıyordu. Be gerizekalı Hollywood ahalisi, sorarım size, hangi Ademoğlu/Havvakızı duymak istemeyeceği bir sesi duymak üzere sinemaya tiko 20 kağıt bayılır? İnsanlarımız duymak istediği sesleri bile mp3le indirirken bu halkımıza reva mıdır? Şayet mevzubahis film dünya çapında da aynı sloganla gösterildiyse gişede 2-3 yapmıştır. Yanlış anlamayın sevgili okurlar. Milyon değil, tane.

Ama şundan emin olmanızı isterdim. Şayet insanları duymak istemeyecği bi sesle tehdit edip onca emekle çektiğim filmden uzak tutmak isteseydim filmin soundtracklerini ve efektlerini komple Barak Havasından oluştururdum. Şu sanatçı veya bu şarkıcı diyip spesifik zorlamalarda bulunmuyorum dikkat ederseniz. Genel olarak Barak Havası diyorum. Ne müzikler dinledim, ne türler duydum ama ruhum üzerine yemin ederim ki böyle ıstıraplı, böyle sayko bişey görmedim ve tahmin edeceğiniz üzere tamamen Türk mamulü.

Tanışma hikayemizi anlatayım. Delinin deliyi bulması dakikayı almaz ya hani, o yüzden etrafımdaki insanlar da ekseriyetle benim gibi manyak oluyorlar. İlla ki bi yerlerinden bi manyaklık çıktı çıkacak. Korkuyorum yani, yaklaşamıyorum. Macera filmi gibi, bi atraksiyon bitmeden diğeri başlıyor. Hatta bi yerden sonra tanımadığım insanlara da sanki benden bişeyler bulaşıyor. Mesela bu sabah arabayla dükkana doğru giderken bi motosiklet üzerinde yobaz sakal modelli bi adam gördüm. Adam motosikleti tek elle sürüp, diğer elini de dizinin yanından uzatmış, göstere göstere tespih çekiyordu. “Hay senin sakalını s.keyim emmi” dedim. İbadetin de bu kadar gösterişi olmaz artık. Herif bi yandan Scooter sürüp bi yandan günlük tapınma ihtiyacını karşılıyor. Bundan daha havalı bi ibadet şekli de altında Amerikan denyolarının bolca rağbet ettiği motosiklet türü Chopper ile tespih çekme olurdu sanırım. İşte yurdum insanı böyle, hep bi patlama halinde. İnternette o kadar şey görüp, ağzım açılıp, g.tüm tavana vursa dahi, sokaklara çıktığım zaman internet mizahını bile kat be kat katlayan adamlar görüyorum.

Dükkandaki eleman da Barak Havası çok severmiş. “Limewire’dan bi Barak Havası indir de kendime geleyim.” dediydi. İsminin cinsel uzuv çağrışımı taşıması sebebiyle muzır bi çocuk ruhuyla indirdim tabi ki. Lakin müziği açtığımda işin rengi acayip bi şekilde değişti. Ağır tempoda giden bi bağlama solosundan sonra solistimiz müziğe böğürerek giriyordu. Öyle hızlı bi şekilde böğürüyor ki anlamak için kulağınızı hoparlörün deliklerinin içine sokup o basınçla gelen bütün tozları yiyip, sonra kulağınızı yıkattıktan sonra tekrar aynı yere dayamanız gerekiyor : “Amaan ben öldüüüüüm oy oy, ölesin geliiiiin, mezarlara düşesiiiiin, kimse ziyaret etmesiiiiiin, aman Muhammet Muhammet oy oy, kimse gelmesiiiiin dertleeer bulasııııın, kör olasıııın.”

Önüme 100 tane Adana kabadayısı dizilip dövse daha az ürkerdim. Ya da ne biliyim gaspçı gelip cüzdanımı telefonumu istese verir, kurtulurdum. Bu, ruhumun derinliklerine işledi. Sırf beddua ve anlaşılmaz böğürtülerden oluşan müzik nasıl bi saykoluktur böyle? Bana herhangi bi Türkçe müzik türü söyleyin, onu alıp yaklaşık olarak benzer bi metal veya rock alt türüyle eşleştirebilirim. Doom Metal mesela Arabesk’in gavur versiyonu, ikisinde ayrı bi keder hali ve isyan türünde lirikler var. Blues’u da arabeske benzetebiliriz. sonuçta ikisi de ezilenlerin, varoşların müziği olarak kabul edilebilir. Arka plandaki çalgıları yavaş planda giden ve solisti son derece yüksek sesle, t*şakları g.tüne kaçarcasına beddua eden bir tür? Caniliğin ve ruh hastalığının son aşaması olmuş dejenere Grind-gore türüyle dahi eş tutamıyorum. Sonuçta Grind-gore her yönüyle hayvan gibi olan, ve bunu düstur olarak insanlara skerte bağırta kabul ettiren bi tür. Lakin gelgelelim Barak Havası’na, ağır müzik temposu ve saniyede 1000 beddua edebilen yüksek kapasiteli şarkıcılarıyla son derece evlerden ırak olası bi tür. Gaziantep’in Barak Ovalarından çıkmış sanırım. Ben böyle çorak topraklardan çıkmış müziğin hanuna goyim afedersiniz ama. Hani sorunları olan adamlar başkalarıyla uğraşırmış ya, bu da o hesap. Tarlalardan, ovalardan hasatları alamayan köylü, gelin-kaynana, akraba ve kendisi de dahil ne kadar canlı varsa hepsine beddua etmeyi uygun bulmuş.

Hiçbirinizi bu zihinsel ve ruhsal çöküntüye müdahil olmaya zorlamıyorum. Ama biliyorsunuz ki, artık işin içindesiniz ve illa ki aşağıya koyduğum müzikle taze (Ne kadar taze olduğu tartışılır) bir başlangıç yapacaksınız. Yeni bir şey keşfetmenin heyecanıyla belki, belki de dünyadaki tüm türlere vakıf olma adına bi girişim olacak bu, ama dinlediğiniz ve işitme organınızın olduğu güne lanet edeceksiniz. Resmen rakı gibi lan. Hani elin gavuru votkayı viskiyi içer de sert içki sanır, sonra rakıda afallar ya, bu da Grind-gore’un üstüne öyle bi duş etkisi yapıyor. İlla dinleyecekseniz ya açık havada ya da gerizekalı emoların uğrak yeri olan Starbucks türü yerlerde dinleyin. Zira, bu türün bulunduğu ortamdan bi daha uğramamak üzere beti bereketi kaçırdığına emin olabilirsiniz. Dünya çapında modern savaş çanları çalarken daha yeni yeni keşfedilen bu hava türünün birincil kitle imha silahı olacağı görüşündeyim, ki atom bombasından bile daha uzun süre etkili. Ayrıca herkes Barack’a oyları güvenip verdi. Amerika’ya ne kadar iyi adam getirirsen getir, bi yerden sonra şerefsizleşir ya, inşallah gün gelir de halkı bu türkülerle inletmez. Piyasalarda Barak Havası esmişmiş. Göreceksiniz Barak Havası’nı.

Yazı bittiğinde “Kocani Orkestar – Eleno Mome” çalıyordu.

İlk Tıraşta Aşk – Gillette Fusion Power Phenom

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Dünyadaki terapi niteliği taşıyan ne kadar sakinleştirici eylem varsa neredeyse hepsi erkeklere özgüdür ve buna rağmen sağıma baktığımda 1, soluma baktığımda ise 3 tane baltazar tipli, hapishane kaçkını ve çoğu zaman da tipsizlikten 10 yıl yiyecek denli öfkelilik halinde testesteron adamlar görebiliyorum. Öfkenin sebebini irdelemek gerekirse bu denli çok terapi nitelikli aktivite arasından hepsini yapmak isteyip, çoğunu yapamadıkları için deliriyor olabilirler. Bakınız, mesela kadınların oldukça sınırlıdır, bilemiyorum, belki de onların dünyasına giremediğim için böyle gözüküyor. Sonuçta Mel Gibson‘ın bi filmi vardı (What Women Want), ordaki gibi kadın elbiseleri giyip sonra da suya fön makinesini koyup elektrikle çarpılma suretiyle onların içinden düşündüklerini duyabilme yetisini kazanmayı da hiç istemem. Mel Gibson’ı da görüyorsunuz zaten, o tür rollerden sonra tırlattı, bir daha dönmemek üzere hristiyanlık harici tüm dinleri kötüleyerek bi nevi kendini affettirme amaçlı misyoner filmler çekmeye başladı.

Eğer dikkat ederseniz kadınların en önemli rahatlama kozları ikincil olarak dedikodu ve birincil olarak bulaşık yıkamaktır. Ve tekrar dikkat ederseniz aklı selim erkeklerin bu yöntemleri de terapi listesine kattığını görebilirsiniz. Özellikle bulaşık yıkayan herhangi bi insan evladı, o sırada duyduğu rahatlama bağımlılıklı bu aktivitesini belirli periyotlarla devam ettirir. İnsanlık olarak yalnız başımıza bişeyler yapsak dahi kızların ilgisini çekmek için uzaklara dalıp giden gizemli erkek modelinden kaçınmıyoruz, bulaşık yıkarken bile. Bize kalsa herşey film gibi lan. Hani Yeşilçam filmlerinde olurdu ya, biçki dikiş kursuna gireceğini sanarken kadrolu hayat kadınına dönüşen insanlar. Bir süre bu buğunun içinde “Nasıl olsa paramı kazanıyorum lan.” diyerek oldukça yanlış temaslarda (Diplomatik ilişki sanki ha, yanlış temasmış) bulunan kadın karakterimiz, bir gün bulunduğumuz ortamdan iğrenmenin en klasik yöntemi olan “Ölü köpek düşünüm bazlı hareket“i gerçekleştirir ve ağlaya ağlaya eve koştururdu. Sonra banyo sekansına geçtiğinde kadının ağlaya ağlaya üstüne tasla suyu boca ettiğini ve tövbekar (kendisine göre arınmış, günah çıkartmış) olduğunu görürdük. Buna bi nevi metaforlarla arınma diyebiliriz. İşte bu denli manyaklıklarla büyüyen nesiller, ya da sonradan Yeşilçam manyaklıklarına maruz kalan sonraki jenerasyonlar 2 boy abdestiyle günahlarından arınmaya, bi duvar yanında görmediği adamlara sırlarını anlatarak günah çıkarmaya kalkıştılar.

Bulaşık yıkamak bunlara göre çok daha samimi. Çünkü bir insanın herhangi bi anda evde verdiği ziyafetin ertesi gün ceremesini çekmek üzere istemeye istemeye o bulaşık süngerine gider eli. Normal bulaşıklar dedikodu, yalan söyleme gibi ufak günahları arındırırken, olay tencere tavaya geldiğinde işler kızışır. Artık geri dönülmesi oldukça zor bi günahmışçasına çitiler, çitileriz ve üstündeki kurumuş pislikler çıkmaya başladıkça gerizekalı bi mutluluğa bürünürüz. Lakin bakınız, o tavanın içine gözlerinizi pörtletmek suretiyle baktığınızda ufak çiziklerin oluştuğunu görmeniz oldukça mümkündür. İstediğiniz kadar yaptığınız basit olgulara anlam yükleyin, bi şekilde pürüz çıkar. Sen git “Arka taraf bomboş” diye otobüste seni sıkboğaz eden adamı bıçakla, ondan sonra bi süngerle affol, iyi valla.

Erkeklerin aktiviteleri oldukça fazla olmasına rağmen, bazıları çok çok daha el üstündedir. Tabi bu biz baltalara kalsa “Üşengeçlikten ötürü hiçbiriyle ilgilenme” şeklinde özetlenebilir. Ama vücudunun yüzde 70′i su yerine kıldan oluşan bi yaratık ne yazık ki koyveremez. Biraz haksızlık ettiğimi farkettim esasında. Şayet biz bezginsek bunun tek sebebi vücüdümüzün dört bi yanından pörtleyen kılların enerjimizi emmesidir. Basketçiler enerji kaybetmemek amacıyla bacak, kol, Allah ne verdiyse bütün kılları alır ve gariptir ki herşeyde artistlik yapan ve ataerkil olduğunu sanan hanımköylü toplumumuzda bu oldukça doğal karşılanmaktadır. Lakin bakınız, ben bu biraz önce bahsettiğim sebepten eylemi icra etmeye kalksam “Dağlar seni delik delik deleriiim aman aman” türküsünde de belirtildiği gibi içinden çıkılması güç durumlarda kalırım. Ne mutlu ki toplumumuz en azından belli bölgelerimizin kıllardan arındırılması görüşünde. Göz görmeyince gönül katlanır bittabi. Aşağı lokasyonda estetik bir kaygımız olmadığından ötürü herhangi bir tıraş bıçağıyla haşır huşur kesebiliriz. Lakin gelecekteki amacınız Alessandra Ambrosio gibi bi hatunu tav etmekse bizim eski sokakta bolca gördüğüm, o dönemlerde kabuslarımda prime time oynayan Ramo gibi olmamalısınız. Buradan tüm Türk halkına yemin ediyorum, adamın gözleri hariç her yerini kıl bürümüştü. Göz çevresi demiyorum dikkat ettiyseniz. Göz torbaları bile kıllıydı. Gözünü kıl bürümek eyleminin bu adamda hayata geçmemiş olduğuna bolca şaşırdım bu yüzden de. Ben ki, enerjisi düşük bir insan olmamı bu denli kıllı olmama bağlarken, o adamı sürekli ayakta dolaşırken görüyor ve akabinde dart yemiş düldül gibi şaşırıyordum. Bilemem, belki de adam kendini hayattan izole etmek istediği için adaptasyonla bu denli kıllı bi hale geldi ya da eskiden yakışıklıydı ama Ambrosio gibi birini ayarlayınca saldı kendini.

Bu tıraş olayını her ne kadar terapi olarak düşünsem de 2 aylık bir rutinle uğraştığımı itiraf etmeliyim. Tabi bu süre zarfında da en az ormanda kırk Okan Bayülgen neandartali gücünde olabiliyorum. Yeni programına başlıyor, artık bi şekilde saçı sakalı toplamıştır diye düşünürken bir de ne göreyim. Ben evrimin ileri işleyeceğini sanarken sevgili Okan maymun maskesiyle (Belki de maske değildi kendi kafasıydı) ortada deliler gibi raks etmekteydi. Programının logosu da bi maymundu. E bu adam genel olarak günümüzün erkek modasını belirlemiyor mu? O zaman yeni moda maymunluk ve kıllılık gibi bişey olacak. Ama ben en az Amerika’nın 1 dolarının “In God We Trust” sözleriyle tanrıya güvendiği gibi burnunu her bi halta sokan İsviçre’li bilim adamlarının “Kadınlar yumurta gibi erkekler sever” sözüne güveniyorum. Sonuçta düşünün, bi kadın hoşlandığını yavuklusunun yüzünü hissederek öpemeyip, bir kıl yumağıyla temas ettiğini düşündükten sonra niye onunla çıksın ki? Gider en hasım kedisinin elindeki örgü yumağını alır, onu öper saatlerce.

Tıraş olma periyodumu bu denli uzun tutmamın sebebinden hala bahsedememişim. Evet efendim, ben yaklaşık 14-15 yaşında iken bıyıkları terlemiş bi oğlan olup, yaklaşık 4-5 yıldır tıraş olmama rağmen 20 yaşımda hala suratımı paramparça etmekteyim. İddia ederim ki, Frankenstein’ın yamalı suratı bile benim “Tıraş” isimli harbimden çıktıktan sonraki halimden daha az Türkiye’nin karasal haritasına benzemektedir. İnanmazsınız, geçenlerde tıraş olduğumda suratımın sadece 2 kısmını parçaladım diye koskoca İsa’nın doğumu kabul edilen miladı alıp, bu tarihi taşıdım fütursuzca. Scarface’in neresi yaralı ki lan? Gelsin beni görsün Al Pacino.

Ruhum ve suratım örselendi sevgili okurlar. Gençliğimin baharında suratıma jilet vurmaya korktum. Hatunların yanında Kurabiye Canavarı gibi dolaştım her daim. Her yanlış yöne giden ilişkilerde de hayat muhasebesi yaparken hesapta hep yanlış tıraş bıçağı kullandığım gerçeğini atladım, belki de gerçeklerden kaçtım. Bilirsiniz ki, her Amerikan filminde bir kısımda illa ki Amerika bayrağı gözükür ve o anda bi şekilde uyuyan, yanlış yollara sapmış olan adamlar uykularından uyanır, Amerikan Gerçeği’ni farkederler. İşte benimki de tam anlamıyla böyle bi deneyim oldu. İnsanların hayatına çıkan belli olaylar, belli şeyleri tetiklemek için oluşurmuş ya, meğersem benim blog yazma olayım da aslında uyanışımın başlangıcıymış. “O kadar blog yazdım, bi faidesini göremedim uleyyn.” dediğim anda Gillette uzaklardan ekmeğini tavuğun camdaki buharına banıp o şekilde fanteziler kuran bir fukaraya tavuğu veren işletmeci gibi hayallerimi gerçek eyledi. Bi de bu örnekte geçen buhar banıcısı adamlara genelde yağlarından sabun yapılan homini gırtlak müşterilerin artıkları verilir. Bana ise son derece güzel bir pakette, Gillette’in daha yeni çıkmış titreşimli tıraş bıçağı Fusion Power Phenom ve ona arkadan destek birimi olarak eşlik eden tıraş köpüğüyle jelini göndermişler. İşte o tıraş kutusu bana o anda 2001 : A Space Odyysey‘deki medeniyeti oluşturan siyah blok gibi gözüktü. Hani etrafında maymun adamların kiminin tırsarak, kiminin de mıncıklama isteğiyle döndüğü, insanlığı geliştiren blok. Allah’tan ben mıncıklama isteğiyle tutuyordum kutuyu da medeniyet atladım sayelerinde.

Elime yeni keşfedeceğim türden şeyler geçtiği zaman cidden aşırı heyecan yapıyorum. Elim ayağıma dolanıyor, illa ki kutunun sağını solunu, bi yerlerini keserim yani o arada. Olmadı kolumu bacağımı keserim. Amerikalılar da benimle aynı kaderi paylaşıyor olsa gerek. Bu tür paketleri açarken yaralanan insan sayısı oldukça fazlaymış. Kargonun poşedini çıkardığımda kutunun üstündeki aynaya gözüm ilişti. Uyanış anının en önemli evresiydi aslında. Gillette, beni bakmaktan yıllardır kaçtığım aynayla yüzleştirdi ummadığım bi anda, insanlarla topluca buluşulduğunda neden zorakiymişçesine en son benim öpüldüğümü farkettirdi. Evet, ben miladı yanlış tarihe atamıştım. Bu yüzden Tapu ve Kadastro’ya “Tarihi değiştirecem” şeklinde başvuru yaptım. Onlar da “Manyak mısın be adam, git kiliseye söyle” dediler. Her neyse, herkes kendi ruhundaki aydınlanmanın miladını yaşar. Ben de İstanbul’un Fethi olarak kabul ettiğimiz Yeni Çağ’ı alırım, napayım yani?

Bi de porsuk kılından yapılan fırçayla suratımıza sürdüğümüz diş macunu şeklindeki tıraş kremini surat koruyucu sanırdım. Meğerse bunlar tamamen old school olmuş. Yüksek mühendislik diyoruz burda anasını satayım. Adamlar o kremin üstüne 30 yıl çalışma yaptı, işini kolaylaştıran köpükler çıkardı, sen hala eski püskü şeylerle tıraş olacam diye debelen. İlk başta görmemiş hanzolar gibi elime bi avuç köpüğü boca ettim, ama zaten suratım da oldukça kıllıydı, anca o paklardı hani. Fusion Phenom’un pilini taktım, titreşimini açtım. Bu deneyim cidden tıraş olamazdı. Önceden etimi suratımdan sıyıran bıçakların acısı, bana böyle bişeyin olmayacağını söylüyordu bilinç altımdan. Suratımı yırtmak için kaktırdım, ittirdim, tersten çektim, kıllarım dönsün de suratımın içine kaçsın da sonra zombi olayım diye uğraştım ama olmadı. Osmanlı’nın en sağlam yöntemlerdenmiş. Domuz derisini insanların kafasına geçirir, ıslatırlarmış. O deri uyguladığı baskıyla saç kıllarını beyine doğru ittirir ve insanları zombileştirirmiş. Düşündüm de manyak mıyım ne? Niye böyle bişey istediysem? Ama cidden, bıçağın o masaj mahiyetinde gelen güzel titreşimi haricinde kıl çekildiğini bile farketmiyordum. “Ulan yoksa kör bıçağı verdiler de öylesine mi sürüyorum?” demedim değil. Dedim sevgili okular. Lakin bi baktım ki suratımdaki kıllar kaybolmuş, adeta cillop gibi bi oğlan olmuşum. Bi de tıraş bıçaklarındaki en büyük sorun tıraşın akabinde içinde bi milyon tane kıl kalması ve onların mümkünatsız bi şekilde çıkmamasıdır. Yok arkadaş, bunun içinde kıl zerresi dahi kalmamış. İlla ki çamur atacam ya, üstünde 2 yıl önceki deneyimden kalan soğan zarının atıl bi şekilde durduğu mikroskobumu alıp baktım. 1×100000000000000 zoom oranı yaptım kıl kocaman gözüksün de pire deve olsun diye. Ama olmadı. Bi de tıraş öyle haz verici oldu ki, reklamlardan birindeki adam gibi dayanamayıp kafama jeli döküp bıçakla sıfıra vurmaya kalkıştım. Annem kapıya omuz atıp zorla tuttu beni vallaha. Suratıma tıraş sonrası jeli sürmüştüm bi de o kadar güzel kokuyordu ki, ikimiz de mayıştık, olay tatlıya bağlandı.

Tıraş olmak bu kadar hissiyatsız ve eğlenceli bişeyse ben yıllarca kullandığım bıçaklara tüküreyim sevgili okurlar. Kıllarımın uzayacağı günü sabırla bekler oldum. Hatta suratıma o kıl çıkarıcı biyokimyasallardan takviye edip bu süreci hızlandırmaya başladım. En azından ortamlarda “Günde 2 kere tıraş oluyor ağbiii” diye geyik çevrildiğinde “Senin de Fusion’ın olsun, günde 5 kere olmazsan adam değilim” diye fikir veren aydınlanmış adamlardan olayım. Bu tıraşı ayrı bi meslek grubuna da önerebilirim aslında. İdealist katillere çok iyi gider, cidden. Düşünsenize, sırf psikopat olduğu ve kan görmek istediği için adam öldüren bi katil ve elindeki kör tek bıçaklarla suçsuz insanların canını yakıyor. Tek bıçakların, genel olarak katillerin ana sponsoru olmasının sebebi bu zaten. Gillette Fusion Power Phenom öyle mi ama? Adama uyurken sür, ruhu duymaz. Hatta herkes bu denli acısız bi şekilde hayata veda etmek ister sanırım. Vasiyetimi veriyorum ; Ya The Who isimli güzide grubumuzun dediği gibi yaşlanmadan öleyim, ya da yaşlanıp da kalp krizimin geleceği günü hastalık içinde bekleyeceğime Gillette’in gelişmiş mühendislik harikası tıraş bıçaklarıyla huzur içinde idealist bi katilimiz tarafından acısız ve hissiyatsız bi şekilde öldürüleyim. Ölenlerin mezarlarına kişisel eşyalarını dolduran inanç var bi de. Aranızda öyle bi arıza varsa, “Bir garip öldü diyeler, Gillette Fusion Power Phenom’ı mezarıma koyalar, soğuk suyla yuyalar, ara sıra suratımı tıraşlayalar.” dörtlüğüme kulak vermelerini diliyorum. Ölü de olsak, diğer tarafta güzel hurilerin olup olmayacağının garantisini kim verebilir ki bana?

– END OF PART I –

DIRECTOR’S CUT REVISITED (a.k.a. Tıraş üzerine güzellemenin yeniden derlenip, kesilip, biçilip fetvalaştırılmış hali – Kıl üzerine yazarın son notları)

Tüm zamanlarda yaşamış bütün insanları iki ana kategoride değerlendirmek zorunda bırakılsaydım, aksi taktirde müsait bir uçurumdan beni aşağı ittirmekle mükellef kıl yumağı, izbandut kırması, testosteron ihracatı yapabilme teknolojisini dört gözle bekleyen bu abilere insanları kadın-erkek olarak değil de suratındaki ve bacağındaki kılları kesen insanlar olarak kategorize ederdim. Zira bu yolla tıraş olmanın önemini onlara hatırlatmış olur ve tıraş olmaları halinde onların daha az ürkütücü versiyonlarıyla muhatap olabilme şansına erişebilirdim. Evet kılın bizi daha ürkütücü, daha dindar, daha vurdum duymaz, daha bohem, daha yaşamdan soyutlanmış hale getirmek gibi bir fonksiyonu var. Hayatta kötü olduğunuz ne varsa, sakal diğer insanlar tarafından bu olumsuzluğun aslından daha beter olduğu biçiminde algılanmasına vesile olur.

Evet insanlar kıllı yaratıklardır. Genetik faktörlerin bu kıllılık oranıyla ilişkili olduğunu biliyoruz ve 1 ila 10 rakamlarıyla derecelendirmek gerekirse biz Türkler liste başı olmaya aday bir toplumuz. Peki bu iyi bir şey mi? Hayatım boyunca kıllı olmanın cinsel cazibe olarak algılandığı tek bir döneme şahit oldum. 80 sonrası post-modern Türk sinemasında bunun dışavurumuna şahit olmak mümkün. Çocukluk dönemime denk geliyor olmasına rağmen ben bunu inandırıcı bulmamıştım, doğrusu bulamamıştım. Kız arkadaşı Hülya Avşar’a yeni tanıştığı erkek arkadaşı ile ilk cinsel münasebetinden sonra şöyle soruyordu.. “Nasıl kıllı mı?” sorusu “Evet” olarak yanıtlandıktan sonra cümleten kahkahayı basıyorlar ve bu yolla kıllı olmanın iyi bir şey olduğu bilinçaltımıza işlenmeye çalışılıyordu. İddiaya girerim o filmin yönetmeni bir hayli kıllı bir abimizdi. İşe yarasaydı göğsüne kıl ektiren bir toplum haline gelir miydik? Ne kadar manipülatif bir toplumuz? Hükümsüz sorular… Bunun dışında kıllı olmayı peygamber soyundan gelmek olarak değerlendiren bir zümrenin varlığı söz konusu. Bu acınası tesellinin ortaya çıkma nedenleri malum. Bu maluliyetten mütevellit, kıllı olmanın insan psikolojisi üzerinde ki yan etkileri hakkında fikir sahibi olmak mümkün.

Erkeklerle kadınlar arasında nasıl gündeme geldiğini hayal ederken çok eğlendiğim toplumsal bir sözleşme olduğunu düşünüyorum. İlk insanlar vücutlarındaki kılları kısa zamanda gözlemlemeleri sonucu ikiye ayırdılar: Uzayan ve uzamayan kıllar. Erkekler ve kadınlar bi şekilde uzlaşıp vucutlarında karşı cinsleri rahatsız eden uzayan kılları tıraş etmeleri konusunda anlaşmış olabilirler. İlk yazılı antlaşma bu bile olabilir bence. Acaba hangi kayalığa yazdılar?

Sosyalleşme sevdamızda kadınların erkekler için en önemli faktör ve motivasyon kaynağı olduğu tartışmaya açık bir konu değil. Sosyalleşmek görsel anlamda erkekler için tıraşı ve diş fırçalamayı mecbur kılıyor. Dolayısıyla bu iki sektörde hizmet sunan şirketler eğer erkeklerin periyodik olarak tıraş olmalarını ve dişlerini fırçalamalarını istiyorlarsa bize kız arkadaş ayarlasınlar. Kesin çözüm. Yıllık ciroları tavan yapmazsa ben bu işi bırakırım arkadaş.

– END OF PART II –

Dipçik Not: Bu yazı, banyo ortamında tıraş kültürüne uygun olması amacıyla klozetin önüne bir adet masanın çekilip, üstüne laptop sisteminin kurulmasıyla tuvalet halinde yazılmıştır.

Anekdot Silsilasyonu : Part VIII

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

* Biraz daha bilgisayar başında dursam fıttıracağım anlardan birinde ani bir kararla Çeşme’ye gitmiştik günübirlik. Plaj eğlencesi, şezlongu, güneşi ayrı bi güzeldir. Ama mevzu tuvalet konsuna gelince evdeki s.çma rahatlığı olmuyor tabi. Gelenlerin kedi gibi kumu kazıp içine s.çmayacaklarını bildikleri için de 1 lira yapmışlar tuvaleti Allahsız değnekçi tipli götlü göbekli işletmeciler. Gıcıklık bu ya, bira içsem bu kadar üst üste gelmez çişim. Plaj dopdolu, tuvalete işemeye gidiyorum, 1 işiyorum, 2 işiyorum, 3, tuvalette bi kişilik kuyruk bile yok. Denize girenlerin ara sıra çömelip, domalıp, insanlardan kaçtıklarını görünce farkettim. Büyük küçük farketmiyor, yumurta kapıya dayandığında dahi denize sıçıyorlar. Teşbihte hata olmaz bilirsiniz, resmen palamutları suya bırakıyorlar. Böyle pis heriflere mavi bayrak mı dayanır, o da kahverengi olmuştur. Gerçi o bayrağın direğini tuvaleti 1 lira yapan bu işletmecilere mi yoksa bu denizin içine sıçanlara mı soksam bilemedim.

* Bir insanın Full Metal Jacket‘ı izlediği günün ertesinde askerlik kağıdı gelir mi? Gelirse o adam altına patır patır eder mi?

* Devlet tarafından kafeslendikten sonra, derbeder aç bilaç bırakılan bozkurtun hikayesi, “Âtıl Kurt”

* Ömrüm boyunca zihnimde “Beşamel Sos” kelimesi yankılandı, durdu. Zihnimin bana çağrıştırdığı kadarıyla yetindim. Hiç internete girip de ne olduğuna bakmadım, hala da bakmıyorum. İsminde acayip bi tatlılık, bi bal damlama durumu var, hani karamel gibi lezzetli, o renkte bi sosu çağrıştırıyor bana. Umarım öyledir.

* Halk Bank sanırım gelişim bütçesindeki bütün parasını “Yenilendi, yenileniyor” reklamlarına ayırdı. Ödenekten kalan son 10 YTL ile de maskot yaptırmışlar gibi duruyor. Bilen bilir, bir dikdörtgenin üstüne 2 göz, 1 de ağız çizilmiş sadece. Maskotunuzu s.keyim demeden edemedim, afedersiniz.

* Çocukluk sanrıları sanırttırmaya başladı yine. Bi an güzergaha güzelgah, Eşrefpaşa’ya Eşşekpaşa dediğimi hatırladım. “Eşşekpaşa Güzelgahı”nda akıcı bir trafik var bu sabah.

* Ulan film fragmanları da az devrelerimi yakmadı zamanında. Filmi anlatan adam “Böyle muhteşem efektler görmediniz” diyince ben “Etekler” anladığım için baldır bacak dolu olduğunu nasıl bu kadar rahatça ve fütursuzca söylüyorlar diye düşünüyordum.

* Ne zaman otobüse binsem gözüm, altında “Acil durumlarda cama vurunuz” yazan çekice ilişir. “Keşke bi fırsatını bulsam da şu çekiçle camları döksem, ne kadar etkili acep?” diye hayallere kapılırım.

* Sakin insanların rahatlama yöntemleri hep varsayım üstüne kuruludur, cidden. Ne taş, ne talaş hesabı. Karşıdan karşıya geçerken çoğu vakit benim geldiğim tarafa doğru kendi açısına göre karşıya geçen yayalardan birini gözüme kestiririm. O an mesela şişe varsa elimde şişe, şemsiye varsa şemsiye de müdahil olur hayalime. Hayalimde ilk olarak elimdeki objeyi karşıdan geçenin suratına fırlatır, sonra da Allah ne verdiyse dalaklarına saydırırım. Psikolojik rahatsızlık mı bilmiyorum ama cidden ferahlattığı aşikar.

* Dolmuşta en önde oturduğum zamanlarda inmeme 2 durak kalmışken, davarın biri el kaldırıp biniverir. Yer derdinde değilim tabi ki. Benim sorunum, dolmuşa binen hanzoların 2 adım atıp dolmuşçuya elden para vermek yerine omzuma ellerini değdirip para uzattırmaları. Öyle böyle değil, birisi dolmuşta sırf bunu yapmasın diye dergi merrgi okuyorum ç*k kadar yerde, öyle durumlarda 1. dereceden hanzo değillerse kendileri veriyorlar. Ama dergim olmadığı zaman 2 durak kala sırf bana birisi “Şurdan bi kişi lütfen” diyip para uzatıp/uzattırmasın diye aceleyle iniyorum. Ondan sonra beyhude 2 durak yürü babam yürü. Buradan Tüm Türkiye’ye sesleniyorum, benim dolmuştan inmeme 2 durak kalmışken dolmuşa binmeyin, binecekseniz de paranızı kendiniz uzatın. Bi gün birinizi çok pis tersleyecem, hadi hayırlısı.

* Benjamin Toshack‘a zamanında insanlar Bünyamin Taşak diye lakap takmış mıydı, yoksa ben yeni bişey mi keşfettim? Kardeşime sordum, o da hatırlamıyor böyle bişey. Adamın adını her duyduğumda bu çağrışımı alıyorum halbüse.

* Millete imza konusunda çok özeniyorum lan. Herhangi bi resmi belge önlerine geldiğinde şak diye imza atıyorlar. Benim hiç imzam olmadı ki. Rastgele karalıyorum. Hiç de bi Allah’ın günü oturup defter üstünde imza çalışması yapmadım. Arkadaşlarına imza bile üreten var. Ama benim normal el yazım zaten imza gibi, bu konuda beceriksizliğim belki de ondandır.

* Dübürist – Dübür uzmanı

* Üniversitede okuduğum Fizik bölümü yüzünden alternatif-direkt akım demeyip, gözünün yaşına bakmayıp AC/DC‘den (grup olan hani – herkes bilmeyebilir) nefret edecem lan. İnsan hangi bölümü okursa onunla ilgili herşeye kıllanıyo sanırım. Yeni albümlerini Fizik çalışırken dinledim bi de, overdose oldu. Gerçi onların isim cinselliğe göndermeydi (Alternatif-direkt akım, anlarsınız ya) Evet, evet böyle düşünürsem onları mezara gönderene kadar bile dinlerim ki, bu 200 yıla tekabül eder. Ben ölürüm, onlar yaşar.

* İsimleri hafızada tutma konusunda gerçekten ciddi problemlerim var. Bir insanın yanında 1 ay dursam bile sormam, o derece. Unuturum yani. Şu an bi yığın adamla tanıştım ama sorsanız g.tümden uydururum isimlerini. Geçenlerde bi anda kızın biri Dünya Sineması’nın Ustaları isimli kitabı okuduğumu görünce o vesileyle tanıştı. İsmini de söylemişti ama nasıl olduysa Merve diye işlemişim belleğe. Gerçi isim konusunda zayıf olan belleğim için kızlar Merve ve Tuğçe, erkeklerse Alp oluyor. Başka bi gün yeniden denk geldiğimizde numarasını vermek istedi. Cep telefonu da kullanmam açıkcası, zor bela çıkardım telefonu. Numarayı yazdım. “Merve’ydi değil mi?” dedim. “Ay aşkolsun, adım Zeynep” diye buyurdu kendisi. Buyrun size şenlik. Çam üstüne çam. Bana isminizi ezberletmeye çalışmayın kardeşim. Sawyer patentli lakap sistemi daha uygun bana. Unutmamak için “Bundan sonra senin ismin Su olsun.” dedim.

* Leman, K ve bilimum haftalık yayınların tuvalet, otobüs yolculuğu gibi ortamlarda sayfasının açıldığı zaman elde tutmasının ne kadar zorlaştığını bilen bilir. Dergiyi illa ki katlamak gerekir ki bu yolculuk sırasında yandakinin suratına dirsek atmamıza, tuvalette s.çma konsantrasyonumuzun bozulmasına sebep olur ve dergiyi ıslak yere koymamız icap eder. Bu yüzden böyle durumlarda hazzın kesilmemesi için bu tür dergilerin spiralli yapılmasını talep ediyorum. Katlamadan, dirsek atmadan cidden güzel yolculuklar olacaktır.

* Biraz önce teknolojinin nimetlerinden faydalanarak MSN’den Safinaz Büfe’ye maxi karışık siparişi geçtim. Yarım saat sonra parlak, bıyığı terlememiş bi oğlan geldi sandviçi vermek için. Belli ki acemi. İki tane sandviç 7 lira tutuyor. 10 lirayı çıkarıp verdim, işte elemanın acemilik noktası da burada patlak verdi. İçi sırf 1 liralarla dolu freebagini o kadar yokladı ve çıkara çıkara 2 lira çıkardı. O anki tipi görmeniz lazımdı, rol de yapamıyor. Sanıyor ki üstü kalsın diyecem. “Hulusi Kentmen jenerasyonu benden bi kaç önceki jenerasyon anam babam” dedim içimden. Garip ve bu çakallığı yeni yeni denemeye başladığı her halinden belli olan surat ifadesiyle “Bi saniye, şuradan 1 lira daha verecektim.” dedi, parayı istemeye istemeye verdi ve giderken t.şakları k.çına kaçmış bi insan abandonezisyonuyla çıktı gitti.

Yazı bittiğinde tabi ki “AC/DC – Spoilin’ For a Fight” çalıyordu, g.tüm de trampet çalıyordu.