Bridgestone F1 Experience ile Paddock Club Deneyimi

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bridgestone Experience - İstanbul Park - Paddock ClubHisterik, bi anda partiküllerine ayrılıp da bulunduğu yerden vücudumuzdaki 7-8 çıkış deliğine (Output? – Oha) fırlayıp tahliye olmaya çalışan kontrolsüz heyecan tornadosunun içindeyken duyguları anlatarak belli etmek zaten mümkün olmuyor da önceden becerebildiğin yöntemle, kendi kendine, barnaklarınla klavye tuşuna basarak heyecanı yalıtılmış kelimeler bile doğuramıyorsun. Heyecanlı bazı deneyimler, kazançlar, sevinçler düşünün. Mesela, aldığınız boyozun çıtırlığının, yağının tam kararında olduğu anlar gibi nadir anlar. Boyozda mükemmeliyeti yakalamak gerçekten zordur. Duştan önce yerde hiç kıl yokken, duştan çıktığınızda bi anda bütün banyo kıl yumağına döner mesela. Su deryasının içinde yuvarlanan bu kıl birikintilerinin bi kereliğine yerde oluşmadığını görüp banyodan çıkmak gibi. Tabii yere hiç kıl dökmüyor olmanızın açıklaması ya önceden geçirdiğiniz kemoterapi yüzünden vücudunuzda kıl kalmaması, ya da kadın olmanızdan dolayı bütün vücudunuzu ağda bandıyla yek parça yapmanız olabilir. Benim dediğimin sadece umulmadık derecede kıllı versiyondayken yaşanan bi mucize gibi düşünülmesi lazım.

İşte böyle anlarda zihninizden binlerce düşünce akar geçer. Blog tutanların bu konuda bi takıntısı vardır. Havada uçuşan binlerce kelimeyi, fikri, bi ağla kelebek yakalar gibi tıkıştırıp, kavanozda tutmayı düşünürlerOluşacak her kelime kombinasyonu için farklı ruh haline bürünmek gerekiyor çünkü. Bi yandan da sevinçli anınızda o anın ferahlığını yaşamak için beklersiniz. Sonrasında adrenalin ve serotonin azalmasıyla harekete geçmek normal mantık çerçevesinde daha verimli olacaktır ama heyecanınız 22 cc hormon değişimiyle birlikte geri çekilmeye başladığında bu sefer aklınıza gelenler de med cezir sonrası gibi geri geri akar. İstersen fikirleri depola ama o ruh haline ulaşamazsın. Kaçtı mı kaçar o, geri gelmez, yani aynı formda geri gelmez.

Formula 1 müessesesinden blogumda pek bahsetmesem de Twitter‘da yarış sonraları belli anlarda dellendiğimi görüp, üzerime deli elbisesi takıp ehilleştirmeye çalışanların çıktığı anlar olmuştur. Bunlardan birisi Massa’nın elinden alınan şampiyonluktu. Tamam, Massa’yı tutmuyor olabilirim, ama nedir, adam son derece efendi, Briatore gibi sağa sola laf sallayıp insanların sinirini bozmayan, işin magazininden uzak bi adam. Bu yüzden benim gibi milyonlarca, ya da yüzbinlerce kişinin takdirini alıyor ki milyon olması bu yüzden daha olası. Hamilton gibi bi denyonun, Massa’nın elinden son virajda şampiyonluğu alması bana çok koydu. İyisiyle kötüsüyle Federasyona, samimiyetsiz yarışçılara laf edip, belli bi kaliteye sahip olanları alkışlayarak yılları geçiriyoruz ekran başında.

Yıllar boyu bu deneyimleri içeriden yaşamanın planlarını yaptıysam da illa bişeyler çıktı. Bişeyleri ertelemek için bahane bulmak zor değil. Ben de öyle bi anlatıyorum ki sanki Formula 1′de yarışacakmışım gibi geldi yalnız. Tabi sadece İstanbul Park’ta bir seyirci olarak izleyeceğim. Ama www.carluvr.com‘da üstad Yalçın Pembecioğlu‘nun Bridgestone aracılığıyla düzenlediği yarışma sayesinde bir seyircinin yaşayabileceği en üst seviyeden bir F1 deneyimi olacak bu. Yarışamıyorsan, içine girebildiğin en iyi şekilde gir ama değil mi? Bi insanın hayatında en önemli yer tutan amaçlarından biri Formula 1 izlemek olmaz tabi ki. Cüzi fiyata satılan binlerce bilet bulmak mümkün. Ama insan gitmek istediğinde ortamı yeni doğmuş bi bebek gibi ıncığına cıncığına kadar kurcuklamak istiyor. İşte bu hayalin gerçek olma aşaması da yarışmada kazandığım Paddock Club biletiyle başlıyor. Paddock Club, bir seyirciye Formula 1′i en iyi şekilde izlettiren/yaşatan özellikleriyle, böyle bi deneyim olduğu öğrenildiği anda hayatta yaşanılması gereken bi hedef haline geliyor. Tabi bir F1 fanatiği olarak bu benim ideallerimden biriydi sadece. Yoksa biliyorum ki hiç alakası olmayanlar için “Bir futbol topunun peşinde koşan 22 aptal” geyiği gibi, Formula 1 de “Bir yolun etrafında deli gibi dönüp duran arabalar silsilesi” örneğinden öteye gitmez. Bu sene yapılan ve seneye yapılacak ufak değişikliklerle birlikte yarış taktiksel yönünde biraz uzaklaşsa da her yarışta adeta bir takım stratejisti gibi yakıt, lastik, ağırlık, aerodinami hesabı yaptığımızı bir biz biliriz, bir de Serhan Acar bilir sanırım. (Okay Karacan diyecek değilim herhalde, onun F1′den haberi yok.) Yarışmayı Bridgestone ve Yalçın Pembecioğlu sayesinde kazandım. Fakat samimi bi yorumumu da buraya tarafsızlık açısından eklemek isterim. Formula 1′de hem Bridgestone, hem de Michelin’in lastik tedarikçisi olduğu zamanlar yarışlar daha bi rekabete dayalıydı. Bi yandan pilotlar, arabalar arasındaki puanları ölçerken, onların da hangi yarışta hangi lastik setlerine önem verdiğini, nasıl randıman verdiğini incelerdik. Moto GP’de bu hala önemli bi unsur.

Formula 1′in teknik detayından çıkıp, Paddock Area’nın detaylarına inmek lazım bi yandan da. Sonuçta bu “Ben kazandım oluuum, siz bilgisayar başında oturun, ben tribünde olacam naaaber” türünde bi yazıdan önce benim için bana bu ödülü (Hediye diyemem, zira gerçekten bi insanın ölmeden yapması gereken şeylerden biri, tabi benim listeme göre. Yoksa size komik gelebilir böyle bişeyin üstünde çok durmam.) verenlere minnet yazımdır. Bu yazıda müteşekkir olduğum kişilerin böyle bişeye tabi ki ihtiyaçları yok, ama bi yandan hala devam eden bu yarışmanın içine aranızdan hevesli birkaç F1 fanını katabilir, en azından minnet duygumu bu şekilde bir nebze göstermiş olurum. Paddock Area, yalnızca yarış ekiplerinin, basının, görevlilerin ve parayı bastırıp bu ayrıcalığı kazanan şanslı kalantor, g.tlü göbekli seyircilerin girebileceği bir alan. Takımların pit stop alanları, garajları, tırları bu alanın içinde bulunur. Soframıza sunulan ekmeğin arka planı, hamur yoğrulma kısmı diyebiliriz bi yandan. Sağda solda yarışçılar, takım direktörleri dolaşır bi yandan. Siz de benim gibi Briatore’nin mahalle karıları gibi cak cak sağa sola dedikodu/laf yetiştirmesine kızıyorsanız, ya da onunla iki lafın belini kırmak istiyorsanız burada dikilip gözlerinizin yaşlı bi adam ve yanında güzel bi hatun araması gerekiyor. Yarış tulumu içinde çenesi düşük, kimi görse konuşup havadan sudan bahseden Mark Webber var mesela görme ihtimalimizin yüksek olduğu elemanlar arasında. İlla Räikkönen‘le iş pişirecem diyorsanız, ben de kupa aldığında bile sevinmeyip, ilgi göstermeyen bi adamı nası yanınıza çekeceksiniz diye sorarım. Bunun haricinde yeşil kartla girilen bölgemizde güzel bir açık büfedeki mutlu öğünümüzden sonra yarışı izleyecek lokasyon alternatiflerimiz var. Koskoca haşmetli Paddock Area haliyle, bahçası var bağı var, terası balkonu var. Oraya kadar gelip de yarışı içeriden izleyecek kadar manyaksanız televizyon da var içeride. Açık büfe dedik ya, tıkınmaktan dışarı çıkmayan olur bi bakarsın. Şarabı şişesiyle alıp gazeteye sarıp içenler olsa fena komik olurdu. At yarışı tribünlerindeki gibi kafayı bi yandan çekip, bi yandan yarışanlara sövenler gibi. Ne mutlu ki F1 izleyen insan kitlesi, çimende yarışı takip eden, üzerindeki atlette “Go Alonso!” yazan göbekli abimizden tutun, Paddock Area’da ensesi sıvazlananına kadar kültürlü insanlar. Hani adamların cebine çakmak koy, eline Molotov kokteyli ver, piste atmayı bile düşünmezler.

Bu ve bunun gibi araştırıp da heyecanımı azaltmasını istemediğim pek çok sürprizi yaşayacağımı öğrendiğim an kendimi ufaktan kaybettim. Coşkuyla dolup taşma devinimleri içeren bu an, benim için gerçekten pek çok insanın el üstünde tuttuğu tonlarca duygunun üstündeydi. Elime belki de bir daha asla geçmeyecek bu deneyim bana bi an okulumdaki finalleri hatırlattı, sonra daha hızlı bi şekilde finalleri unutturdu. İki haftalık finalin tam ortasında olacak yarış için programımı ayarladım. Bi anda inanılmaz bi ders çalışma isteği geldi hele ki, herhalde o gazla bütün dersleri şimdiden halledip, yarışa rahat kafayla giderim.

Bu ayrıcalığı, bu yukarıda anlattığım duyguları yaşama şansı Bridgestone Experience yarışması ile sadece 10 kişiye sunuluyor. Ben kazanan 4. kişiydim. Yani geriye 5-6 kişilik kontenjan var. Çıkmaz diyip suya sabuna bulaşmamaktansa şansın limitlerini Formula 1′in hız limitlerini zorladığı gibi kanırttırmak lazım. Yalçın Bey soruları http://www.carluvr.com/index.php/category/bridgestone-f1-e-xperience/ adresi altında soruyor ve kazanmak için -genelde- ilk yanıtlayan kişi olmanız önemli değil. Kendisinin hayatında önemli bi yeri olan rakam vardır örneğin, “Doğru yanıtlayan 6. kişi” diyip soruverir. Bu durumda biraz ballı olmak gerekiyor. İlk yanıtlayan kişi olma yükümlülüğü düşük olsa da http://twitter.com/bridgestone_f1 adresinden anlık olarak takip edip, soruları gördüğünüz en kısa süre içinde şakkadanak yanıtlamak lazım. Ben öyle yaptım oldu, nedir yani ben sayborg değilim bişey değilim, siz de değilsiniz. Demek ki, hayatımızda gördüğümüz bazı şansları, benim kaşımın üstünde gözüm var deyip itelememek gerekiyor. Ama öyle adamlar var, F1 hakkında “Araba yarışı”ndan öteye gidememiş bilgi kapasitesiyle sorf gidip ortam göreyim mantığıyla bu bileti kazanmak ister, belki de şansına kazanır, sevgili böyle adamlar, lütfen kendi ilgi alanınızı kapsayan konulardaki yarışmalara girin de burada şu Paddock Club bileti için ruhunu şeytana satacak derecede Formula 1 hastası insanların hakkını engellemeyin. Derim ben. Yarışın.

Kısaca Paddock Club deneyimi size şunları sunuyor (Ben Bridgestone’un yalancısıyım, siteden kopyalıyorum bu kısmı):

* Sweatshirt, şapka, boyun ipi, VIP pass ve günün programını içeren bir ‘hospitality package’
* Belli bir noktadan İstanbul Park’a transfer
* Bridgestone Suiti’nde karşılanma ve güzel bir kahvaltı
* Pit lane walk
* Garaj ziyaretleri
* Paddock Alanı turu ve tüm takımların ‘motorhome’larını ziyaret ederek, pilotları görme ve fotoğraf çektirme imkanı
* Bridgestone Motorhome ziyareti
* Bridgestone Suiti’nde, premium bir öğle yemeği
* Diğer sponsor firmaların ve takımların suitlerini ziyaret
* Tüm gün açık büfe ve bar
* Sıralama turlarını klimalı ortamda, plazma TV’den veya suitin önündeki tribünlerden izleme
* Vending zone ve Bridgestone Standı’nı ziyaret ve alışveriş imkanı
* İstanbul Park’tan belirli bir noktaya transfer

Yazı bittiğinde “Glenn Hughes – Soul Mover” çalıyordu.

This Is Spinal Tap (1984)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Spinal Tap - Break Like the Wind“Let’s do this go go go!” derken bi yandan da ellerimi 30 Ghz frekansında çırparak yazıya giresim geldi. Öyle bi dolmuşum, içinden çıkılmaz bi odaklanma hali mi bilemiyorum. Elleri çırpınca yazı yazmanı engelleyecek aşırı enerjiyi, siyah tişört giydiğinde üzerinde biriken ufak miktardaki kepeği elinin ucuyla silkemen gibi atıyorsun. Tamam ikisini de kıyasladığımızda bunlar insanı yoracak ağırlığı olan şeyler değil, fakat üzerindeki kepekler nasıl kendi saçlarını tırt, dolayısıyla kendini insan içinde cırt hissetmeni sağlıyorsa, ekstra enerji de yazı yazma esnasında bi yerlere tam anlamıyla odaklanmanı engelliyor. Hani şurda yazı yazmam esnasında birisi gelip arkadan el ense çekse hayır demem, direkt güreşiveririm. Bilmez de benim nası bi negatif yükle dolu olduğumu. Geçen arkadaşlardan birine şöyle bi kulunçları sırtı biraz masajlandır dediydim. 2 dakika yoğurduktan sonra “Sende acayip elektrik var, ellerim masaj yaparken çok çabuk yoruldu” dedi. Uğraşmamak için ne şiş yansın, ne kebap mukabilinde bi bahane de uydurmuş olabilir ama enerjiyi ben kendi içimde hissediyorum onun tasdiğine bile ihtiyacım olmazdı. Cızır cızır gözümde şimşekler çakıyor daha ne olsun.

Enerjini yanlış yere harcıyorsun diyenler vardır benim gibilerine. Rockstar enerjisi derler. Rock cidden dinleyici olarak iyilerinden olduğum bi kavram. Ama tanrı bilir, beni bu konuda asla yapıcı bi insan olarak yaratmamış, yaratsa da o hevesi vermemiş. Bi kısmın yemeğin mutfağında çalışırken, diğerinin afiyetle yemesi gibi. Tek vasıf sahibiyim. Ama yaptığını bi yandan yiyenler, yani mangal başında hem yelleyip, hem de közlenmiş patlıcanı mideye indirenler asıl bu işten keyif alanlar. Sene başında kendimi geliştirmek için elektro gitar aldım da, boş fırsat buldukça müzik dinleyip de başka şeylere vakit ayırmaya fırsat bulamadım. Bi gün otururken gökten zembille yetenek inmesini mi umuyorum anlayamadım. Herhalde ani manevrayla yataktan fırlayıp Awesome John gibi dişlerimle solo atacağımı sanıyorum. Belki de gitar konusunda hevesimi kıran şey, dünyada bi çok grubun yaptığından, ortaya çıkardığı müziklerden haberdar olmamdır. Bi andan sonra yapılabilecek her atraksiyonun, her solonun, en dibine kadar kombinasyonuna girildiğini farkediyorsunuz. Bütün türleri birbiriyle kırma yapmışlar, yeni bi tür yaratayım desen yok. Geriye abuk sabuk 3-5 tür kaldıysa, onları da Anında Görüntü Show‘da doğaçlama olarak icra ediyorlar (bkz. Tribünik melodram) Üstünde uğraştığım konularda mükemmeliyeti, ya da yeni bi akımı yaratmayı çok isterim çünkü. Yani gitarı elime alıp Gülpembe ya da Güllerin İçinden çalacak olduktan sonra, emeklere yazık.

Dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarının 65%’ini oluşturan rockçılar -Burada rockçı derken, metalini falanını filanını da kastediyorum- kendilerine tapan yığınla hayranıyla konser esnasında sürekli dirsek temasında olsa da, bunun haricinde konser vakti dışında da takdir edilmek ister. Bunun için her grubun ayrı kendi namını yürütme şekli vardır. Kimisi dünya sorunlarına hassasiyet gösteriyor gibi davranır, bazıları Amerika’da meşhur olan Late Night programlarından birine çıkıp kendini halktan gösterecek bikaç muhabbet yapar. Ucuzluktan ayda bir 4 çift çorap alırım, her birini 1 hafta giyerim der en basitinden. O sırada şovmen, grup elemanıyla ufak dozda dalga geçer ve halkla arasında takdir toplama misyonu tamamlanmış olur. Türlü çeşidi var respekt puanları toplamanın. Bunlar arasında ayağı yere en basanı belgesel DVD’si yapmak olsa gerek. VHS zamanlarında grubun sadece sahne önündeki en iyi performanslarından oluşan derlemeyi sunan belgeseller, pek de uzak olmayan zaman önce bir yeniliğe soyundu. Şan, şöhret, zenginlik yüzünden canına kıyan rock starların bir eseri, çığlığıydı belki de bu. Artık gruplar, belgesellerinde doğa üstü sololar atan robotlar gibi gözükmekten ziyade insanlara ruhunu açmak istiyordu. Mükemmeliyetin zirveye ulaştığı sahnenin sadece bir süs olduğunu bilmelerini istiyordular, çünkü insanların onları kusursuz yaratıklar olarak görmeleri yoruyordu. Sonrasında kavgalarından tutun da, aldıkları psikolojik desteklere kadar sahne arkalarını yayınladılar belgesellerinde insanlara rezil olup olmayacaklarını düşünmeden.

İster inanın, ister inanmayın belgesellerde grupların insani yanına eğilme yeniliğini oluşturan grup ise aslında yok. Spinal Tap‘ten bahsediyorum. Bugün birçok grubun belgesellerini hazırlatırken referans aldığı gruptan. Yaşanmış örneklere sırtımızı dayamayı severken, dünya devleri rock yıldızlarının olmayan birşeye yaslanması çok yadırgatıcı gelebilir size. Metallica’nın bile Some Kind of Monster‘da uyguladığı bir anlatım yapısı, grubun yolunda gitmezliklerini kapsayan, göz boyamaktan çok uzak. Olmayan bir grup bile kendisine bir belgeselle bu kadar hayran edinebiliyorsa biz de yapabiliriz şeklinde ummuş olmalılar. Dünyada genellikle documentary olarak anılan bir türdür belgesel. Bunun haricinde uydurulmuş bir konu üzerine gerçekmiş gibi anlatılan metrajlara ise uydurmalığını belli etme amacıyla mocumentary denir. Mocumentarylerin de en bilindik temelini This is the Spinal Tap oluşturmaktadır. Fakat filmin yönetmeni Rob Reiner‘in filmdeki uydurma kimliği Marty DiBergi‘nin de buyurduğu üzere bu film dört başı mamur bir “Rockumentary” ve ortalığı fena halde sallıyor.

Filmin temel dayanaklarını oluşturan noktaysa çok basit. Sahne performansıyla seyircileri kavuran Spinal Tap’ten etkilenen yönetmen Marty DiBergi’nin, onların hayatının her anını makaraya alıp, onları neyin bu denli tanrısallaştırdığını görmek istemesi. İngiliz hard rock’ının efsane isimleri olacaklarını çıkardığı 10 küsür albümle kanıtlayan Spinal Tap‘i filme almak için çok uygun bir zamandır, zira grup yeni albümü “Smeel the Glove (Eldiveni Kokla)” tanıtımı için turneye çıkmaya hazırlanmaktadır.

İşin eğlencesi de tam bu noktada başlıyor. Bir Sıfırdan yükseliş/Nasıl yaptım? hikayesi değil bu. Bildiğimiz mekanikleri tamamen yıkan, sahte rock idollerini son derece rahatsız eden türden. Bir grubu zirvedeyken yönetmen ile alıyoruz ve yanlış kararlardan, kıçı kalkmışlıklardan ötürü çöküşünü izliyoruz. Sinüzoidal dalganın temsili gibi İngiliz yeni dalganın temsilcileri. Zirveye çıktıklarında başlarına musibet gelsin istiyorlar gibi, farkında olmadan bir basiretsizlik içinde debeleniyorlar ve dibi boyluyorlar. Bütün bu yaşananlar 80′lerin rock gruplarına “Nasıl çöküşe geçersiniz?” dersi niteliğinde. Kibirin insanlığı yavaş yavaş zehirlediğini hepimiz biliyoruz.

Spinal Tap, 80′lerin o rock cümbüşünü her hareketiyle yaşatır nitelikte. Sadece filmin başlangıcındaki grup logosunda N harfinin üstündeki umlautu görmek bile bu kanıya varmak için yeterli oluyor. O zamanlarda olmadık yerlere umlaut koyan gruplar az değildi çünkü. Motörhead‘ten sonra kopup gelen umlaut çılgınlığının bir simgesi bu. Bunun haricinde yiğidin malını doğrudan meydanda gösteren rengarenk, incecik taytlar sahne performansı sırasında niye bu modanın sadece o 10 yıl içinde kaldığını anlamamızı tekrar sağlıyor. Çoğu kişi tarafından erkek müziği olarak lanse edilen bir müziğin, diğer bir kitle tarafından bu kadar heybetsiz görünüme kavuşturulmasını açıklamak pek de zor değil. ‘Rock’ın, içine hatunları da bolca aldığı efemine bir geçiş zamanıydı 80 bloğu.

Rockumentary’miz pek çok anında adına yaraşır şekilde grubun en iyi sahne gösterilerinden uzunca seçkiler sunuyor. Sürüyle izleyici görüyoruz alevli bir şekilde Spinal Tap’e eşlik eden, etrafa kıvılcım saçan. Grup sahne şovuna son derece önem veriyor ve seyirci de bunun farkında. Liriklerin içinde bulunan yüksek dozdaki mizahi unsur ise aslında olmayan bir grubu zihnimizde somutlaştırmaya yarıyor. Turne arası muhabbetlerinden sonra her sahne performansında sizin de ateşiniz daha bir yükseliyor. Sizin ateşiniz yükselip, filmden aldığınız keyif tavan yapmaya başladıkça grubun işleri yolunda gitmemeye başlıyor. Albüm turnesine çıkan ama albümü bir türlü piyasaya sürememiş olan Tap’in strateji hatasının bir ürünü bu. Rengarenk taytlarla erkek olmaktan çok uzak görünen elemanlar, iş albüm kapağına gelince son derece sexist (Cinsiyet ayrımcısı) oluyorlar, yani erkekliklerine sahiplendikleri nadir anlardan biri bu. Boynuna ip taktığı kadına elindeki eldiveni koklatmaya çalışan bir erkek görseli var kapakta ve bu kimsenin hoşuna gitmiyor, kapağa yasak geliyor anlayacağınız. Sonrasında albüm kapağında yaptıkları Beatles – White albüm özentisi değişiklik bizi gülme krizine soksa da gruba kabul etmek istemedikleri kadar hazin kariyer düşüşü yaşatıyor.

Olmayan bir grup hakkında, tanıdığımız gruplardan bile daha fazla bilgi edinmiş oluyoruz sonlara yaklaştığımızda. Bu bir yönetmenin, olmayan bir grubu meşhur yaparak namını yürütme çalışması bir nevi. Diyaloglar kendini havalı göstermeye çalışan rock star balonlarıyla aşırı derecede dalga geçiyor. DiBergi sordukça grubun gitaristi Nigel Tufnel adeta aptal sarışınlar gibi kelimeleri bir saçmalık bualamacına çeviriyor. Gitar çalarak insanların düşü haline gelen bu adamların hepimizden aptal, becerebildikleri tek şeyin ise bu olduğunu, başka bişey yapmaya kalksalar açlıktan nefeslerinin kokacağını görüyoruz. Rob Reiner’ın kullandığı bu itin g.tüne sokma yöntemi, yarattığı grubun sempatikliği sayesinde inanılmaz bir pozitif etki yaratıyor ve grubu günahlarıyla dahi kabul ediyoruz. Reiner film esnasında sadece sanatçılara yüklenmiyor tabii ki. Kartlarını bi yandan da oldukça ağır magazin yapan, müzisyenlere hakaret ederek kendini okutturan basın için açıyor. Film herkesi yaralıyor, ama mizahi yönü bu yaranın hissedilmesini engelliyor. Sarhoş kafaya yumruk yemeniz gibi. Aslında kafanızda bir şiş oluşuyor, lakin acısının farkında değilsiniz, içten, bilinçaltından ilerliyor. Envai çeşit triplere, saçma sapan isteklere maruz kalan menajerleri de unutmuyor yönetmen. Yıldızların dünyasında hiçbir düzenin kendi kendine oluşmadığını gösteriyor bizlere. Görünmez yıldızlar bunlar esasında. Daima arka planda devrilen çamları toparlamaya çalışıyorlar. Ama sakın bunu bir kadının, evi çekip çevirmesiyle aynı kefeye de koymayın diyerek özellikle altını çiziyor film.

Film bittiğinde grup tüm yolunda gitmeyen işleri ve buna rağmen kendilerini sahnede asla demoralize etmeyen tavırlarıyla size gerçekten de öte geliyor. Sonra internet üzerinde grup hakkında araştırma yaptığınızda izleyen milyonların da hemfikir olduğunu görüyorsunuz. Çünkü grup 1992‘de piyasaya sürdükleri gerçek albümle (Break Like the Wind) toparlanarak kurgunun ötesindeki çizgiye geçip, gerçek dünyamızda sahne performansları sergilemeye başlıyor. Beatles, Motörhead, Rainbow, Black Sabbath, Whitesnake gibi pek çok gruptan esinlenerek ortaya çıkmış kurgu bir anda ete kemiğe bürünüyor. Özellikle Live Earth’teki James Hetfield dahil neredeyse bütün gitaristleri bas gitarlarla sahneye çıkarıp Big Bottom (Büyük Kıç) şarkısını çaldırması müzik konusundaki en geyik performanslardan biri oluyor. Dediğim gibi, yarı sahte, yarı gerçek olsalar da müzik dünyasında çoğu sanatçıdan büyük saygınlıkları var.

Bu bol neon ışıkları ile bezeli dünyada neredeyse her müzisyenin 3 aşağı, 5 yukarı yaşadığı bu tecrübeleri biraz daha mizah seviyesi arttırılmış biçimde yaşamak istiyorsanız, müzik dünyasında Fransız ihtilali etkisi yaratıp taytları kıçtan düşüren bu filme bayılacaksınız. Tabi Rob Reiner’in bu kadar marazı tecrübe etmesi için ne kadar sahne arkalarında tozuttuğunu/cozuttuğunu da unutmayın, asıl filmin hakkını ona verin. Sonra grubun Haziran’da çıkacak DVD’sine göz atın. Hiçbiri ikna etmiyorsa aşağıya kesip biçip koyduğum bu ufak sahne izlemeniz için yeterli olacaktır. Spinal Tap is the Best, F*ck the Rest diyerek ara gazıyla rampayı çıkmış oluyoruz. Müzik dolu günler.

Spinal Tap – Gimme Some Money

Spinal Tap – It’s Mach Piece

Yazı bittiğinde “Перкалаба – Теща” çalıyordu.

Vasat Blogging for Dummies

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Moron BloggerHerhangi bi yazı, okunacak veya yazılacak metin işine girmeden önce bakkala gidip, aynı şeyler olmasına rağmen kararsızlıktan ötürü 5 dakika rafa bakındıktan sonra hacı bakkalın sıkıldığını belli eden ayakta elinde torbaya alacağın çikolatayı koymak için hazır ol duruşunu farkedip apar topar istemediğim herhangi bir çikolatayı alıp, evde hiç dilimde bile eritmeden doğrudan gırtlağa fiskeliyorum. Bi de hesabını yaptım, yeni yazı yazmayalı yaklaşık 150 civarı çikolata yemişim, bunların büyük çoğunluğunu lezzeti uygun fiyata sunan yeşil sermaye Ülker çikolataları oluşturuyor. Gerçi yakınımdaki bakkal hacı bakkal olmasa, içinde Ülker yerine Nestle çikolataları görsem ilk ona sarılırım. Nestle Kit-Kat yapmış, Ülker Dido. Aynı zamanda Dido, kuzenimin evlenmeden önce belli periyotlarda uğradığı kerhane ev sahiplerindenmiş. Nam yapmış yani orada, Tepecik mahalinde. Nestle’nin cillop gibi Karamellisi var, Ülker’in Caramio’su. Bu çikolatalar bu şekilde birebir taklit edilirken muhtemelen orjinal konsept sahiplerine para dökülüyordur. Çünkü nereden baksanız Ülker, Nestle’nin elinden alabileceği Türkiye pazarının yarısını daha uygun fiyat ve daha bol hacı bakkal oranıyla yakalıyor.

150 küsür çikolata diyorum. Demek ki bişeyler yazmasam da okumuşum. Benim için okuma keyfi böyle ensesi kalın türünden bi hobi. Hani yerde gazete göreyim, üstünde önemli bi haber olsun, yemek sofrasına oturduğumda kirlenmesin diye masanın üstüne gazete örtmüş olsunlar, orda ekonomik parametre ıvır zıvır, ama önemli bişey yazsın. Kafamı diğer yana çevirir, sakince kalkar, elime çikolatamı alır, öyle okumaya başlarım. Çoğu kişi çikolatanın iştahı kaçırdığını sanıyor. Bilinçsiz, ya da çocuklarına durmadan para savurmak istemeyen eli sıkı ebeveynlerin safsatası olma ihtimali yüksek. Kendimden bilirim ki açlığımı fişeklemek için yemekten yarım saat önce çikolata namına bişeyler götürürüm. Gofreet demiyorum ama bakın. Şişirilmiş suntanın üstüne iki damla çikolata döküyorlar, o mideyi tıkar. Bisküvi hiç demiyorum. Tabi Türkiye’de çikolata dediğimizde genel olarak boğazdan aşağı atılan bütün tatlı besinlerin akla gelmesinin bi etkisi belki de çocuklara çikolata yedirilmemesi.

Bahar mı geldi, yoksa bahar gelmeden yaz mı geldi ben anlayamadım. Yani üniversiteler bahar şenlikleri yapmaya başlıyormuş, baharın geldiğini onlar müjdelemese ben mevsimi anlamayacam. Gençliği belli kavramlar dahilinde hareketlenmeye odaklamışlar. Adam bahar şenliği gelene kadar ruhunu zincire vuruyor. Güneşli havada bile depresyon halinde. Üniversite bahar şenliği yapınca dank ediyor. 3-5 tırt şarkıcının ülkemizde 1 haftada baharı getirmesi ilginç bi durum. Belki de doğa anne/madır neyçır dediğimiz şey ülkemizdeki Duman’ların, Mor ve Ötelerinin, Kargo’ların bütünüdür. Bunlar misyon sahibi adamlar, yıllar yılı iklim yaratmanın peşinde koşarlar. Hepsi ne için? Ekranda koskoca bi “Mission Accomplished” yazısı görüp muvaffakiyetin dibine vurmak için evelallah.

Duamla yaşadınız da bedduamla mı öleceksiniz sevgili okur? Gönlümde yeriniz yoksa ayakta da gidersiniz, ben sizi iyi bilirim. Hani mevsim benim şurda bi hafta yaptığım düzenli yazı etkinliğiyle geri kışa dönüp, bu konser konser gezen orman kaçkınlarını kış ortasında kıçı açıkta kalmış parya evladına çevirecekse hiç durmam, bilimsel ansiklopedi bile yazarım. Gavurların yeni ürettiği teoremleri Türkçe’ye çevirir, beğenmediklerimi altlarına “edit:” yazıp yeniden düzenlerim. Bi nevi remastered durumu. Remastered Science gibi. Amerika’yı yeniden keşfederim de o atlasın üstüne Rediscovered America yazarım ben, ne diyorsunuz siz hele hele.

Mevsimi tersine çevirip bahar vakti daldaşhak o konser, bu konser beleşçilik yapanları kış hüznüne boğmak için düzeni de hem ısıtan, hem soğutan klimaların çalışma prensibi gibi tersine çevirmek gerekiyor. O yüzden bugün belki de iğrenç bi blog yazısı yazmanın anatomisini, formülünü çıkaracağız. Vasatın altı 500 karakter salaklığıysa, biz 1000 karakter laf salaklığı yapacağız. 2. yıla doğru giderken belki de ilk defa blog üzerine bişeyler yazacam. Ama sanmayın ki böyle bi yazı yazarken herhangi bir tecrübeyi kullanıyorum. Çünkü tecrübe namına elde avuçta hiç bi halt yok. Hala Amerikanların “Fuckin Amateurs” dediği bir amatörlük halindeyim. Elim ne vakit WordPress panelinde “Yeni yazı” bütonuna gitse, içim kıyıl kıyıl, adeta abimin t.şakları gibi oluyor. Ayrıca “Yeter ülen, isyanım tüm vasat blogosfer cemiyetinedir.” gibi gaz bi durum da yok, kimin ne yaptığı bana göre her daim Kasımpaşa. Oturup vakit harcayayım demiş, ister kendini biraz ıkındırıp, yazar, geliştirir, ister sağdan soldan çorar, kopyalayıp yapıştırır blog ödülünü alır. Ama cidden şurda şu satırları yazarken aldığım manevi hazzı pek az tecrübe karşılayabilir. Şimdi manevi hazzı bi kenara bırakalım, yani şu ana kadarki iyi performansı Cannes Festivali’nde yarışacak bi performans gibi düşünün, hah birazdan vasat yazı denemelerine girişince ona da Hollywood performansı diyeceğiz. Efendime söyliyim nedir, biraz sansasyonel, biraz reklama dayalı olabilir. Bunun gibi şeyler. Bu arada kaç madde çıkar onu da bilmiyorum, aklımdan geldiğince yazayım.

1-)Bugünlerde” diyerek toplumumuzun sosyal yapısına değdirilmeden başlanan yazı, yazı değildir. Tespit insanının tillahıyız (gazete küpürlerindeki haberlerin). Orada istatistik görelim, bunu toplumun temel gerçeği kabul ederiz. Bu istatistikler bizim için her Şampiyonlar Ligi, Uefa Ligi, ya da derbi maçlarında takımlarımızın istatikleri gibi sabittir. “Galasaray, Trinidad Tobago takımlarına hiç yenilmedi” gibi bi istatistik İlker Yasin gibi bi denyonun ağzından dökülür maç öncesinde. Hiç kimse de Galatasaray hiç öyle bi ülkeden takımla oynamış mı diye sorgulamaz, anında zafer sarhoşluğu. Hadi onu geçtim, Trinidad Tobago takımıyla oynadığı 5 maçtan 5ini de öncede kazanmış olsa ne farkeder? Olay “Bugünlerde Galatasaray’ı hiçbir Trinindad Tobago takımı yenemiyor” kadara gider. Ya da “10 adet okulda yaptığımız araştırmalar sonucunda Türban kullanan öğrenci oranının 95% olduğunu gördük.” İyi b.k yedin, 10 tane İmam Hatip okuluna sor, değişmez kuralın olsun. Ben de abazanlar için 5 tane çıplaklar kampına giderim, sonra “Yaptığımız araştırmalara göre son zamanlarda gittiğimiz 5 plajdaki anadan üryan hatun oranı 100%” derim. Ayrıca “Son zamanlarda” da yaygın bir benzer kullanımıdır.

Örnek: Bugünlerde insanlarda bi gariplik var.Son zamanlarda o kadar garipler ki bazen ben kendimin garip olduğunu sanıyorum.

2-) Salgın gibi yayılan bazı kelime öbekleri var. 5-6 yazıda seyrekleştirip 1-2sine yaysan tabi ki anlarım, onlar da Türkçe kelime, candır, saygımız vardır. Ama her paragrafın, cümlenin içinde de “Yahu, zira, bir takım, keza” kullanılmaz ki. Yıllar boyu çünkü demişsin, şimdi iki kelimenden biri zira. Sucuklu yumurta yaparken bile kurduğun cümlenin ufaktan komik ve garip olacağını bile bile “Nerdeydi bunun içine dökeceğimiz yağ ya?” derken, şimdi içinde yağ geçmeyen cümlelerde bile yahu kullanıyorsun. Olmaz anam babam, olmaz.

Örnek: Yahu bende niye gariplik olsun ki?Yıllarca normalmişim ben.Yanında bulunduğum bir takım garip adamlar bile garipleştirememiş beni.Ne akl-ı evvellerle (Bu akl-ı evvel kelimesi de gerizekalının yerini aldı aynı şekilde.) takılmışım ben.Keza aynı şekilde (Ulan Hakkı Devrim gibi hissettim iyi mi.) onlar da benle takılırken normal olmadı.zira ne ben onu, ne o beni zorladı (Gadasını alırım böyle cümlenin)

3-) Film izlersin yer yer, kulağının pasını alsın diye müzik dinlersin. Amcamın kahvelerinden geçersin, soğuk soğuk rakıları içersin. Sonuçta biliyorsun, bu tür şeyler izlendiğinde, dinlendiğinde insanlarla paylaşılmadıktan sonra hiç bir güzelliği kalmıyor. Ama tek cümleyle anlatacağına da hiç anlatma be ciğerparem.

Örnek: Geçenlerde (Bu da eski zamanların istatisik kelimesidir, çok kritik) bu adamlar biraz düzelsin insan olsun diye bi film seçtim D&R‘dan (Bak şimdi illa elit bi kesime ait olduğunun sinyalini vermen gerek değil mi?) Filmi götürdüm eve gerçekten çok güzeldi.Film harikaydı.Mükemmeldi film.Ben böyle güzel film görmedim.Filmin adı Üzüm Piyazı’ydı.Sonra Boeing 737 diye bi grup keşfettim inanılmazdı çok güzel tınıları notaları vardı.

4-) Filmse kesinlikle “Kurgu harika” cümlesinden kaçınılmaz. Yenilenden, içilenden arttırılır da kullanılır o cümle.

Örnek: Film geldi de aklıma kurgu harikaydı be.

5-) Küfür etsen dozunu bilmezsin. Tamam, ben yer yer küfrediyorum ama herşeyin de bi yeri var. An geliyor, çok ciddi takılıyorum, an geliyor bi iki argo serpiştiriyorum. Ama bişey anlatmadan da argo kullandın mıydı, onu sokaktaki, çevrendeki adamlar da yapıyor, sana niye itibar etsin, eylesin?

Örnek: Film izlettim beğenmediler.Ben böyle adamların mına koyim azına s.çayım g.tüne çakayım.İnsanlar ne kadar g.t kafalı ben bunların ta g.tünü s.keyim.

6-) 5. maddedekileri bu insan tiplerine nazaran daha bi takdir ederim. Eşref saati, eşşek saati der, gençliğine, içindeki kinin yoğunluğuna veririm de “aq” nedir be arkadaş? Ediyorsan klavyede iki tuşa fazladan bas da insan gibi yaz. Kürt küfrü gibi garip bişey. Ondan sonra kimya dersinde elementin altında aq yazınca da kendi aralarında meczup gibi gülüşürler.

Örnek: Aqdumunun herifleri.Siz insan olmazsınız aq aq aq aq aq aq size.

7-) İnsanlar beni anlamıyor, hayvanlar beni dinlemiyor, çok yalnızım, çok efkarlıyım triplerine girmek elzemdir. Okurların zaten bi ton derdi var, dertler derya olmuş, bi de kim oturup derdinle uğraşır bilinmez. Sadece kendin için yazıyor olabilirsin ama “İnsanlar beni anlamıyor” dediğinde kimse gelip de sana şevkat vermez, ya da pışpış bekliyorsan boşuna. İnsanlar seni anlamıyorsa ya ömrünü seni anlayan birini bulmak için harcarsın, veyahut biraz daha anlaşılabilir olmak için uyumluluk sürecine girersin.

Örnek: bu adamlar benim ne yapmak istediğimi anlamıyorlar.Bunlar kesinlikle dünyanın en gerizekalı insanları.dünyadaki ben hariç herkes gerizekalı hatta. beni anlayacak biri olduğunu sanmıyorum. Eşşiz zekamla birlikte burada ölmeyi bekler şekilde yalnızım. (Komiser Şekspir’in meşhur repliği kaçar mı? Kaçmaz.) çok yalnızım be Atam çok yalnızım be Atam.

8~) Biraz önce yalnızlıktan isyan eden adam 2 cümle sonra dünyanın en kazanova adamı biter okurun gözünde. İlla tribünlere oynar yani. Biri Hakkımda kısmına yorum yazmıştı 1-2 ay evvel. “Blog sayesinde iyi kız tavlıyorsundur haa” diyordu. Bakarsanız, hala duruyor orda. Kavramları karıştırıyoruz, çok tehlikeli biçimde. Çok yanlış yerlere çok zıt anlamlar yüklüyoruz. İnternet burası, akıllı olan bloglarda okuduğuna inanmaz. Kendisini hayal dünyasına itenlerse saat başı sevgili değiştirirler her yazılarında.

Örnek: Ben de sinirlendim.aqrum böyle adamların dedim. Tuğçe‘yi aradım.Evdeymiş gel bi kahvemi iç dedi.Gittim biraz onu yedim.sonra Gizem aradı beni arzuluyormuş. Onun kahvesini içmeden olmazdı gittim içtim tabi.gece boyu ful seks.

9-) Hadi iyisin sevgili vasat yazı örneği. Normalde virgüle noktaya dikkat edilmez de, yer yer hatalarla bıraksam da çoğu noktandaki hataları istemsiz düzelttim, şimdi farkına vardım. Cümlelere bile ufak harfle başlanıyorken hangi hatadan başlayıp, hangisine örnek vereyim, gözüm korktu, gönlüm ürktü.

10-) Kimileri basit yaşam hikayesini, kullandığı kelimelerle, anlatım şekliyle Hugh Heffner malikanesi heyecanına taşırken, hayatı aksiyonlarla dolu birinin de kelime haznesinin, bilgi birikiminin zayıflığı, hikayeyi en fazla Marlon Brando’nun mezardaki yaşamı kadar heyecanlı kılar. Ahiret hayatı demiyorum ama, orda yine bi işler çevirir o çünkü. Bildiğin mezar içindeki uyku halinin hareketliği.

Örnek: Gece boyu karılara (Karı değil hayvan) iyi para gitti.bankadan para çekeyim dedim.çekerken 10 tane silahlı soyguncu girdi. İçeriden 5 kişiyi esir aldı, 9 kişiyi öldürdü.eve sağ salim geldim. (Haber sunuyo sanki, ayrıntılara girmeden, heyecanı yansıtmadan. Anlatırken soğuk kanlı anlatıyor da, dediği tabi doğruysa orada görsen belki de aralarındaki en tırsakisi, vurmasınlar diye soyguncuların kıçını bile yalamış olabilir, o derece.)

11-) Yeminliymiş gibi internetten bişeyler keşfetmekten ölesiye kaçar. Haberler maya fermantasyonuyla şişip şişip bayatladıktan sonra daha yeni görmüştür. Hiç bilmez de o video/haber internette ne kadar meşhur, ne kadar modası geçmiş. Bi de bilip de bilmezden geleni var tabi. Kar amaçlı çalışmalar onlar. Yazı altına “Mal Fenerli“, “Avrupa Yakası Kıbrıs Şiveli Nadir” türünde ya da popülerliğinde, siteye giren herkesin önceden izlediğini bildiği videoları koyup, site açılış süresinde şişkinlik yaratır. Koyduğu şeylerin altına “gülmekten yarılacaksınız”, “puahahahaah çok komiiiiq” yazmadan olmaz tabi.

Örnek: Soygunu boşverin de (Ne kadar soğukkanlı koçum benim, soygun umrunda değil) geçen mal fenerli videosunu izledim puahahahahaah gülmekten yarıldım.sizinde yarılacağınıza eminim (Pavlov’un köpeği hesabı, okuru gülmeye şartlandırıyor. Öyle dedin miydi fok katliamını bile izlerken kahkahadan yarılırız, aferin sana.) çok komiiiiiiq yaa izleyin (Kelimedeki “i” sayısı artınca komiklik reaksiyonumuz da artar.)

12-) Bu kurallar gibi onlarcası var, lakin bunlar benim gözüme, zihnimin çeperlerine ilk çarpanlar. Bu kadarı bile bi yazıyı, yazıyı okuyanları katledip, internette yersiz data, cicabayt şişkinliği yaparken, bütün taktikleri verip, insanları intihar ettiren yazılar sınıfına meyletmeye lüzum yok. Zati daha kötüsüne dayanabilecek bi bünyem yok, o yüzden benim parnaklarımdan ruh sağlığımı bozmadan çıkabilir mi bilmiyorum. Giriş, gelişme, sonuç bölümleri tam Allahlıktır. Sen sağ, ben selamet. Kargoda gönderdiği mal ucuza gelsin diye tek parça yapıp eşya gönderiyo sanki. Tek paragrafta biter yazı. Anlattığı hikayenin de gelişmeye mi, girişe mi, sonuca mı mensup olduğunu anlayamazsınız. Apayrı bi form. Tek parça halinde hazmedilmesi olanaksız bi hal alıyor.

Bugünlerde insanlarda bi gariplik var.Son zamanlarda o kadar garipler ki, bazen ben kendimin garip olduğunu sanıyorum.Yahu bende niye gariplik olsun ki?Yıllarca normalmişim ben. Yanında bulunduğum bir takım garip adamlar bile garipleştirememiş beni. Ne akl-ı evvellerle takılmışım ben.Keza aynı şekilde onlar da benle takılırken normal olmadı.Zira ne ben onu, ne o beni zorladı. Geçenlerde bu adamlar biraz düzelsin,insan olsun diye bi film seçtim D&R’dan filmi götürdüm eve, gerçekten çok güzeldi.Film harikaydı. Mükemmeldi film. Ben böyle güzel film görmedim. Filmin adı Üzüm Piyazı’ydı.Sonra Boeing 737 diye bi grup keşfettim inanılmazdı çok güzel tınıları notaları vardı.Film geldi de aklıma, kurgu harikaydı be.Film izlettim beğenmediler. Ben böyle adamların mına koyim, ağzına s.çayım, g.tüne çakayım.İnsanlar ne kadar g.t kafalı ben bunların ta g.tünü s.keyim.Aqdumunun herifleri.Siz insan olmazsınız aq aq aq aq aq aq size.Bu adamlar benim ne yapmak istediğimi anlamıyorlar. Bunlar kesinlikle dünyanın en gerizekalı insanları. Dünyadaki ben hariç herkes gerizekalı hatta. Beni anlayacak biri olduğunu sanmıyorum.Eşşiz zekamla birlikte, burada ölmeyi bekler şekilde yalnızım.Çok yalnızım be Atam, çok yalnızım be Atam.Ben de sinirlendim. Aqrum böyle adamların dedim. Tuğçe’yi aradım. Evdeymiş, gel bi kahvemi iç dedi. Gittim biraz onu yedim. Sonra Gizem aradı beni arzuluyormuş. Onun kahvesini içmeden olmazdı gittim içtim tabi.Gece boyu ful seks.Gece boyu karılara iyi para gitti. Bankadan para çekeyim dedim. Çekerken 10 tane silahlı soyguncu girdi. İçeriden 5 kişiyi esir aldı, 9 kişiyi öldürdü.Eve sağ salim geldim.Soygunu boşverin de geçen mal fenerli videosunu izledim puahahahahaah gülmekten yarıldım. Sizinde yarılacağınıza eminim.çok komiiiiiiq yaa izleyin.

Ölmem mi, beni taşlara vurun, tabuta kanım sürün. Aynı tabut içinde kardaşıma götürün.

Yazı bittiğinde “Ozzy Osbourne Feat. Therapy? – Iron Man” çalıyordu. Mükemmel şarkı süper inanılmaz şarkı kurgusu notaları harika tınıları manyak.

Un Chien Andalou – Endülüs Köpeği (1929)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Un Chien Andalou - Endülüs Köpeği (1929)Deli Profesör tarihinde 2. kez yazdığım yazılardan birini sansür uygulamasına sokup – en azından bir süreliğine – ortadan yok etmem, bende ister istemez bir huzursuzluk duygusunu da yanında getirdi. Seçim zamanı koltuk aşığı siyasetçilerin afişlerle zorla aşıladığı zorlama bi duyguydu belki. “Sen yoksan bir kişi eksiğiz” demeleri gibi. “O yazı yoksa, diğerleri de yarım kalmıştır” gibi oldu. Diğer yazılar kabuslarımda beni kovalamaya başladı “Onu niye ölülerin dünyasına gönderdin?” diye. Bi önceki yazımı okuyanlar, yazıyı yok edeceğimin sinyalini yazımın başında gördükleri için hangi sebepten ötürü yok ettiğimi epey iyi biliyor olmalılar, ama bu konuda gıklarını çıkarmasınlar. Bu sansürler tabi ki başkalarının isteğiyle değil, kendi öz irademle kendime sunduğum kararlar. Gidip argo dolu yazımı değil de, en insani yazımı yok ederim siteden o da apayrı bi mesele.

Birileri ensemden tutup da “Elin klavyeye değmişken 2-3 yazıver bari” dediğinde dayanamadığımı oldukça iyi bildiğini tahmin ettiğim Kıbrıslı okur Tuğçe‘nin bu talebinin yarattığı huzursuzluğun etkisinden yazıyorum bugün. Uzun zamandır üstünde durmayı unuttuğum bi başlık üzerine. Kısa filmler kategorisini açmışım, ama onun yerine diğer kategorilerin içini sünnet düğünü araba konvoyu gibi doldurmuşum. Esasında bugün bahsedeceğim filmi teknik açıdan düşündüğümüzde kısa gelmemesi lazım. 1929 standartlarına baktığımızda, film makaralarının uzunluğu ve kameralarının ilkelliği tabi ki bu kıstaslar. 1929 için düşündüğümüzde 17 dakikalık bir film, günümüzün Yüzüklerin Efendisi triolojisine bile eşdeğer olabilir benim gözümde. Filmleri kısa, orta, normal diye yaftalamamamız bile lazım. Çünkü dikkat ettiyseniz sarı lira gibi akıp giden ömrümüzle birlikte her filmde kullanılan makara sayısı da uzuyor. Günümüzde belli bir ticari başarıyı yakalayan her halefinin öncüsü film, zaman kavramında yeni uzamalar, genişlemeler yaratıyor. Ben eminim ki bundan 50 sene sonra ardımıza baktığımızda bu 2-3 saatlik filmler bize mini filmler olarak gelecek. 2060′ta yaşarken, 1929′da çekilmiş bu filme de muhtemelen “Mikro film” deriz.

Peki, belki de bir günün 24 saatini komple kapsayacak eşzamanlı film deneyimleri yaşamaya başladığımızda şu 17 dakikalık filmden aldığımızın daha fazlasını mı alacağız? Görsel olarak muhtemelen evet, lakin fikir ya da zihnimizin çehresinde daha geniş bir boyut oluşturabileceğini sanmıyorum. Filmlerin belli şirketlerin maddi baskısı yüzünden yönetmenlere ticari amaçlarla çektirildiğini hepimiz biliyoruz. İyi bir film çekmek isteyen yönetmen bu Hollywood çakallarına muhtaç kaldığında kendi özel projelerine nakit oluşturabilmek için neredeyse tuvalet komedisi diyebileceğimiz dejenerelikte filmler sunabiliyor. Sinema dediğimiz olay bir yardım hizmeti değildir, salak insan toplulukları için film çekmek durumunda kaldığınızda yardım ettiğiniz hissiyatından çok, zorundalık hissedersiniz. Elinize bir hikaye verirler ve sadece ne kadar şişirdiğinize bakarlar. Kabul etmediğin zaman seni sektörden sürgün/aforoz etmeleri pek de kolaydır. İşte bu yüzden filmleri uzunluğuna göre kategorize ederken uzunluk janrından öte, niteliğini irdelememiz gerektiğini düşünüyorum. Şişirmek de güzeldir elbet. Ben sitede 2 satırda yazılacak şeyleri şişirdikçe şişiririm mesela, ama bunu kendim keyif aldığım için yaparım, birilerine hitap etmesi için değil. Sadece kaliteli kısa filmlerin aslında kısa film olmadığını söylemekti amacım. Ama yine oldukça fazla satır işgali yaptım.

Marangoz, sihirbaz, yönetmen Georges Melies‘in 1800 sonu, 1900 başı çıkardığı önemli görsel ürünlerin ardından ekmeğini tahmin edeceğiniz üzere onun fikrinden etkilenen başkaları yemişti. Çizdiği tablolarda sürrealizm çerçevesine sığmayan Salvador Dali ve Fransız sinemasının öncüsü olarak belki de bu filmle anmamızı sağlayan Luis Bunuel de keza. Salvador Dali’den bahsediyoruz tabii. Onu değil portrelerin içine, hayatın içine sığdırmak, anlamlandırabilmek oldukça zordur. Sürrealizm ismini verdiğimiz, her simgesinde binlerce anlam yüklü bu karmaşık, vurgusuna göre anlam kazanan sanatta, yıllar içinde kendi milyonlarca kelimelik sanat sözlüğünü oluşturması pek de zor olmamıştır. Dünyayı 300 boyutlu görmesinin etkisiyle birlikte çizdiği herhangi bir portreye baktığımızda içinde yüzlerce kompozisyon, yüzlerce hikaye bulabiliriz.

Her noktaya apayrı bir hikaye fırça darbesi vurmak için oldukça karmaşık, ama bağlantı kabloları doğru yerinde bağlı bir bilinçaltı gerekiyor. Arızanın teki sonuçta, gece ne gördüyse, sabahında onu çiziyor, oturup düşünüyor değil ya. Nasıl oluyorsa bir gün rakı sofrasında Bunuel’le hoşbeş ederken aklına milletin aklını tablolarıyla yeterince laçka ettiği yetmezmiş gibi bir de rüyalarını filme aktarmak geliyor. Bunuel zaten dünden razı, o da Dali’nin bir alt seviyesinde psikopatlığa sahip. Millet anlamasa da Salvador’un embesil rüyalarıyla birlikte voleyi vuracağının farkında. E anlayın artık, Un Chien Andalou diyorum, Türkiye’de daha çok bilinen adıyla, Endülüs Köpeği.

Filmi büyük bir iştahla seyre koyulduğumda ilk seyirde anlamayacağımı bildiğim için, filmin sonunda pek de panik yapmadım esasında. Bir araba yarışı düşünün, biri Need for Speed serisi gibi, gidecek tek takip yolun var, seni finişe çıkaracak kısımlar haricinde diğer yolları kapalı olduğu için sonuca rahatlıkla ulaşıyorsun. Bu bahsettiğim, sıradan bir yönetmenin kolay hazımlı, seyircinin hayal gücünü yosunla dolduran bayağı film türüdür. Bir de Burnout’u düşünün, bitiş çizgisine ulaşmak için gidebileceğiniz 100lerce farklı alternatif var ve hangisinin daha kestirme olduğunu kestiremiyorsunuz, tek yapmanız gereken haritayı daha dikkatli okumak. Şehri oldukça fazla gezmelisiniz ki yolların dilini anlayabilesiniz.

Bu filmin istediği tek şey bu. Gerçekleri savunmaktan yanayım, ne yalan söyliyim, film son derece karmaşık. Sürrealizmin cilt cilt oluşmuş sözlüğünün pek çok simgesinin farkında olmanız gerekiyor. Bu yetenek de bu konudaki sanatçıları takip etmekle kazanılacak türden. Bu tabi sadece doğru anlamlar yüklemeniz için gerekli bir durum, yoksa her şekilde yapılan her harekete bir anlam verebilirsiniz. Bir söylentiye göre Luis’le Salvador’un rüyalarından yola çıkarak yaptıkları bu başyapıtın ne anlama geldiğini onların da bilmediği söyleniyor, ama bu tabi ki safsata. Eşşek gibi de biliyorlar, ama sadece filmi belki 50 kere izleyenlerin, sinemaya ve boya sanatına gönül verenlerin anlamalarını istemişler.

Bu filmin ismi gibi afişini de çok iyi bildiğinizi tahmin ediyorum. Gözü kesmek için gözbebeğinin önünde tutulan bir ustura, berber edasıyla. Dünya’nın ilk sürrealist filminde kullanılan, film sırasında net olarak görebildiğimiz bu kesme sahnesinin kullanılması tesadüf mü sizce? Ayın üstünden jilet gibi geçen keskin bulutu gördükten sonra kadının gözünü usturayla çizerek kesen Bunuel’in gerçeküstü dünyaya geçiş simgesi verişi pek de anlaşılmaz değildir burada mesela. Gözle görülemeyen, zihin ve nur aşamasına geçen başka bi evren gibi.

Tabi bu sembol onların dünyasına uğramanız için sadece bir “Hoşgeldiniz” paspası. Yoksa filmin geri kalan kısmı bu anlattığım örnek kadar kolay sindirilebilir değil. Ben yaklaşık 10 kere izledim ve çoğu parçasını hala yerine oturtamadığım için hikayeyi anlamakta zorluk çekiyorum. Bir bölümünü izlemediğinizde ufak tefek şeyler kaçıracağınız bir dizi gibi değil bu. Bütün parçaları doğru sembolle bir kriptograf gibi tanımlayamadığınız sürece hikaye hep eksik kalıyor. Ortada karakterler var, hiçbirinin ismi belli değil. Hikaye bir kadın ve erkeğin arasındaki aşk hikayesi olarak cereyan ediyor. Erkek karakter filmin muhtelif bölgelerinde sürekli bir etken tarafından ölüyor, başka bir kısımda diriliyor, kendini öldürüyor ve bu sefer başka şekilde diriliyor.

Öldüğü zaman ruhu ikiye bölünüyor. İki zıt karakter oluşuyor kendisinden. Kötü olanı elindeki delikten çıkan karınca yuvası ve karıncalar metaforundan farkedebiliyoruz. İyi olan da sonra şapkayla içeri girdi derken bir anda karakterler birbirinin tersine dönüyor ve kötü iyi, iyi kötü oluyor, hatta bi an hangisinin doğru karakter olduğunu anlayamayacak kadar afallıyorsunuz, çünkü bu da muamma olarak kalıyor. Bir kısmında sokakta öldükten sonra kadının yanında beliren adam evin içinde ona tecavüz etmeye çalışıyor. Pabucun pahalı olduğunu, kızın kaçtığını gördükten sonra ise sırtındaki iple kilise ögeleri olduğu içindeki 2 papaz ve piyanodan belli olan kocaman bir dekor çekiyor. O sahnede piyanonun üzerinde ölü eşek kafası görüyoruz mesela. Bu kafa belki de Gotfather’ın yönetmeni Francis Ford Coppola’nın yataktan çıkan ölü at kafası sahnesinde esinlendiği kafa, bilemeyiz ama bu filmin içinde çok önemli bir manayla konumlandırıldığı gerçek. Ben bu konuların uzmanı olacak kadar derinlemesine bilemiyorum tabii.

Bunun haricinde filmde adamın ağız kısmının kaybolup, kadının koltuk altındaki kıllarının o bölgede çıkması, içinde ne yazdığını bilemediğimiz kitapların bir anda silaha dönüşmesi, hikayenin sekiz yıl sonra, on altı yıl önce gibi farklı zaman dilimlerinde dönerken bizim aynı zamanda döndüğünü sanmamız ve bunun gibi çoğu sahnede gizli ufak tefek pek çok rahatsız edici ayrıntı var. Bir sahnenin rahatsız edici olması için, içinde yarılmış dalakların, parçalanmış bağırsakların olması gerekmez pekala. Bana göre tanımlayamadığımız olaylar insanı her daim daha fazla ürkütür. Bu filmin rahatsız ediciliğinin bir numaraları sebebi de budur.

Endülüs Köpeği’ni izledikten sonra 1960 ve 70′ler civarında çekilen bazı filmlerin bu şaheseri referans aldığını göreceksiniz. Anlar anlamaz, ama kendi kafasına göre filmi tanımlayan yönetmenlerin farklı yorumlarıdır bunlar. Sırf sinema değil, müzik alanında bile unutamayacağımız etkileri vardır dinlerken zihnimizde filmi canlandıran. Pixies‘in Debaser şarkısı ise filme gönderme yaptığını bariz ve açık bir şekilde belli eden, ondan eğlenceli bir şekilde bahseden güzel şarkılardan biridir. Geyik bi şekilde şarkıda filmden bişey anlamamalarından bahsetmeleri de filmin uydurma olma mitini güçlendirmiştir. Belki de Bunuel’in kıs kıs gülmek için fedailerine yazdırdığı bir şarkıdır kim bilir.

Pixies – Debaser

Yazı bittiğinde “Pixies – Debaser” çalıyordu.

Anekdot Silsilasyonu : Part X

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Tequila! Have You Hugged Your Toilet Today?Bir önceki Anekdot Silsilasyonu’nun kırkı çıkmadan yenisini koymak durumunda kaldım bu sefer. Halbuki öncekini yazdığım gün, size de belirttiğim üzere “Elimde yaklaşık iki silsilasyonluk malzeme var, bunu pazarlama stratejicisi mantığıyla parçalara bölüp sunarsam, arada yaşadığım tecrübeleri de ekledikçe sınırsız tespit döngüsü yaparım” türünden aşşağılıkça sözler sarf ediyordum. Baktım ki olay o değil. Hazıra dağlar dayanmıyor. Elimde nasıl olsa dünya kadar tespit, anekdot var diye düşündükçe algılarım dış dünyadaki şapşallıklara, uyanıklıklara kapandı. En sevmediğim şey yani, şu dünyanın teknoloji devi firmalardan biliyorum. Adamlar basın mensuplarını çalışma alanlarına çağırıp, piyasaya gelecekte çıkaracakları envai çeşit ürünleri gösteriyorlar, ama hakkında en ufak bilgi verirsen, ömrün boyunca jigololuk dahi yapsan ödeyemeyeceğin kadar tazminat. Resmen eziyet lan bu elin dergi editörüne. Sanki adamın eline yasak meyveyi verip “Aha bu var ya öyle lezzetli ki baldan tatlı, ama onu yersen akabinde yarra yering” der gibi. Geleceği üretiyor adamlar. Tabi onlar, “Biz 2 yıl sonrasına yetecek kadar ürün ürettik, biraz da kebap yapalım” demiyorlar. Adamlar profesyonel. Hararete düşenin harını alıyorlar, işinden şutluyorlar. Ama blog dediğin şey keyif işi, amatör ruhu. Ondan kendi kendine sahip çıkacan. Tabi biliyorum ki, insanoğlu genel olarak kendini ya da toplumu değiştirmek için illa ki birinin gütmesine ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden başımızda matruşka gibi içini açtıkça bi üst kademesi çıkan yöneticiler ve yönetici pozisyonları var. O yüzden herkesin sorumluluk taşıdığı üst pozisyonu, kendi vicdanı ve mantığı olsun en kolayı. Olayı da anaşotluğa böyle bağlarım.

Bir sayfaya iki silsile yaraşır diyip, 10. silsilasyonun kurdelesini kesiyorum. Hepinize 1 litre karışım için ayarlanmış Tang poşediyle yapılmış, bol su çözeltili 10 litrelik limon suyundan birer bardak ikram edeyim.

Alaturka kenefle sadece yumurtanın kapıya dayandığı alternatifsiz anlarda ilişkim olur. Bağırsağı çalıştırsa da, tuvalet sırasında bişeyler okuma ihtiyacı hissettiğimden domalır pozisyonda bacaklarım kangren olsun istemem. Her alaturka kuburlu sisteminde olmasa da yüzde 50′sinde sifonize sistem vardır. Suyun kubura doğru aktığı 3 tane delik vardır bu yüzden. İşte girdiğim nadir anlarda o deliklerin içine hortumla tazyikli su tutarım. İçinde muhtemelen çürümüş, kurumuş tonla pislik olur. Deliklerden hangisine suyu tuttuysam diğer ikisinden pislik fışkırır. Böyle de eğlenceli bişey.

● Etrafınızda şakadan da olsa intihar edecem diyen insanlara bakın. Kulağınızı yanaştırın. Dertlerini dinliyormuş gibi yapın. Cümlelerinin birinin içinde kesinlikle “8. kattan atlayıp kurtulacam” geçecek. Peki neden 8. kat? İntihar için en uygun zemini oluşturan bu 8. kat neyin nesi? İstiap haddi dediğimiz olay gibi ölmek için en uygun yükseklik olsa gerek. Köprüden atlamanın bile bi standardı var, 50 metrenin üstünde olunca “Beton etkisi yapıyo abi” diye uyarırlar. Sert bir dokunuş ya da ince bir dokunuşla ölüm arasında ince bi çizgi olsa gerek, ölmeyen bilemez.

● Annem “Cereyanda durma felç olursun” mukabilinden kelamlar ederdi evveliyatta. Çocuk kafası ya, “ceylanda durma” şeklinde anlardım. Tabi ceylanda durma olarak anlıyordum ama bunu duyduğumda açık iki kapı ya da pencere arasındaki rüzgar akımına kapıldığımı biliyordum. Kafada “Rüzgar akımı” kelimesini bile canlandırıp, ceylanda durma diye anlayan kafa da ne menem bi kafadır, anlayan anlatsın.

● 2009 trendleri: Zira out, manidar in – Yav out, yahu in.

● Kuzenim 1. dereceden Kayserili bi adamdır, o bahsetmişti. Oraların gençleri buradaki gibi t-shirt, polo kazak türü sosyete gördüğü şeylerle gezmezler. Varsa yoksa ceket gömlek. Ama külhanbeyilik damarda ateş. Kravat takmadan bağrı açık gezerler. Beğendiklerine “iyi, güzel” de demezler, onlar için soft ve sıradan kaçar. Kendi aralarında yeri gelir ayakkabı, yeri gelir gömlek alırlar, birbirlerine sorduklarında şayet karşı taraf beğenirse sırayla “Sıçmııık, akıyooo, kokuyooo, yılaaan” dermiş. Bu dört sıfat kullanılıyorsa o mamul süper anlamına gelirmiş. Yerel kültür sonuçta beğenmeyip napacan?

● Sütyen dolgusu çok bilindik bişey de ç.k dolgusunu Otomatik Portakal’daki Alex’ten başka kullanan görmedim. Halbuki oldukça heybetli gösteriyor.

● İnternette dolaşan bi tuvalet veznedarı resmi vardı. Hatta Bobiler’de “The Çakaaal” adıyla afişe edilmişti. Camın üzerindeki fiyat tarifesinde turistlere normalin 2 katı para ödeten türden bi uyanıklık vardı. Hadi tuvalet veznedarı bunu yapar da, Galata Kulesi‘nin içine girip, yukarı çıkış tarifesine bakınca gözlerim pörtledi. “Bilet: Beş YTL, Ticket: 10 YTL” Tarifeye gel, lorke lorke. Gavurları kulenin tepesinden İstanbul semalarına kanatlarla uçuruyorlar sanki o ekstra paraya. Ama “Görmemiş adama o manzara daha değerli.” dersin, ya da “Elin gavuru gadir gıymet biliyo.” dersin o ayrı. İşin içinden sıvışın bakalım hanginiz yaptıysanız.

Pisa kulesini Pizza kulesi diye biliyoruz ya hani, acaba Galata kulesini Galeta kulesi diye bilen de var mıdır?

● Sırf dolmuşta olanları yazsam, hafta 10 güne çıksa bile tespit ettiğim malzemeler uçtan uca birleştirildiği zaman 1 zirilyor ışık yılı uzaklığa erişecek kadar uzun ve benzersiz olur gibime geliyor. Dolmuşta arka koltukta lise talebesi havasında dükkana doğru giderken her zaman olduğu gibi vasıtaya iki tane adam bindi. Ondan sonra şöyle efsanevi bi trialog oluştu sahnede:
- Binen ikili: Abi bizim paramız yok yalnız. (Bunlar başlı başına diyalog)
- Dolmuşçu: O zaman get outta here. (Trialog completed)
Hoppala paşam, malkara Keşan.

● Yine yol görünmüş. Gara gidip arabaya binilecek. Şahsi araba desen yok, babanınki ise kıymetli, yani onun malı kıymetli, yoksa araba orta sınıf bişey. Mecburen dolmuşa talim. Bekle Allah bekle, garda otobüs kaçacak, biz daha dolmuşu bekliyoruz. Kardeşim “Bak şimdi, dolmuş beklerken ne zaman sigara yaksam, iki fırt çekemeden, sigaramı mundar etmek için dolmuş gelir.” dedi ve çakmağı çaktı. Vay babayın kemiğine, dolmuş dibimizde bitti. Senin ağzını yerim, bu zamana kadar nerelerdeydin dedim.

● Çocukluk sanırtıları training mode: Eşofmana eşortman der idimdi.

● Peynir kültürünü zirvede yaşayan, hayatının üçte birlik bölümünü peynir yemekle geçirmiş bi insan olarak sokak kültürüm eksik kaldı. Simit peynir olayı yani. Çok alıp yemişliğim oldu da, üçgen peyniri ne zaman açmaya kalkışsam kabı eciş bücüş oldu, açılmadı, peyni ezildi, yarısı mundar oldu. Öğrenmenin yaşı yok, basit bişey ama elinden tutan olmayınca bilmiyorsun. Üstünde kırmızı çekilecek bi şerit olur genelde. Basit bi mantıkla ona asılır yarım yumalak açardım. Meğerse orada üst üste iki şerit varmış. İkisini ayrı ayrı çekince öyle bi güzel açılıyo ki kurban olduğum.

● Burada yazdığım hiçbir şeyin üstüne tabi ki tam anlamıyla genelleme yapamam, ama kadınların genç yaşlardayken olgun/büyük, yaşı ilerlediğindeyse genç gözükmeye çalışması ne denli bi dengesizliktir hele?

● Hazal’la gelenekselleştirdiğimiz cafe/bar buluşmalarından birindeyiz. Müşterilerin mekanı doldurmasına 1 – 1,5 saat var, grup elemanları bi yandan içki götürürken, bi yandan müzik icra ederek kendilerini eğlendiriyorlar. Biz de haliyle birer bira atıyoruz. Tuborg veriyor adam. “Nefes almam, Efes alırım” jenerasyonunun en dirayetli ve kararlı neferlerinden olsam da boyun eğerekten içiyorum. Hazal’a bakıyorum, bira şişesinin yapışkanını söküyor bi yandan. Sıkıntıdan hobi olsunundan değil ama. “Aynı şişenin içine bira doldurmasınlar diye söküyorum” diyor. Be Hazal’ım ortamın çakalları bi etiketle yılacak mı sanıyorsun, 55 bilmemne kaç güvenlik özelliğine sahip teknoloji manyağı paramız bile anında taklit edilirken? Gözlerini kaçırma cevap ver.

● Serdar Ortaç’ın o meşhur çıkış şarkısını Filistin’de ölen suçsuz siviller için benimle coverlayacak bi metal grubu arıyorum: “Haydi Gazze’lim, gece yanar tenin, haydi Gazze’lim, bu gece cihad edelim.

● Abur cubura gelince Agop’un kazı gibi homini gırtlak da, onu anlamazdım işte ufaklıkta. Haplar, yutarken nefes borumu tıkayıp beni öldürecek gibi gelirdi. O yüzden hapları çiğneyip yutardım. Böyle iğrenç, paslanmış demir yiyorsun gibi bi lezzet. Dilimden hala gitmez tadı.

Yazı bittiğinde “Brutaliator – Metal Commandos” çalıyordu.