Make BIG Money! (-He kolaydı, hemen.)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Uzun yazılmış yazılar üzerine bana verdiğiniz salıkları hep kulak arkası ettim sevgili okurlar, bundan sonra da edeceğim. Ama düşünün, şu ana kadar sunduğum yazılar, parçalanmamış, löp şekilde bir kesme şeker parçasıysa, üzerinizde oluşan peklik etkisini minimuma indirmek için bunları toz şekere, hatta bilhassa pudra şekerine dönüştürebilirim. Yani nitelik üzre sabit kalan uzun yazılar, ara sıra değişiklik olsun diye bilgisayar başına oturduğumda, maddelere bölünmüş, bi kenarına dijital ataç iliştirilmiş, yazı partikülleri olabilir. Bu konudaki hassasiyetim de aslında sizin için daha kolay okunabilirlik yaratmaktan kaynaklanmıyor. Dün gece en son okuduğum 4 kitabı düşünüyordum, bunlar üzerinde bir ortak noktaya varmak istediğimde bu pek de zor olmadı, çünkü bu 4 kitap da genel olarak belli konulardan örnek vererek maddelere ayrılmış kitaplardı. Bu şekilde olduğunda komedi sit-comları gibi her bölümü birbirinden bağımsız anlatılar sayesinde hiçbir hikayeye, kitaba bağlılık hissetmeden birinden diğerine kolayca geçebiliyor, beğenmediğim maddeleri sittiredebiliyordum. Biliyorum, insan devamlılığı olan bi hikayeye girdi mi, hikaye skindirik bi noktanın klişe pınarlarına doğru aksa dahi, o kitabı okudum diyebilmek için mecburen bırakamıyor. Filmlerde de öyle, mesela eleştirmenlerden fazlasıyla duyarız, “Filmin birinci kısmı çok iyiydi ama 2. kısmında temposu düştü.” şeklinde. Tabii kime göre, neye göre ikinci kısım diye düşündüğümüzde ben herifin vurulmasından sonraki sahneyle bağdaştırabilirken, dergi eleştirmeni belki de kadının şehvetli bi şekilde sevişmesinden sonraki andan dem vuruyor. Yani bu şekildeki önermeler bi yandan da herkesin kabul edebileceği metinleri içerdiği için çoğu zaman hak verilen bir eleştirmen olabilme ihtimali var.

Tabi ki her nesnenin bir bitimi var ama. Muhtemelen eleştirmen orda 2. kısım derken aslen bahsettiği şey 10-15 dakikalık mola sonrasından gelen anlar. Peki bu noktada da şöyle bir nosyona takılıyoruz, bu yönetmenler, ya da senaristler ne çeşit bi dallamadır ki, filmin iyi kısmını ya da kötü kısmını bir tam yarıya sığdırırlar? Yani ben hiç bi zaman filmin 3. çeyreğinden sonra b.ka sardığını duymadım, ya da 2. yarıdan 27 dakika sonrasından senaristin iplerini koparıp köyün delisi gibi hikayenin üzerine işediğini.

Yazılı ortamda dediğim gibi madde madde oluşan spesifik konularda, beğenmediğiniz maddeye geldiği an “Öeeeh” diyip göbeğinizi kaşırken yaprak kıvırabiliyorsunuz, bu dediğim peki diğer bi sanat dalı, sinema için geçerli mi? Bana pek de gelir geçer gibi gelmiyor sevgili okurlar. Film camiasının da madde madde kitapları diyebileceğimiz bazı filmleri var. Ama bu filmin içindeki ufak ufak filmler tek bi yönetmenin tornasından çıkmaz. Artık Allah ne verdiyse 20-50 toplanıp, başına buyruk kendi derdini anlatmaya çalışır. E fantezi ya, hadi diyelim ki bu kadronun içinde belli başlı noktalarda Mustafa Altıoklar isimli yönetmen imitasyonunun, makara israfının 3-4 tane filmi var. Ama hani bu öyle bi film ki, bi yandan da peşisıra Stanley Kubrick, Martin Scorsese gibi ustaların yapımları var. E, şimdi bu saman kağıt gibi değil ki cart diye çevirip geçesin. Elindeki disk DVD olmadığı müddetçe ileri saracam derken, 16x hızında bi bakıyorsun 4 film sonrasına geçmişin, o film yine Mustafa Altıokların elinden çıkmış. Geriye çabuk döneyim diye 100x yaptığında 15 film geriye sardığında yine hızı ayarlayamadığından Mustafa Altıoklar çıktığında sence o filmi izleyecek iştahın kalır mı? Madde madde ama, ataçlık bi işlevi yok. 3 günlük dünyada bari bizim elimizde böyle bi yetki varken kullanalım derim.

E-ticaret konusunda bir guru, hafiften bir insan sarrafı, hassas insan ölçer kantar olan bedenim ve içindeki sakatatlarımla birlikte bugün üzerine değinmek istediğim bi konu var. Bana gelen en önemli sorular içerisinde “Şura Türkiye’ye kargo gönderir mi?”, “Burada ürün nasıl listelenmeli?”, “Şundan ürün alsam bana parayı takar kaçar mı?” gibi birtakım yanıt bekleyen yargılar var. Tabii üzerinde duracağım konular kesinlikle bunlar değil. Ben, sizin baştan aşağı iyi kalpli ve aklı başında eşşek kadar herifler olduğunuzu varsayarak, e-ticaret kimlerle yapılır değil, “E-ticaret kimlerle yapılmaz?” konusunun üzerinde duracağım. Bakın mesela, şu an gördüğünüz gibi yazının ikinci kısmına geçtim. Bunu da çok belirgin şekilde yaptım, bu durumda ikinci kısmı inceleyenler kolaylıkla birinci kısıma göre kıyas uygulayabilecekler, ya da ikinci kısmın konusu sarmayanlar çekip gidebilecekler, zira iki kısmı size taahüt ettiğim gibi birbirinden bağımsız tuttum.

Belli başlı ürünlerde toptancısıyla çok şugar fiyata, piyasasının yarısına anlaştınız. Toptancı dediğimiz adam götlü göbekli, ilkokul mezunu, bilgisayar yoksunu sıradan bi insan olduğu için sizin yerinize bu ürünü internette satışa koyamıyor ve o ürün üzerine internette devasa bir boşluk var doldurulacak. Yani eklediğiniz an çatır çutur satacağınızı hissetmişsiniz. E, tamam bu işin birinci kısmı. Bi kere ilkokul mezunu diye küçümsediğiniz adam şu an sizden daha avantajlı durumda. Çünkü GG’de satış yapmak ne yazık ki, “Ürünü listele, sat” anlamına gelmiyor dükkan sahipleri gibi sürekli satıcılar için. Türlü türlü g.tveren var ve emin olun ki toptancı, dokunulabilir gerçek alemde bunlardan daha zararsızlarıyla uğraşıyor.

Sinirleri aşınmaya meyilli bir toy satıcı için bazı GG müşterileri oldukça yıpratıcı olmakta. Bilgisayar başında “Müşteri velinimettir.” mottosunu yok sayarak kaç müşteriye ana avrat saydırdığımı bilemiyorum hala şu anda bile siz düşünün. Benim amacım, GG’nin taze gelinlerine hemen ilk birkaç sorunda pes ederek tarlayı tapanı toparlayıp gitmemeleri için kimlerle muhatap olmayacaklarını söylemek, ki bu horonzbu çocuklarını madde madde ifşa edeceğim için çok mutluyum:

1-) Yeni bir satıcı olarak zaten son derece çaylaksınız iken, bir de daha ilk anlarınızda başınıza sizin çaylak alıcı versiyonunuz, yani alışveriş sayısı 0 olan biri çıkarsa topuklaya topuklaya kaçın. 2009 yılında GG’ye daha yeni girmiş bi adamsa bu, zaten kafadan teknoloji noksanı olma ihtimali yüksek. Tabii başka isimle yeni hesap açmış olma ihtimali var ama biz burada hasarı en aza indirmeye çalışıyoruz. Yeni başlayan biri olduğunu muhtemelen size mesaj atıp, ürün hakkında soru sorarak hissettirecektir. Kesinlikle onun işine gelmeyen bi yanıt vererek ürünü almamasını sağlayın. “Haydi bakalım, ilk siftah gelsiiiin” mantığıyla geleni ver ederseniz, bunun bir sonraki aşaması var derim. Ürününüzü alan adam kart doğrulamasını bir türlü yapmayı beceremez, bu sefer de kartını doğrulatmak için seferberliğe girersiniz.

2-) Ev hanımları değil 50, 500 alışveriş yapsa dahi kesinlikle onlara ürün satmayın, onlara hitap eden ürün satmayın. Size bu müşteri profilini kısaca açıklayayım. Genelde kocalarının hesaplarını kullandıkları için kullanıcı adlarının içinde Murat, Osman, Ahmet ya da her ne b.ksa buna benzer erkek isimleri geçer. Lakin size attığı mesajın içinde bi efeminelik vardır, bunu okurken hissedersiniz. Sonuçta kaç tane adam evine ekmeklik alır ki? GG’de alışveriş yapan evhanımı tipleri, kireçli suyla durmadan rezistansın henuna goyan evhanımlarından çok daha tehlikelidir. Çok önemli bir zaafları, ki bana göre günahları vardır: Pimpirikli olmak. Gözüne kestirdiği ekmekliği almaya çalışıyorsa gerçekten tarrağı köküne kadar yediniz diyebilirim. İlk olarak mesaj attığında takip edeceğiniz iki ihtimal senaryosu var, birincisinde durumu sezinler ve yanıt yazmazsınız, bu durumda evhanımı 2. ve 3. kez aynı mesajları atacaktır ve 4.de yanıt gelmediğinde bırakıp gidecektir. Ama kalkıp da ben diyaloğa gireyim dediniz miydi, 10 liralık bi cihaz için 359 tane soru sorarlar. Bu 359 sorunun 356′sı hep aynı kapıya çıkar, “Ürün sağlam mı?” Ve emin olun ki, bu insanlarda nası bi enerji varsa, gönderdiğiniz kargoları pimpiriklerinden ötürü 8/10 ihtimalle yolda bi şekilde kırılır.

3-) Şimdi birazdan diyeceklerimi dediğim için bana kesinlikle ırkçı, türcü, Darwinci, Harun Yahyacı zartçı zurtçu muhabbeti yapmayın, ben sadece burada gördüklerimden ve tecrübelerimden yola çıkarak konuşuyorum. GG’de bildiğiniz üzere 5 yıldız ve müşteri memnuniyeti oranını korumak oldukça önemli, ve bazı insanlar aldıkları üründen hiçbir zaman memnun olmamaya programlanmış durumda. Aldıkları iki kuruşluk üründe bi yandan da oynar başlık özelliği arıyorlar sanırım. Ürünü belirttiğiniz şekilde birebir müşteri eline ulaştırsanız da bu alıcı türü illa ki 3 yıldız ve altı verir, hatta hiçbir sebep yazmadan. Böyle yapan adamlar görüyorsanız, bilin ki %80 oranında doğudan bi ilden almıştır. Hayır benim bildiğim Türkiye’nin doğusu batısından bilmemkaç yıl geri kalmış diye bi geyik var, nasıl oluyor da batı kesimindeki adamın bayıldığı bi ürünü, doğudaki adam kıçına bile sürmüyor? Üzülerek söylüyorum ama bunu da dikkate almanız lazım.

4-) MSN ve Facebook jenerasyonunu fazla mı küçümseyip, hor gördük ne? Yer yer parçalı godoşlar halinde GG içinde de dolaşıyorlar. Satın aldıkları özel bi tür yok, halkın içinden insanlarmış gibicesine evlerinin ihtiyaçlarını karşılıyorlar. GG’nin herhangi bi yerinde “Conconların da normal insanlarla bir tutulduğu ortam” şeklinde bi yazı gördüğümü hatırlamıyorum halbuki. İnsanların birbirine saygı dolu mesajlar atmak için azami özen gösterdiği, merhaba yazdıktan sonra virgül koyup, mesajını bitirdikten sonra saygılarımla diyip adını soyadını yazdığı bu ortamda belli vakitlerde “Slmmmmm ptron bn bu kltgu ck bgndmmmm, krgsu ne kdr srer???” diye soran dallamalar da çok çıkıyor. İlk gördüğümde epey şaşırsam da kati surette muhatap olmuyorum, pek de üstelemiyorlar zaten, balık hafızalı bi jenerasyon olduklarından olsa gerek, o açıdan evhanımlarına göre daha iyiler. Yüzdelerine bakarsanız da satın aldıkları ürünlere ödeme yapmadıklarını görürsünüz. Muhtemelen karı düşürmek için kullanıyorlar GG’yi.

5-) Bi de satın aldığı herhangi bi tüketim malzemesini sorup soruşturmadan Cumartesi günü akşam 20:00′de satın alıp, ondan sonra “Ürünün çok acil Pazartesi günü elimde olması lazım.” diye mesaj atmaya yeltenen totoşlar var. “Be y.rrağım” diyorum, yüksek sesle, almadan önce bana mı sordun? Düşünürken bile sinirlerimi tepeme çıkartıyorlar, kargonun Pazar günü ürün almadığı belli, üstüne üstlük tee ebesinin emında oturuyorsun, aramızda var nerden baksan 1600 km., e ben senin için özel kargo parası mı ödeyeyim tonla? Böyle satışlar için kesinlikle kafanıza takıp kanser olmayın, GG ile irtibata geçip iptal ettirin. Ha ettirmeyip, illa da mümkün olan en kısa sürede ulaştıracağım derseniz, adamın panik dolu enerjisiyle sizinki birleşip ürün hem yolda dağılır, hacamat olur, hem de normal gideceğinden 5 gün geç gider. E-ticaret işi aceleye gelmez, şansına bağlı biraz da. Amerika’dan alırsın 3 günde gelir, Samsun’dan alırsın 5 günde. Ama şuna eminim ki, kargo konusunda ne kadar acele yaparsan, lojistik aşamasında o kadar sorun çıkar.

6-) Diğer bir laubali çeşidimiz de, -Bunların GG’nin kendi adamı olduğunu düşünüyorum, tahammülsüz satıcıları ayıklayıp sistemden uzaklaştırmak için- “Usta bu ürünü yarı fiyatına bırak alayım”cılar. Zaten binbir emek uğraşıp, üzerine dükkan parası vesaire verip, tonla fedakarlıkla bu işe girmişin, tanınmak için neredeyse zararına satıyorsun, yani bayağı bayağı elindeki 15 liraya sattığın malın fiyatı normalde 40 lira, e daha bunu 7,5 liraya isteyen olursa GG mesajları inceliyor demeden dübürüne koyarım öyle müşterinin. Fokur fokur kaynayan beyninizin hararetinden yanıt yazamayacak durumda oluşunuzun üstüne bunu körüklermişcesine bir de cep numarasını ekleyen bi mesaj atar sonra gel bi de cep telefonundan ana avrat dümdüz küfret diye. E şimdi ben skmem mi sen istersin de?

7-) Hadi ben biraz önce işin makarasına dedim e-ticaret gurusuyum diye. Ben durmadan pek çok konunun uzmanı olduğumu söylerim geyiğine insanlar arasında, ama bunu geyiğine söylediğimi hissettiririm. Kendini gerçekten de uzmanı olmadığı konuda uzman sanan, yani buna kendini inandırmış adamlar var. Genelde attıkları mesajın standart kalıbı şöyledir: “Ben x yıl bu işle uğraştım, çok iyi anlarım bu işten. y süre içinde kaplumbağaya yaptırsanız hallederdi, z süre içinde kuşun ayağına bağlasanız gelirdi. Çabuk gönderin.” Oldu paşam, anladığım kadarıyla bu işin mutfağında sana yıllarca patates soydurmuşlar. Ürünün tedariği, imalatı, kargosunu pek de kolay sanıyorlar. Böyle adamlara kullanıcı adımı, şifremi verip, “Al ulan puşt oğlu puşt, madem anlıyorsun, al komple senin malım mülküm dükkanım, devir teslim” diyip internet namına herşeyi evimden söküp atasım geliyor. İnternet üzerinde eşşek kadar koltukların gönderilmesini pek bi kolay sanıyorlar eşşoğlueşşekler, acaba 2 satış tahammül edebilir mi kendisi gibi ibişlerin hakaretlerini dinlemeye. İki kitap okuyunca, Google’da mevzubahis konu üzerine başkalarının atıp tutmalarını okuyunca guru olduklarını sanıyorlar. İşin teorisi, ortalaması, pratiğiyle hiçbir zaman aynı olmaz ki vre.

8 -) Artık kendi kardeşlerimizmişcesine benimsediğimiz, tekerrürünü yaşadıkça suratımızda “Hay senin eline vereyim be adam” la karışık bi tebessüm ifadesi oluşturan “Alacam diyip almadı” tipleri var. Mesaj içinde alacam birazdan diyip almasa eyvallah, en doğal tüketici hakkı. Ama 5 saat işimden gücümden çal, sağdan soldan fiyat aldırt, bu fiyatları düzenlet, indirim için pazarlık yaptırt, sonrasında alıyorum diyip listelemeni oluşturttur. Eh iyi, şu ana kadar hepsi güzel. Akabinde ne alan var, ne satan. Adamı cebinden ararsınız açmaz, mail atarsınız yanıtlamaz. Buhar olup göğe mi karışır bilinmez, hayır almayacağım, daha uygun fiyata buldum filan dese yine kabuldür, hani bi miktar daha az küfürümü yer. Benim telefon numaramı tanıdığı için açmayan adamı başka numaradan aradın mı anında açıyor. Ondan sonra ehem öhöm, kem küm yok yanımda değildi, telefonum tamirdeydi. Bu kadar aymazlıkla yüzü kızarır mı bilmiyorum ama fırsatını yakaladın mı küfredeceksin abi. Böyle müşteriden velinimet olmaz. Ticaretin yüz karaları. Gidin kemeraltına, orda s.ksinler sizin gibileri.

Bunun gibi nice nice var da, hangi birine isyan edeceksin? Burada böyle blogda makara kukara yapıyoruz ama bunun harici anlarda ne tip şerefsizlerle uğraştığımızı görün diye yazdım bunları. GG’de uzun süredir satış yapan insanlar muhakkak duygularına tercüman olduğumu düşünecekler. Bi yerden sonra öyle kombolarla saldırıyorlar ki artık işin bereketi kalmış, kalmamış düşünmeden dümdüz kalaylarken buluyorsunuz kendinizi. GG yönetim departmanında olsam, buna benzer müşteri tiplerini başlıklara ayırıp, analiz eder, mesaj inceleme ekiplerine bu profilde gördükleri insan olduğunda isterse 5000 alışverişi olsun, sorgusuz sualsiz silmelerini emrederdim. Çünkü bu tip adamlar, sistemin kalitesini tahmin edilemeyek ölçüde bozuyorlar, asıl alışveriş yapmak isteyen temiz yürekli adamları pes ettirip siteden kaçırtıyorlar. Bi süre durursanız sizin de onlar gibi kaşarlanma ihtimaliniz var ama iyi yürekli bi insanın deformasyona uğraması demek nereden baksan 2 seneye tekabül eder, beklenemeyecek kadar uzun bir süre. Gerçek hayatta kimseye söz geçiremeyen bu pısırık tiplerin, insanlara sanal ortamda diş bileyerek zorluk çıkarmasını hiç bi şekilde kabul etmem. Zamanla illa ki iki taraftan biri safdışı kalacak, bakalım hangisi?

Yazı bittiğinde “Paul Gilbert – Let the Computer Decide” çalıyordu. Ayrıyetten bu mesajı konuyla alakalı olmak şartıyla yorumlayan kişilerden birisine Ericsson GH 337 göndereceğim kargosu benden olmak üzere, maksat nostalji olsun.

Борщ – Паразiта кусок (2006)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

“İlim Çin’de bile olsa gidip almak, bişeyler kapmak gerekir.” diyecesine bi laf var. Bu, ülkemizin coğrafi konumu düşünülerek bize uyarlanmış bi cümle mesela. Bize göre çok uzak doğu, başkasının ayağının dibinde. İlim Auckland’da (Yeni Zelanda) olsa almak lazım da denebilirdi ilk üretildiği zamanda. Ama sözün çıkış yıllarına döndüğümüz zaman “Toprak Türkiye’deyse gelip savaşa girmek lazım gelir.” diyip burada ölen Yeni Zelandalılar görüyoruz. Şimdi adamlar ayağımıza kadar gelmişken sorguya çekip, teknolojilerini öğrenmişizdir yani. Son zamanlarda dönen bu Urumçi – Uygur katliamı sonrasında Tayyip efendinin yanlış anlaşılan çıkışması ile de Çin askerleri ayağımıza geldiğinde onları sorguya çekip teknolojilerini çalacaz. Yani sevgili okurlar, gördüğünüz üzere, ilim ebesinin demında olsa dahi, kışkırtıcı insanlarımız ve dayak yiyen kandaşlarımız sayesinde adeta ilim-bilim mıknatısı, hiç olmazsa ufaktan bi ilim magneti görevi görüyoruz.

Bu önermelerin geçerli olduğu janrların haddi hududu yok. Hepsinin dalından taze koparılması gereken yerler elbet var. Türkiye’de punk İzmir’de ufaktan yeşillenmeye başladı mesela. Punk’ın Türkiye’deki esas kalesi İzmir ya da Ankara diyebiliriz. Biraz aksak ritmler, biraz kafadan kontak melodiler / sözler duymak isteyen haliyle buralarda underground partiler arayacak. Hee, bana dersen ki, cebimde para bol, bana bu işin worldwide membaasını söyle, o zaman, şu ana kadar edindiğim dinlenimler doğrultusunda bu ülkelerden birinin kesinlikle Ukrayna olduğunu söylemem gerekir. Para da bol diyordunuz, bi yandan nataşaları da marizlersiniz orda.

Şu an iki satırda punkın “Not dead” olduğu yerleşkelerden birini Ukrayna olarak size naklettim. Ama emin olun ki, kalitesi yüksek bir petrol cevherine ulaşana kadar nasıl tırnaklarınızla bütün toprakları eşeleyip, İstanbul belediyesinin kanalizasyon çalışmaları gibi sathın enuna koyuyorsanız, müzik konusunda “şu şöyledir” diyebilmek için de o janra ait 50 grubun tımarına girmeniz gerekiyo en az, bakınız Sertab Erener bile “Bu Böyle” diyebilmek için kaç şarkı çıkarmış. Ama nedir, yılların tecrübesi, bu şöyledir demeye cesaret eden biri çıkamıyor, tecrübesine güven var. Neyse, grupları keşfedene kadar nerelerim kasıldı bilebilirsiniz, ama kasılan yerlerin nöron darbesi 800/sn periyodundaydı. Yani halk dilinde söylemek gerekirse müzik aşkına g.tümü epey bi zonklattım. Bu zonklamanın yegane iştirakçi sebebi ise ayın 32si gibi ortada, görüyorsunuz, ama ulaşamadan ay sayacı tekrardan bire takıyor vitesi.

Evet sevgili okurlar, beni ıkım ıkım ıkındıran bu etken, Ukrayna’nın başka alfabe yokmuş gibi Kiril alfabesi kullanıyor oluşuydu. Bu doğu bloğu denen skindirik Rusvari ülkeler silsilesinin alayı böyle. Alfabedeki harflerde böyle korkunç bi hava var, çok tekinsiz duruyorlar, betonarme yapılar gibi sert, tavizsiz. Harfler genelde ya çok oval, ya da bildiğin odun gibi estetikten uzak kalın bi yapıya sahip. Neden Çernobil faciası bana yıllarca korkunç geldi diye düşünüyordum. Şuna bakın allasen: Чернобыль . Şu an cıpcıbırdak vaziyette şu yazıyı yazıyor olmama rağmen vücudum ter salıntısı yapmaya başladı. Şuna bak arkadaş, üstünde böyle bişey yazan nükleer santrale güvenip de fisyon – füzyon tepkimeleri yapabilir misin? Harflerinde resmen ananızı s.kecez der gibi bi yapı var. Bu karakter yapısının bilinmemezliğiyle alakalı bişey değil yalnız. Sadece kiril alfabesine özgü bişey. Arapçada yok, Çin alfabesinde yok, bunlar hep tırt kalıyor. Ama Kiril dedin miydi, aklıma ismi Boris olan öküz yarması kırması herifler geliyor.

Ukrayna’nın punk alemlerini keşfedecem diye bu harf korkumun üzerine epey bi kanırtırcasına yüklendim. Grubun adını alıyorum şimdi, sonra indirecek site ara dur. Download diye yazdığında genelde albümü indirebileceğin bi site bulamıyorsun çünkü. Artık indireceğim şeyi ararken sonuna bir de завантаження kelimesini ekliyordum. Bi de rapidshare falan da çok nadir kullanıyor adamlar, sonu .ru ile biten başka bi download sitesi vardı, adı şimdi aklıma gelmedi, download tuşunu arıyorum bi yandan, bi yandan sitenin her yerinden cıbcıbır kadın resimleri pop-up olarak pörtlüyor, Adblock da faide etmiyor yani, ora için özel üretilmiş reklam filtresi lazım. Belli bi süre sonra hiç bi kelimesini bilmediğim alfabe ile uluslararası yazışma yapar konuma bile geldim. Dünya’da bütün erkeklerin istediği şey sonuç olarak büyük dorrak, fakat reklam olarak lansesi farklı. Genel spam mail gruplarında “Get a Huge C0ck” yazarken, adamların sitede “Sizinki niye Rasputin’inki gibi olmasın?” yazıyor. Doğa üstü güçlere sahip mi diye tartışanlar var, o dalga neyin nesidir doğa üstü değilse?

Bu sitelerde gezerken pek çok garip duygular hissettim, ama neden bilmiyorum üzerimde hep bi 1989 civarı duygusu baskın oldu. Sitelerde hep kesif bi Çernobil sızıntısı kokusu vardı, Plütonyum-239′un o keskin kokusu vardı bütün sitelerde. Ukrayna, Rusya, bana hepsi bir geliyor, belki kültürleri tamamen farklı, belki de Kazakistan’lı Borat‘ın Özbekistan için götoğlanı demesi gibi duygular besliyor 2 ülke birbirine, ama o harflerle yazılar yazdıkları sürece ben kitabı kapağına göre yargılayacağım arkadaş.

Grubu, albümünü tanıtması da ayrı bi dert. Sevdiğim şarkıları, falanı filanı yazmak için albümün sayfasını açtım, isimleri ordan kopyalayıp yapıştıracam. Bu ülkedeki keşfetme arayışları içinde beni en çok etkileyen grup Борщ oldu. Şimdi biz nası İngilizce’deki bazı kelimeleri barzolar gibi komünikeyt, madırfakır ve benzeri şekillerde okuyorsak, en azından grubun ve albümlerinin adının çevirisini yapmışlar. Bütün Ukrayna grupları için geçerli olmasa da, kendini dünya çapında dinletmek için bi yandan uğraşanlar da var. Orjinal albüm adı Паразiта кусок olarak geçse de English Title olarak Borshch – Parazita Kusok olarak da albüm kapağı yapmışlar, ki yüreklerime su serpen bi gelişmeydi bu arayışlarım sırasında.

Aynı fedakarlığı albüm adlarında göremiyoruz tabi ki, yine baştan başa o garip gureba harfler. Harfine koyayım, size bişey olmasın diyip albümü de tanıtamıyorum, üzerimde inanılmaz baskısı var. Bana dinlerken altımda traktör varmış pozisyonunda zıplata zıplata air drum çaldıran başlıca şarkılarını copy paste yapmam gerekirse, hiç akıl filtresinden geçirmeden – Çünkü zaten hayatımın genelinde en çok dinlediğim gruplardan biri olduğu için bu vakte kadar süzüldü – Паразіта кусок, Міліція!, Каролина бугаз, Бабло, Гандзя diyebilirim. Esasında albümün baskın türü Ukrayna Punk olarak geçiyor, ama şarkılarda rock tarzının da apayrı bi baskınlıkta etkisi var, hatta çoğu şarkı punk değil, basbayağı rock. Tabii grubun sahnedeki hareketleri punk, serserivari olduğu için grup tamamiyle o statüye yerleşiyor. Bu albümde dub dub dub dub tıs diye düzenli akan ritmler çok var, punk dediğin yerde ritm fırlar gider lan. Bi düzeni de olmaz adam akıllı. Kiril alfabesi gibi tekinsiz bişey punk da, bi anda rayından fırlıyor dub dumbrıdak dumbdırak dumbrıdak dumbrıdak dumbrıdak tıs tıs tıs tıs tıs dumbrıdak tıs tıs tıs dumbrıdak dub dub dub dumbrıdak dumbrıdak dumbrıdak dumbrıdak dub dub tıs tıs dub tıs diye rastgele uçmaya başlayabiliyorlar. Bu kafayı yemişliği şayet ayırt edemiyorsanız en iyi ayıklayabileceğiniz şarkılar, normal rock versiyondan, punk versiyona coverlanmış şarkılardır, bunu da bi kenara not edesiniz.

Ukraynaca bilmediğim için haliyle grup nedir, ne değildir, pek de bilgi toparlayamadım, ben zaten teknik bilgilerin adamı değilim, deneyim edindiğim şeylerin bana kattığı hissiyatlardan bahsetmeyi severim öncelikle. Şu an grubun hakkında bilgiyi bırak, tiplerini bile doğru dürüst bilmememe rağmen albümü her dinleyişimde coşup taşıyorsam, sizin de g.tünüz tavana vurabilir pekala. Kitabı kapağına göre yargılayamazsınız diyen adamlar var. Kapağına göre de pek bi güzel yargılarım. Bi albümü indirmeden önce, hatta janrına bile bakmadan evvel kapağına bakarım. O kapak için gerçekten özenle uğraşılmış, ya da gerçekten güzel bi görünüm / paket hazırlanmışsa, o albüm hakkatten iyidir, ona puanım 9 olur kankam. Şu ana kadar bu yargılayış şekli beni hiç yanıltmadı, bu her yönüyle şaheser albüm de buna verilebilecek en güzel örneklerden. Eğer harbi worldwide bişey arıyorsanız, o zaman ilk bakmanız gereken şeylerden biri bana kalırsa bu albümdür. Çünkü şarkıda söylenen sözlerin hiçbir zerresini anlamamanıza rağmen inanılmaz bi coşku seli içinde boğulmanız kaçınılmaz bir hal alıyor. Anama bacıma küfretmiyorsa ne dediği önemli değil, illa ki bişeylerden eğleniyorlar ve bu eğlenceye beni de katmak istiyorlar, ama sakın anamı karıştırma Борщ, ya da Borshch her ne b.ksan. Beğenenler aynı grubun Падло albümüne de baksın. Bu arada Падло, ingilizcede Dickhead, Türkçede dorrakkafalı demekmiş. Albüm adında bile küfreden gruba punk grubu derim işte, köküne kadar punksınız lan. Ama ben kalkıp da Borat gibi kızdığım adama “Fuck my mother” demem, punkçıdır, küfürde sınır tanımaz da demem, aklını alırım Borshch ayağını denk al. (Reha Muhtar gibi hissettim valla.)

MUHTEVİYAT: 1. Паразіта кусок, 2. Риголєтто, 3. Емінема нема, 4. Міліція!, 5. Дівчача мучача, 6. Каролина бугаз, 7. Золоте теля, 8. Бабло, 9. Гімнастика, 10. Блюдо дня, 11. Гандзя, 12. Підозріла музика, 13. Я лєтєл, 14. Data

ALBÜMÜ İNDİRMEK İÇİN: http://ifolder.ru/7208596 (Doğru download tuşunu bulurken, tek ihtiyaç duyacağınız şey, hisleriniz olacaktır, içinizdeki güce inanın.) (Eheh, beceremezseniz anlatırım nası indireceğinizi, biraz da siz uğraşın.)

The Rocky Horror Picture Show (1975)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

The Rocky Horror Picture Show (1975)Yeri geldi mi şeytanın g.tüne bile anahtar uydurabilen şeytanvari bi zeka yapısına sahip olsam da, bu yazının kilidini açacak giriş çilingirini bulamadım. Hayır, şimdi direkt filmin castingi şudur, hikayesi budur diyip pırtmak da istemiyorum ama 15 gündür bütün öğünlerimi kaplayan sucuklar ve sucuklu sandviçler beni et kafalı bi moron yapmış olabilir. Yine de direniş halindeyim. Hah! Hatta konuyu bağlayacak şekli hemen tasarlayıverdim. Girişi açtığın zaman gol yollarına etkin etkin akıyorsun zati.

Şeytanın g.tüne anahtarı mecazi bi şekilde, halkın diliyle, ağzıyla (Halkın ağzı derken, o da mecazi, yoksa burda gece vakti yayınlanan MTV yarışma programlarından birini yapmıyoruz.) uydurduğumuzda, 2. anlamını düşünüyoruz doğrudan. Yani, “Kralı gelse düdükler geçerim” diyorsun. Ama bunu derken bile bir kelimeyi daha alıp 2. anlam oluşturup, eylem haline getiriyorsun (Düdük-le) Peki, karşındaki adam sana gösterdiği sinsi sırıtışının altında bu cümleyi kurduğunda ya gerçekten de işinin şeytanların g.tüne anahtar uydurmak olduğunu belirtiyorsa? Sonuçta şeytanlarla ilgili, cehennemin görünüşüyle ve bunun gibi bazı dinsel verilerle ilgili temsili resimlerden başka şeyler bulunmayabiliyor elimizde. Tamam, şeytan kötü. Cehennem sıcak. Tarzan, Ceyn. Ceyn, Tarzan. Amma velakin içleri ve vicdanları çürümüş bu kötülük yargılayıcılarının kesin olarak neye benzediğini bana kimse söyleyemez.

İşte bilinmezliklerin başladığı bu noktada bilimkurgu devreye giriyor ve ben ilk golümü atıp, karşı tarafın kilidini açmış olmanın verdiği sevinçle önümdeki herhangi birine ayakkabı uzatıp, ayakkabı cilalatma hareketi yaptırıyorum. Bilimkurgu, evrendeki kara delikleri dahi yiyecek denli açtır. Yedikçe büyümez, zira yediklerini insanların beyninin içine kusarak hazmını sağlar. Kara delikleri yiyecek malzemesi olarak gördüğüne göre konusunun evren dahilindeki herşeyi kapsadığını varın siz düşünün ve korkun.

1800′lü yılların sonlarında toplu gösterimlerin, yani sinemanın başladığı zamanlarda ilk meyvesini veren türlerden biriydi bilimkurgu. Bi akım başladıktan sonra o akımı durdurmak için arasına yalıtkan madde soksanız bile yetmeyebilir. Georges Melies’in Aya Yolculuk uyarlamasıyla perdeye yansıyan absürd uzay maceraları ve uzaylılar, 2009 yılına gelmemize rağmen değişmedi. Yıllar geçiyor, bakıyorsun, uzaylı hala aynı uzaylı. He, ne oluyor, bi adam gidiyor g.tüne kilit girişi uydurup evrenin kapısını orda saklıyor, diğeri aynı anlamı metal yığını bi robota yüklüyor. Farklı farklı anlamlar yüklenip, mezuralar uzunluğunda yıllar geçerken, sinemada yeni yeni dalgalar çıkıyor (Buradaki dalga 3. anlamındadır) Her dalga bi diğerini tetikliyor, taa Yunanistan’ın ordan başlayıp da eklene eklene gelen son dalganın sahile vuruşu gibi düşünün. Lakin sinemadaki dalgalar sürekli birbiriyle kombinasyon halinde olsa da hiçbir zaman sahile vurmayacak kadar sürekli halde, çünkü içinde bulundukları deniz ya da okyanus, her ne haltsa, adını siz koyun, sonsuz.

Bayağılığın abidesi olarak yayılan kan ve vahşet filmlerini barındıran “İki film birden” sinemaları, bilimkurgunun adeta manevi babası oluveriyor 70′li yıllarda. Bağırsakları deşilen zombiler, kazıklara oturtulan vampirler, hatta zenci Dracula’lara (Blackula) yayılan yelpazenin yanında azınmayacak sayıda bilimkurgu filmleri de oynuyor. Kız kaçıranı, gezegen yok edeni, vesaire. Bu istismar sinemalarında olan biten, sürekli bir bayağılık halinde anlatılıyor. Bütçe düşüklüğü nedeniyle, kötü oyunculuklar, kötü çekimler, kan revan içinde ölümlerle kotarılıyor. İnsanoğlu dünyanın en vahşi yaratığı olduğu için kana doymak bilmez, şu an hala Testere gibi filmlerin aldığı reytingten toplumca değişmez keyfimizin başka insanların ölümünü izlemek olduğunu söyleyebilirim.

Peki müzikaller? Babetleriyle, mini etekleriyle alımlı hatunların, bolca yağlanmış Elvis saçlı, deri pantolonlu gençlerle yaptıkları aşk üzerine atışmalar, danslar? Bu kadar naif sahneleri, böyle bebek poposu kadar hassas aşk hikayelerini B sinemalarında görmeye tahammül edebilir misiniz? Ya da herşeyi geçtim, böyle bişeyin hayalini kurabilmeniz mümkün mü? Aklınıza doğrudan zombili bi Grease versiyonu geliyor olabilir. Zombili Grease dediğin de gerçi en fazla bi Thriller olabilir, ama zombilerin aşk hikayesini izlemek de onların yaşam tarzı altında eğlenceli bir seyirlik olacaktır.

Zombili bir “Love Story” var mıdır bilemiyorum, ama türleri kırarak oluşturduğu melez tür ırklarıyla daha güçlü, daha dayanıklı olan sinema sektörü “Müzikal-bilimkurgu-B filmi” türünü yaratmaktan da çekinmedi. Ama tabi olay bu aşamaya gelene kadar ikili çiftleştirmelerle ilerledi. Bu 3 türü andığım vakit aranızdan doğrudan “The Rocky Horror Picture Show” diyenler oldu ve ben öyle diyenlerin gadasını alırım.

Mevzubahis filmimiz, aynen kült film mertebesine erişen filmlerin geçtiği zorlu yollardan geçmiş. Garip hikayesi sebebiyle, salt bayağılık görmek isteyen insanları başta şüphelendirip kendinden uzak tutsa, oyuncularına kuruşlardan daha öte para birimini kazandıramamış olsa da, gençlik arasında patlayan VHS manyaklığıyla dünyanın en sevilen müzikalleri arasında yerini çabucak almıştır. Hikayemiz, herhangi bir vampir hikayesinden besleniyor, yani ufak bir kelime oyunuyla onun serbest uyarlaması diyebiliriz. Brad ve Janet isimli sevgi dolu çiftin şapır şupur yağmur yağdığı bir gecede pek bi ıssız ormanın içinde araba lastiklerinin patlayıp, stepnelerinin de olmamasıyla beraber yakında gördükleri şatoya yürümeleri gibi klasik bir Drakula hikayesi gördüğünüz üzere. Yani, aslında sadece anlatırken böyle. Çünkü gerek şato öncei, gerek şato sonrası olsun, genelde ruhunda rock ‘n roll barındıran müzikal atışmalarla ve mükemmel şarkı kafiyeleriyle inanılmaz eğlenmeye başlıyorsunuz.

Sıradan bir korku hikayesi, özü bozulmadan daha eğlenceli hale getirilebilir mi bilmiyorum. Transylvania‘yı duymayan yoktur. Transseksüel kelimesini duyup, neye benzediğini de bilmeyen yoktur ama zaten bu kadar tehlikeli biçimde karılan türlerin yanında Dracula’yı alıp da travesti yapmak basbayağı çılgınlık. Uzaylı-travesti ve herşeyden önce Dracula. Brad ve Janet sadece bir telefon görüşmesi için girdikleri bu şatoda yığınla ucubik görünümlü adamın parti yaptığını görünce haliyle tırsıyorlar. Ardından müzik kısmımız “Time Warp” şarkısıyla yeniden başlıyor ve harbiden bu andan sonra olay izleyiciler için de bi cümbüşe dönüyor. Bakıyorsunuz ki hikayeyi anlatan adam bile figürleri göstererek oynamaya başlamış. Dracula, mracula hikayesini bi kenara sallayıp, sola atlıyorsunuz, sonra ayaklar sağa, eller bele. Filmin tamamında alttan alttan akan böyle bi cümbüş hareketi var.

Dracula yorumlamamızdan sonra bir de yakışıklı Frankenstein uyarlamasına tanık oluyoruz. Sarı saçlı, bolca kaslı ve yakışıklı bu adam Dr. Frank N Furter’ın, yani travestimizin, kendisini tatmin etmek için ürettiği bir insan. Frankenstein gibi yama dolu bi suratı yok yani. Karakterler dörtlendikten sonra hikaye bunların arasında eşit dağılıma giriyor. Brad ve Janet cinselliği daha bi özgür, serbest yönünden keşfetmeye başlıyorlar. Bi nevi koyver gitsin durumu oluşuyor ikisinde. Tam anlamıyla 70′lerdeki sex & rock ‘n roll furyasının bir yansımasını görüyoruz. Ki şu ana kadar saydığım olguların, türlerin neredeyse hepsi 70′leri 70′ler yapan özel ögeleri barındırıyor. Dr. Frank N Furter’ın Brad ile Janet’ı ayrı odalara naklettirip ikisine de çaktığı sahnelerse filmin adeta zirve noktası, serbestliğinin vurgulandığı kısım.

“Bende çakabilme heybeti olduktan sonra kime ne?” dercesine bi duruşu var filmin aslında. “Hairfilmiyle yükselen uzun saç çığırtkanlığının cinsellik versiyonu. Tabii ne mutlu ki bu film 70 değil de 80 yılı bloğunda keşfedilmiş. Yoksa şu an yarımız travesti, yarımız ipne şekilde birbirimizi tokmaklar dururduk. “Bi film mi bu etkileri yaratacak?” deyip geçmeyin. Another Brick in the Wall şarkısının gençler üzerindeki büyük devrimci etkisini hatırlayın.

The Rocky Horror Picture Show, bir yandan da dünyanın en uzun süre gösterimde olan filmlerinden olma özelliğini taşıyor. Dünyada sürekli gösteriminin yapıldığı, sürekli dolu koltuklara oynayan birkaç sineması var hala. Bu sinemalarda film seyircilerin de koreografiye katılmasıyla birlikte ultra interaktif bir hal alıyor. Film sırasındaki sahneler seyirci koltuklarında tekrarlanıyor. Herkes filmden birilerinin kılığına giriyor. Onlarca, hatta yüzlerce kez o sinemada izleyen oldukça fazla müdavimi var ki, yeni gelenlerin alnına bakire işaretini yapıyorlarmış. Hangi sahnelerde dönüyor bilmiyorum fakat bazı sahnelerde Asshole, bazı sahnelerde ise Slut diye bağırmaktaymış bu izleyici arkadaşlar. Bir gün yeteri kadar param ve zamanım olursa, bu çılgınlığın içine de koreografiyi öğrenmeye yetecek kadar gösterimlik müdahil olmak isterim.

Sunduğu bolca bayağılık, cinsellik çığırtkanlığı, komedi, eğlence, müzik ve Stanley Kubrick filmlerinden fırlamış laboratuvar tasarımıyla “The Rocky Horror Picture Show” genel filmografi arasında diğerlerine kıyasla çok farklı bir yerde duruyor. Bu aykırı tarz, dolayısıyla kimi film severlere garip gelebilir. Bu filmi kült yapan sebeplerden birisi de budur. Her filmin hitap ettiği bir kitlesi olur, kimi filmler 7′den 70′e kitleyi hedeflerken para sebeplerinden, kimiinin asıl derdi özgürce hikayesinin anlatmaktır. Muhtemelen de sadece kafadan kontakları kapsarlar. Bu filmde keyif almamın nedenlerinden biri de bu olabilir. Sabah kalktığımda, filmden bazı müzikal sahneleri tekrar izleme ihtiyacı hissettiysem, film benim üzerimde misyonunu tamamlamıştır. Şimdi Dr. Frank için başkalarının ırzına geçme zamanı!

Yazı bittiğinde “Ram Jam – Too Bad On Your Birthday” çalıyordu.

Atalarımızın Yaprakları: Plants vs. Zombies

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Plants vs. ZombiesTarihin her gün (Oxi Action’la) çitilenmesine rağmen bir parmak leş gibi toz tutan iğrenç, kan gövdeyi götürmüş sayfalarında birbirlerine alerji kapan ırkların savaşlarından, birbirlerine görünümlerinden dolayı tiskinti duyan ‘tür‘lerin savaşına kadar geniş bi portföy var. Öldürülen canlının vücudundaki kan rengine bağlı olarak farklı tonlarda oluşan hudut çizgileri tarih sayfalarındaki bir parmak tozu ağzımızı ‘333 (Also known as: Çemçük ağız)‘ pozisyonuna getirip hohlayarak temizlememizi istetecek merakı oluşturmaktadır. Ama sabıkası bu kadar kabarık türden, bakkal defteri tabiatında karmaşık olaylar listesinde gözden kaçan, zamanında hak ettiği seyirci desteğini alamayan, bu yüzden sepetlenip hafızadan sildirilmeye çalışılan kavgalar var. 68 kuşağı gibi dirayetli kuşaklar bile keşfedememişken ben keşfettim sevgili okurlar.

Toplumların vicdanına asırlar boyu genlerle bir kara leke olarak işleyen bir kavgaydı bu. İyi taraf kendisini açık açık belli etse de, kötü olan tarafa da “Bunu neden yaptın?” demek insanın yüreğini kezzap içinde 2 saat bekletilmiş takma diş kadar sızlatırdı. Bilmiyorum düşündünüz mü, mezarlıklar neden evimizin kapısının önünde değil de, genelde şehir dışı lokasyonlarda yerleşke edilir? Ruhani bilinmezliklerden fellik fellik kaçtığınız için bunu tabii ki bilmiyorsunuz. Ama zamanında bizim için yapraklarını, gövdelerinden geçen turgor basıncını harcayan, sararıp solan binlerce bitkisel yaşam oldu, bitkilerin yaşamı oldu. Bu büyük savaş, kendisine yeşil rengi veren klorofil sayesinde ruhumuzu oksijen ile doldurup taşıran bitkilerle, mezarlıkların ruhani olmasa da kemik torbası liderleri olan zombiler arasındaydı. “Hak verilmez, alınır” mottosunun peşinde yıllar boyu gündüz demeden, gece diyip mezarlarından fırladıklarında, sırf bu amacı gözeterek insanlara saldırdılar. Her zaman, olmayan beyinlerinde bir tek istek vardı bu otomatiğe bağlanmış denyoların: Şehir merkezine ulaşıp, oradaki toprağın içinde yaşamak. Sonuçta topraktan fırlayıp da “Öeeeğğüüeee, braaains” diyen bi garabeti mantığımız ölü olarak kabul edemez. Şehir merkezinde alışveriş mekanları, sinemalar, barlar, ganyan bayileri ve bunun gibi pek çok keyifli mekan olduğunu bilirken, sessiz bi şekilde dağ başında, s.k kadar tabutun içinde inzivaya çekilmeyi kabul edebilir misiniz?

Nitekim onlar da kabul etmedi. Savaşlarını, amaçlarını hiçbir insan evladı anlamak istemedi. Savaşlarını anlamak istemeyen insan evlatlarının o beyinlerini boşuna kullandığını bilen zombiler de, beyin hak etmeyen insanların kafataslarını çıtır çıtır mangalda dahi kızartmadan yediler, çiğ etin lömbür lömbür mideye oturacağını bilerekten. Siz, insanın egosunu besleyen öküz saçması Hollywood filmleriyle, zombi ırklarını yok edenlerin, ellerindeki mermisi bitmek bilmez pompalı tüfekleriyle 2-3 kişiden oluşan aptal insan güruhları olduğuna inandınız. O zamanlardan bilinen pek çok gerçek, bazı şahısların işine gelmemesinden ötürü tarih defterlerine yanlış kazındı, çarpıtıldı. İşin gerçeğine dönmek gerekirse, bu savaşların her anında ırkımızın kıçını kollayan tek türdü bitkiler. Kendi meyvelerini, yürekleri yana yakara ölü canların üstüne fırlattılar, kaktüsler iğneleriyle, koçanlar mısır taneleriyle saldırdı. Ama meyveli, ama meyvesiz, bütün bitkiler bu savaşın içinde kıçımızı kolladı dostlar, zombilerle dertleri olmamasına ve insanlığın onlara hiçbir faydası dokunmamasına rağmen. Çünkü onların rengi yeşildi ve sadece kendi mekanları olan toprakları delip de yukarıya fırlayan zombilere karşı sinir sahibi olabilirlerdi.

Zaman çizelgesini incelediğimiz zaman hektar hektar ormanlar arasında nektarlarını korumaya çalışan kayısıların 1217 Dimes Harbi‘ni görüyoruz. Canhıraş bi şekilde ön cephelerde ayak altında ezilip, hoşaf olan pek çok kayısı oldu bu savaşta. 1452 yılına geldiğimizde ise Zehirli Mantar Cephesinin müdahil olduğu 1. Çayırbaşı Savaşı ve diğer cepheyi koruyan kaktüslerden oluşan 2. Çayırbaşı Savaşı‘nı görüyoruz. Bitkiler nasıl olsa kımıldayamıyor diyerekten 100 senelik zaman zarflarında tekerrür eden savaşların bitkiler açısından defansa dönük, canına tak ettirecek son versiyonu da Çamdibi Harbi olmuştur. Bu savaşın ardından tüm karasal ve denizsel gücünü insanlar aracılığıyla saksılara doldurtan bitkiler dev karmasını toplayıp Zincirlikuyu Kuşatması’nda zombilerin kökünü kurutmuş, geriye kalan aman dilemiş birkaç zombiyle ise Dülgerboyu Mütarekesi’ni imzalamıştır. Bu anlaşma zombilerin bundan kelli şehir merkezi dışında yerleşim birimleri oluşturmasını öngörüyordu. Şehir içine girmek isteyenlerin ise vize ve pasaport gibi birtakım işlemlerden geçmesi gerekiyordu. Böylece dökük yapraklar ve parçalanmış kollar, düşen burunlar içinde büyük 500 Yıl Savaşları sona erdi.

Hollywood kazığı kendine yontup, insanların şişen egosunu daha da kabartmak için galibiyeti her zaman insanlığa mal etti. Tabii ki bu güzel dostlarımızın saksıyla Zincirlikuyu’ya götürülmesinde büyük emek sahipleriydi, ama sorun bakalım, bir gün isyan edip bu zombilerin mezarlarına işeyeni oldu mu? Tam aksine koskoca ormanları bi kibritle yakan insanlara tanık olduk bu savaşlardan sonra. Köy korucularının arasında dolaşan söylentilere göre bu yangınlar gece vakti gizlice toprak ihlali yapan zombilerin ellerinden çıkmaktaydı, ama insanlığın ne kadar anasının gözü, arazi edinmelere doymayan bir puşt olduğunu biliyoruz.

Yıllar içinde bunca kapışmanın gizli kapaklı tutulduğuna kayıtsız kalmak istemeyen PopCap Games bu işe el atmakta gecikmeyerek vefa duygusunu 500th Anniversary çerçevesinde “Plants vs. Zombies” oyunuyla göstermiş oldu. PopCap Games ufak boyutlu, bilgisayarı kastırmayan, bilgisayar başına oturulduğunda 1 saat oynanan, ama 1 yıl boyunca oynanan, oyuna başlamanızın 2. yılında ise o oyunu anlamadığınız bi sebepten günde 5 saat oynamanıza sebep olan bağımlılık yapıcı oyun firmasının adı. Casual Games adını verdiğimiz bu oyunları zenginlerin elinden alıp, halkın kullanacağı maliyete getirmek için zamanında büyük anlaşmalar ve indirgeme çalışmaları yaptılar. Görüldüğü üzere başarılı olan herkesin savaşı vardı ve PopCap Games bu savaşlara fazlasıyla duyarlı.

Dünyanın en çok ses uyandıran olmasa da en büyük kayıpları verdiren bitki-zombi savaşının ardındaki gerçekleri bize yaşatmak için epey uğraştığı belli ekibin. Taslakları oyun metni olacak hale getirene kadar 827 ansiklopedi araştırmış ve aralarından 7625 sayfa ayıklamışlar. Storyboard aşamasına geldiklerinde ise savaş konusunda esneklik sağlayacak saldırı stillerini üretmeleri yaklaşık 629 günlerini almış. “Bu oyunu yaparken yaklaşık 287 milyon dolar zarar yapmamıza rağmen ahde vefa duygumuzu göstermekten ötürü vicdanımız rahat” diyor Boğaç Torlak. “Ufacık sabi sübyan fidanların yapraklarının tek tek koparıldığını, güllerin yapraklarının koparılıp, elin bi avucunun yuvarlatılıp üzerine koyulması suretiyle diğer elin ‘Nasıl koydum amaa’  hareketiyle vurmasıyla ortadan delinerek şaklatıldığını, aynı zamanda çimene basarak yürüyen zombiler gördüm. Savaşın belki de ne kadar berbat bişey olduğunu gösteren en önemli sahnelerdi bunlar. Fakat bizim klorofilli kahramanlarımızı bu denli savunmasız şekilde gösteremezdik. Zombileri nasıl ske ske yendiklerini göstermek ve oyunu çocukların da oynayabileceği şirinliğe taşımak için karakterleri pastel tonlara taşıdık.” diyerek oyun hakkında çok önemli bilgiler vermeyi de unutmuyor.

Oyuna başladığımızda savaşların ilk zamanlarındaki daha hafif kayıplarla bitenlerini tekrar ediyoruz. Günlük güneşlik bir bahçedeyken gün ışığı üreten bitkilerimizle yeni bitkiler oluşturup savaş hattımızı düzenliyoruz. Fakat sonlara doğru savaş adeta bir kördüğüm yumağına ve kör dövüşüne dönüştüğünde mükemmel taktik dehası stratejilere girip, arazimizi korumamız gerekiyor. Zira her bölüm geçişimizde elindeki ölü toprağını yetersiz bulan zombiler, daha büyük bir kara ve deniz kuvvetiyle üstünüze doğru geliyorlar. Başlangıçta oyuna 2-3 bitkiyle başlarken Adventure Mode sırasında her kazandığımız savaşın ardından daha özel stratejiler oluşturmak üzere yeni bitki çeşitleri kazanıyoruz ve bunlar savunmamızı daha kemikleşmiş yapıya kavuşturuyor. Bitkilerin çeşitli oluşu, zombilerin de çeşitli oluşunu gerektiriyor ne yazık ki. Michael Jackson’ın Thriller yapıp etrafında dans eden dört tane zombi çıkaranından, gazete okuyarak size saldıran, gazetesini yırttığınızdaysa inanılmaz bir hiddetle gözleri kan çanağı içinde üzerinize sizi yemek için koşturan zombiler var. Kiminin saldırı hızı yüksekken, kimininse dayanıklılığı fazla, ama yavaş. İşte bitki stratejisini de üzerinize gelecek zombilere göre ayarlıyorsunuz.

Oyunu oynadıkça daha fazla uzadığını farkettim ben. Adventure modu bitirerek zombilerin köküne kibrit suyu sıkmamın akabinde Puzzle, Mini Games ve Survival modları olduğunu farkettim. Bi de Zen Garden ski açıldı başımıza sonradan. Hepsinden ufak tefek bahsetmek gerekirse Zen Garden, savaş sırasında hediye paketinde bulduğunuz bitkileri yetiştirip, onların ürettiği paralarla teçhizat alıp daha kuvvetli bitkiler yaratmanıza önayak olan önemli bi bahçe. Buraya günaşırı girip bitkileri sulayıp paraları topluyoruz. 60 yaşına gelmiş ihtiyarlar hep böyle hıyar ekip, muz yiyeceği bi bahçe ister ya, onlara bu oyunu vermek lazım. Puzzle modunda vazoları kırıp, içinden çıkan zombileri öldürürken, Survival modda daha uzun süren zombi bitki savaşlarında bayrağı göndere çekmeyi hedefliyoruz. Mini Games ise oyunda size en çok keyif veren bölümlerden. Zombilere empati kurmamızı sağlayan bi bölüm var mesela. Elleriniz mousea gidecek kadar vicdansız mı bilmiyorum, bu bölümde zombilerle bitkilere saldırıyoruz. Bir başka bölümde ise akvaryumdaki zombileri besliyoruz. Kimi zaman görünmez zombilerle savaşıyoruz. Bölüm çeşitleri PopCap Games’in diğer oyunlarının Plants vs Zombies’e entegre edilmiş hali gibi. Savaş yapısı, internette oynarken yine bayağı zaman kaybettiğimiz Tower Defence oyunlarının stili üstüne kurulmuş vaziyette. Bitki upgradeleri ve modifikasyonları, ileri bölümleri kazanmanız için kullanmanız gereken taktiklerden.

Henüz sonuna varmasam da bu dünyada hepimizden evvel var olan atalarımızın, biz var olalım diye ne denli meşakkatlere, ne denli aşağılık zombilerin tırnaklarının altına girdiğini görünce gözümden bir damla yaş geliyor. Elime aldığım su kovasıyla koştuğum gibi Gülhane Park’ına gidiyorum ve bitkileri şefkatle sular iken şu sözler geliyor aklıma: “Ben bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Park’ında, ne sen bunun farkındasın, ne zombiler farkında…

DOWNLOAD: PLANTS VS. ZOMBIES

Yazı bittiğinde “Airbourne – Girls in Black” çalıyordu.

The Big Race In Paddock

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Evin salonunda bulduğum bir ucu çakmakla yakılmış, diğer 2 ucu ise tahminimce doğanın abanım gücü yüksek yok ediciliğiyle aşınmış yırtılmış haritaya göre evimizde açacak bayağı bi kapı, cam varmış. Sırf bildiğin gerçek kapı sayısı bu, daha bunun manevi kapısını, gönül kapısını hariç tutuyorum. Sabah kalktığımda sıcaktan vücudum inhibitör yemiş bi haldeydi. Neredeyse saat başına metabolizmamın yaklaşık 2,25 dakika kaybettiğini farkettim. Uyanması da en az uyuması kadar zor oluyordu çünkü. Haritanın sağlam kısımlarında bulabildiğim pencereleri elimde daha yeni gazlanmış meşaleyle birlikte ufak bi araştırma sonucu açtım. Evin içine müdahil olan cereyan sirkülasyonu beni bi yerden diğer bi noktaya savuracak kadar kuvvetli gelip bünyemdeki sıcak ifrazatını yok ediyordu, ama pencereleri stratejik açmamdan dolayı merkezi kuvvet beni tam anlamıyla bulunduğum alanın 1 cm’lik çapı içinde tuttu. Hata payını görmezden geldiğimizde bu mükemmel bi oran. Evin içindeki bu aerodinaminin, hava sürtünmesinin mükemmeliyete ulaşması sonucunda 2,25 dakika kaybolan saat başına metabolizma faaliyetim, bir anda +7,5 dakika ile olan biteni telafi edip, yeniden liderliği sürdürecek konuma ulaştı.

Bilirim ki manyetizmanın babası Daniel Faraday’ın da belirttiği gibi “Olan oldu.” sevgili okur. Yani üzerinden bir hafta geçmiş mükemmel bir Formula yarışıyla ilgili gördüklerimi 1 hafta sonrasında anlatmamın pek de bi bahanesi olamaz. Tabii üniversitedeki final haftasının tam arasında mükemmel bir planla hem orada olup, hem de biter bitmez sınavlarıma girdiğimi belirterek bu mevzunun içine de hata payı eklerim. Sonuçta bu da bi insan bedeni, Formula mühendisleri geliştirmiyo yani. Arkamdan kuyruk takıp da bana süre, hız, ivme kazandıran var mı ki size sorarım ben. He ama nedir, yaz boyu metabolizmik aerodinami yüzünden saat başına dakikalarca zaman kaybeden memelilerin arasında şu an geçen sezondan beri geliştirilen bir araba gibi, ya da gün boyu yüzlerce kahve içmesinden dolayı diğer insanların 250 katı hızlı hareket eden bir zibidi gibiyim. O yüzden bu fark kapatma ve ışık yılını kat edip, geri dünyaya dönerek zamanı ileri ya da geri sarabilme vasıflarımla, size seneye olma ihtimali olan F1 Türkiye GP’sini 1 ay önceden yaşananlarla anlatabilirim. Yöntemimi sakın medyum bozuntularınınkilerle kıyaslamayın. Onlar koca g.tleriyle her daim oturdukları yerden yıldızları sayarken, ben zamanda yolculuk yapmanın gerektirdiği bünye gücüyle ışık yılı uzaklıklara gidip, oradan InfraRed dalga boyunda göz renkleri saçan teleskobik uzvumla gelişmeleri aktaracağım.

Formula 1 insanın bi yandan da hep buna benzer düşüncelerle çocuk kalmasını sağlıyor. Futbol, futsal, hentbol ya da buna benzer sporların verebildiği türden bişey değil bu. Her yarışta daha bi ilgiyle seyrettiğimiz arabaların arkasında çok özel teknolojilerin olduğunu farkediyoruz. Elde ettiğin hızın her salisesinde daha yükseğini isteyen arabalar bunlar. Tamam, belki Transformers vasıtaları gibi dünyayı kurtarma amaçları bulunmayabilir, fakat hız manyaklarına haz sağlamakta üstlerine pek de yok. Her erkeğin cinsel heybetinin, testesteron hormonlarının altında bir yandan da hız güdüsü yattığını hatırlarsak, içindeki çocukluğu ortaya çıkaran, kaslı ya da kelli felli göbekli adamların bu mükemmel yarış serisini izlemek için dünyayı arşınlamasının en basit sebebine ulaşmış oluruz.

Genelde top peşinde koşulan spor türlerinde çabuk bayatlama, çabuk tüketilme durumu söz konusudur. Eski maçlar, içinde çok önemli zaferler içermediği sürece geriye dönülüp de bir daha bakılmaz. Maç ertesi günü birkaç özet ve hararetli ufak spor tartışmaları, o kadar. Her yarış sonunda kupa almanın getirdiği hırs ve yüksek mühendislik tutkusu ise beraberinde haftalarca süren tartışmalar ve yıllarca izlenilse sıkılınmayacak yarışları getirebiliyor. Pek çok spor dalını klasik bakkal ekmeğine benzetirken, F1′ı ise kolaylıkla bir haftada bile bayatlamayan Vakfıkebir ekmeğine benzetebiliriz. İşte benim bu final sebepli gecikme yazımın da sırtını bu sebebin avantajına yaslıyorum ve içinde Formula One geçen bir konu nasıl olsa sıkmaz, eskimez diyorum.

Bridgestone ve Yalçın Pembecioğlu‘nun birlikte düzenlediği yarışmayı kazanmamın akabinde Kibariye misali “İstanbul benden büyüük, onla başa çıkamam” demek yerine büyük adamların büyük sözlerine uyarak Fatih Terim kaş çatışıyla “Dünya büyükse, biz de büyüğüz hüleeaaayn” dedim. İstanbul gerçekten çok büyük. Spam kutuna doluşan “Get a Huge C0ck” subjektli maillerdeki Huge sıfatı kadar devasa. Bana her zaman başlı başına bi ülke gibi gelmiştir zaten. Pek Türkiye’yle alakası olduğunu düşünemiyorum diğer illerde hiç olmayan organizasyonları bünyesinde kolaylıkla barındırabildiği için. Ebat konusunda tırsaki olmamın sebebiyse İstanbul’un bi ucunda konaklayıp, diğer bi ucuna yarışa gidecek olmamdı. Bu sorunun yükünü de İstanbul’un trafiğine masaj yapan vasıtası Metrobüs kendi üstüne aldı. Yokuş çıkamıyo diyenlere aldırmayın, metro yerine geçici olabilecek çözümler arasında şu an bana göre çok başarılı.

Her yarışta izlediğimizde hayran duyduğumuz bu kusursuz arabaların arkasındaki olanı biteni görme düşüncesi beni inanılmaz heyecanlandırıyordu. Böyle bi heyecan içinde olduğumu çaktırmamak kolay değil benim için. Sonuçta cool takılıp “Amaan onlar da sıradan insan nihayetinde” diyecek adam değilim. Bu vakite kadar yaptıklarınla kıyaslandığına göre, ikimizin de insan olma seviyesi aynı olamaz sonuçta. Ha, sıradan insan gibi davranır, bizim gibi alt mevkidekileri hakir görmez, o adam benim gözümde gönlümde ayrı bi kraldır ama bu adamlar her türlüsü en azından prens.

İstanbul Park, dünyayla bağını koparmış bi çölün içine kurulmuş yaşam kaynağı gibi. Pisti arabaların hızlıca yarışmaları anlamında canlandırmış ama geçen yılların sonrasında çölü belki de bir gıdım yeşillendirememişler. Yeşilliğin gerçeğini görmeyi bırakın, serabını dahi göremiyorsunuz. İnternette yeşillik neyim hafiften görüyordum pisti incelerken. O yeşillikleri de sadece Paddock girişine döşemişler. Yani illa ki zengin olanlar apayrı bi ortam görsün düşüncesi var. Cuma günü serbest antrenmanlardan sonra oraya gireceğimi bildiğim için bana tabii ki sorun değil, fakat insanlar bu sıcağın altında kavrularak bi yeşillik bile bulamadığı bu çöle gelmek istemediklerinde Ecclestone ve pisti işleten diğer kişiler ağlamamalı. “Gerçek seveni her türlü gelir” palavrasının ardına sığınmaktan ziyade “Bu pisti ailelerin geldiğinde gölgede izleyebileceği rahat bi mekan haline nasıl getirebiliriz?” sorusu olmalı. Ülkemizde her insan Gold tribünde gölgede yarış izleyecek kadar varlıklı değil. Canına yandığımının pistine yağmur da düşmüyo ki kavrulan bedenlere su serpsin.

Yalçın Bey’in serbest antrenmanlardan sonra yaklaşık saat 16:00 civarında kazanan kadromuzu toparlayıp Bridgestone yetkilileriyle Padok kapısının ağzına getirmesiyle unutulmayacak Happy Hour bütünleşmelerimiz başladı. Pek de bi efemine duran pembe, padok alanı manyetik kartlarımızı dıtlatarak Formula insanlarının yaşam alanına adımlarımızı attık. Dünyanın en meşhur sporcularının sağdan soldan birileri üstüne atlayıp fotoğraf çektirecek korkusunu taşımadan rahatça gezdiği bi yerdi burası. Her şeyden önce herkesin girebileceği bi bölge değil ve girenlerin de belli bi bilinç seviyesinde ve magandalıktan uzak olduğunun fakındalar. Sağınızda solunuzda birileriyle sohbet halinde bulunabiliyorlar mesela. Tabi gördüğüm kadarıyla bu diyalog içindekiler hep takım elemanları ya da spor basını. Gördüğümüzde fotoğraf için yanına koştura koştura gittiğimiz bu adamlar isteğimizi kırmadan fotoğraf çekiliyorlar. Aralarında Timo Glock gibi kıçı kalkık 2 günlük bebeler de var tabii. Yanına gittiğimizde “No, no” diyip kaçtı denyo. Yanına Alonso’yu al bakalım kimle fotoğraf çekilirdik? Massa’yla Raikkonen’i gözlerim römork binaların dış gövdelerini portakal kabuğu gibi soyarcasına aradı, ama Ferrari’nin onlara kız çocuğu gibi baskı yapıp evden dışarı salmayacak kadar tutucu olduğunu biliyordum.

Pilotların arasında en iyi karşılayanı, en insancılı Williams pilotu Nico Rosberg olsa gerek. Williams’ın garaj kapısının önüne içeri girmek üzere gittiğimizde kapıda karşıladı bizi. Tam Türk misafirperverliğini hissettirdi anlayacağınız. Biz de panik yapıp, ürkütmeden, sırayla çekildik fotoğraflarımızı ve ardından teknoloji hırsızlığı olmaması sebebiyle kamera ve fotoğraf makinesinin yasak olduğu Williams garajına girdik. İçeride tatlı tatlı gelen tiner kokusunun beraberinde hummalı bir çalışma vardı Cumartesi günkü sıralama turları için. O küçücük alanı bu kadar verimli kullanılacak şekilde böldüklerine inanamadım. Takım taklavat, herşey ortada. Kaç yüzbin parçadan oluşuyo bilmiyorum, teknisyenin biri Lego gibi motorun bi yerlerine bişey takıp çıkarıyordu. Diğer tarafta bilgisayar analizi yapanlar, lastikleri hazırlayanlar.

Epey bi süre padoğu didikledikten sonra çıkışımıza yakın Red Bull’un cafesine uğrayıp soğuk enerji içeceklerimizi mideye indirdik. Bi yandan da balkondan bakıyorum tabii. Basın bizden daha görgüsüz diyorum. Adamlar rahatsız olmasın diye biz kendimizi pilotların üstüne uçmamak için sıkarken eşşek kadar optikleriyle etraflarında çember oluşturuyorlar. O adamları sıksa sıksa basının bu keneliği sıkar sanırım. BMW’nin takım patronu TIR’ın yanında 2 dakika konuşurken kameralar kaç kere deklanşöre bastı, sayamadım.

Bugün buluşmamızın ve padoğa sızabilmemizin birincil sebebi Bridgestone Lastik Geliştirme Direktörü Hirohide Hamashima‘nın römorküne doğru ilerledik bi de evvelinde. Tabii olayların kronolojik sıralaması kafamda biraz karıştı. Bu Red Bull mevzusundan daha önceydi çünkü. Böyle bi devler liginde bile sıradan insanlar tarafında kapı ağzında sevecen bi şekilde karşılanmak insanın gururunu okşuyor. Bizim mutluluğumuz da geri dönüşüm olarak söyleşimiz sırasında Hamashima’nın suratına yansıdı. Sorular genel olarak tabii ki klasikti, zaten oradaki maksadımız birbirimizi görüp yarım saat selamlaşmaktı ve bu da gayet eğlenceli biçimde vuku buldu. Oradan çıkıp Bridgestone çalışanlarının lastiklerle, jantlarla uğraştığı bölgede de bir bayan teknisyen tarafında bilgiler aldık yine. Kimilerimiz orada gördüğü lastikleri eve götürmek, kimilerimiz ise yalamak istedi. Oluksuz lastiği kim görse aynı hislere kapılır diye düşünüyorum.

Cuma günkü güzel padok gezimiz saat 19:00 civarında bittiğinde memnun kalmış bir şekilde padoktan dışarıya doğru yola koyulurken Aylin Hanım daha manyetik kapıdan çıkışımızın ağzında kartlarımızı istedi. Formula’nın belki de en önemli mevkisinin anahtarı sonuçta. Kartı ilk boynuma taktığımda neden bunu pembe yapmışlardır acaba diye düşünüyordum. Sorumun cevabı o an kafamda canlandı: Pembe renkli bir kartı erkeklerin geri vermesi, hatıralık olarak eve götürmekten vazgeçmesi, efemine renginden ötürü daha kolay oluyor. Bi de bi yandan bu girdiğimiz alana parayla bile giremediğimizin, Bridgestone’un müthiş kıyağı sayesinde girebildiğimizin farkındayız, o yüzden orada kart inatçılığı yapmak öküzlük olur sanırım.

Cumartesi Paddock Club girişimiz sabah erken vakitlerde başladığı için bi uçtan taa Tuzla’daki servise sabah vakti nası yetişecem diye bi yandan paçalarım alev aldı. Dolmuş seferi Cumartesi kaçta olur onu dahi bilmiyordum. Sağolsun ev sahibinin arıza arkadaşı sabahın 5:30′unda Metrobüs’ün başladığı Avcılar durağına bıraktı beni. Herkesten önce Kadıköy’e vardım ve servisle hep beraber Tuzla’ya doğru yola koyulduk. Servisle giderken hızlı olduğu için pek yol uzunluğunu farketmiyorsunuz ama Cuma günü otobüsle gittiğimde bi an Gürcistan sınırından dışarıya doğru çıktığımı sandım. Servisimizin indiği yere yine Aylin Hanım geldi ve bu sefer elimizde hatıralık olarak eve götürebileceğimiz, sadece Cumartesi günü çalışan manyetik Paddock Club kartlarımızı dağıttı. İnsan kendini pek bi yetkili hissediyo bunlardan takınca, her bi halta karışası geliyo ama kartın açtığı yer pit alanı.

Pit alanına uğramadan önce günlük güleryüzlü surat ihtiyacımızı karşılamak üzere gün boyu yarışı takip edebileceğimiz Bridgestone Paddock Club‘a girdik ve meyve suyuyla ufak bi kahvaltımız oldu. Ardından “Pit Lane Walkabout” tabelalarını taşıyan adamların ortada peyda olmasıyla kameralarımızla birlikte alt kata indik. Yarışın sonucunu belirleyen en önemli etken olduğu için pilotları gerginleştirse de pit alanında lolipop adamların yaptığı pit stop antrenmanları sırasında çok eğlenceli anlar yaşanıyor. Arabayı pite sokup sokup çıkarıyolar. Sürekli bi parça değişimi var. Bu sürede değişim mükemmeliyetine ulaşacak yetilere sahip olmak pek de kolay değil, ama keyif alarak taktıkları için pek de kısa süreler yaptılar. Yarış sırasında işler bu kadar yolunda gitmiyor pitlerde ne mutlu ki. Başından sonuna kusursuz bir yarışı kimse izlemek istemez değil mi?

Pit Lane Walkabout bittiğinde pist görevlisi gençler ellerinde uzunca bir “Please kindly leave pit area” yazan bir yazıyla geliyorlar. Nazikçe “S.ktirin gidin balkonunuzdan izleyin, yarım saat bile gelip böyle dibimizden izleyemeyenler var dorrağım” diyolar yani. Haklılar abi millet biraz daha durup samimiyete girse “Ver bi el de ben çıkarıp takayım lastiği” diyecek. Masamızda homini gırtlak içecek yudumlarken Touring Car yarışı başlıyor. Ben bu kadar alakasız arabaların pistte bulunduğu bi yarış izlemedim ömrümde arkadaş. En önde BMW, Audi türü arabalar var. En arkada adam Clio’yla bunlara meydan okuyor. Kaza yapmadıkça arabalar arasında sıralama mümkün değil değişmez yani. Ama bak Porsche Cup candır, saygımız vardır. Aynı klasmandaki arabaları kastırdığında sonucu pilot yeteneği ve takım stratejisi belirliyor. Formula 1′in çırak sanayisi GP2 de öyle. Dıştan yanmalı egzostlarıyla geleceğin F1 pilotları Renault motorlu, birbirinin aynısı arabalarla kendilerini ön plana çıkarıyorlar. Paddock Club’taki günümüz boyunca bi yandan balkona çıkıp takip ederken, bi yandan içeride ekrandan her yönüyle izliyoruz yarışları. Yarış araları boşluklarda ise Club’ın padoğa bakan arka tarafının balkonunda bi yandan olanı biteni izlerken diğer yandan Formula Garden isimli mekanda cafe ortamında takılıp, simülatörde yarış yapıyoruz. Simülatörü normal insan ebatına göre ayarlamışlar tabii, kilolu olan giremiyor, girse de çıkamıyor. Normal kilolu olan kimileri de öndeki ayak kısmını çıkarabilmek için kıçını kaydırarak çıkmasını beceremediği için içinde kaplumbağa gibi debelenebiliyor. Simülatörde Alonso’yla şerefli bi beşincilik alabildim. Oyun biraz pratik isteyen türden. F1 2006 sanırım.

An gelip sıralama turları vakti çattığında hepimiz balkondayız. Altımızda pit alanları, bi yandan herkes aracını hazırlıyor. Olanı biteni burnunun dibinde yaşamak gerçekten mükemmel. Kulak zarlarını sızlatan yüksek motor sesi, şayet sağır değilseniz bazen üzerinize kulak tıkacı takma isteğini doğuruyor. Start-finiş düzlüğü bu, en yüksek hıza ulaşılan bölge mirim. İçeri girip sonuçlara bakıp, dışarı çıkıp yarışı devamında takip ediyoruz. Vettel’in 2.liği sevindirip, Button’ın 1.liği üzüyor.

Gün boyu 2 Pit Lane Walkabout yapıyoruz ve veda busesi niteliğinde son garaj ziyareti vakti geliyor. Benim kurama BMW gibi sevdiğim takımlardan birinin gelmesine sevindim. BMW görevlisi içeriye almadan önce tercümeye ihtiyaç olup olmadığını soruyor. Biz hayır diyince ingilizce olarak “O zaman test edelim bakalım biliyor musunuz. İçeriye kamera ve fotoğraf mekinesiyle girmek yasaktır.” diyor. Ben hınzırca çıkıştım tabi orda, durur muyum, “Yok yok ben ingilizce anlamıyorum.” dedim ingilizce. “İşine gelmeyince bilmezsin i.neee” demiştir kesin içinden. Bizim ziyaretimizin şanslı yanlarından biri de teknisyenin kasanın içinden BMW’nin direksiyonunu çıkarıp göstermesi ve dokundurmasıydı. KERS butonuna kadar gösterdi. “Kubica öküz gibi olduğu için ona KERS takamıyoruz” dedi. Direksiyonu istedim bi ara, eve götürmek için ama vermedi. Ne istesek gülüp geçiyo anca, çocuğu avut teknisyen bey. BMW içeride pek fazla bişey göstermedi. Bilgisayar odasına soktu, bilgisayarlara baktık, adamlar Windows XP kullanıyo. Ben kendi sistemlerini yazıyorlardır diye düşünürdüm hep.

Sindire sindire 2 gün boyunca yaptığımız padok turları sonucunda backstage maceramız Cumartesi günü bitti. Zati yarış günü de pilotları konsantrasyon ve panik halindeyken oralarda gezmenin tadı pek olmazdı. Öğrendiğim en önemli şey pilotların Cuma günü melek gibi, Cumartesi hafif stresli olduğuydu. Tabi Pazar günü yaklaşsan muhtemelen yumruğu kafana geçiriyodur ama o sırada içlerde olmadığım için işin ehli gibi söyleyemem.

Beklentilerimin o kadar üstünde şeyler yaşayıp gördüm ki, almak için ruhumu şeytana vereceğim 8. tribün bileti sıradan bişeymiş gibi gelmeye başladı. İstanbul Park’ta yarışlarda pek bi çekişme de olmuyo bi de. Düşünün artık Barrichello’nun ön kanadından ufak bi kanat parçası koptu diye millet nası seviniyor. Türkiye Malezya gibi olsa, ortalık yağmurdan bi anda kırılmaya başlasa 8. virajda mükemmel kapışmalar ve kazalar seyrederiz gibime geliyor. Bana kalırsa bu yarışın takvim zamanı değil Haziran. Tam anlamıyla yağdur mevlam su vakitlerinden birine alınmalı. Öyle olduğu vakit seyirci sayısı ve keyif de artacaktır bana kalırsa.

Button kazanıp şampanyayı arkadaşlarının üstüne boca ettiği sırada sonraki gün İzmir’deki sınavıma girmek için Harem garına doğru yola koyuldum. Dönüşte trafik dakikada 0,34 mm ilerlediği için bi ara paniğe büründüm. Otobüsüm saat 20:00′deydi ama İstanbul’un trafiğinin madiğinin nereden patlayacağı bilinir bilinmez bi gerçek. Neyse ki yarış haftasının her anında şansımın yaverliğiyle birlikte yakaladığım dakikliği kendisini burada da gösterdi ve görebileceğim herşeyi görmenin memnuniyeti, beklentilerimin üstündeki deneyimlerimle birlikte İzmir’e doğru yola koyuldum. Zihnime kronolojik sırası yanlış olsa da güzel bi şekilde kazınan yoğun hatıralarla bindim otobüse. Hani insan bazen çok sevdiği bi etkinliğe gittiğinde doymaz, evine dönerken aklındaki çoğu şeyi yapamadığı için oradan ayrılmak istemez ya, ben tam anlamıyla kafamda hayal ettiklerimi, hatta daha fazlasını yaşadığım için belki de hiç bu kadar huzurlu olmamıştım. Hatta bu geçirdiğim haftasonunu, sınıflandırmada “En güzel haftasonum” olarak kabul ettim. Bana bu güzel deneyimi yaşattığı için Bridgestone’a, Yalçın Pembecioğlu‘na, Burcu Şensoy‘a, manyetik kart tedarikçimiz, Motorhome’umuza neşe katan, böyle bi yerde dahi bu denli şen şakrak ve sevimli insanların olabileceğini bana kanıtlayan Aylin ve Deniz Hanım‘a çok teşekkür ediyorum. İstanbul Park’ta yaşanan bu güzel deneyimler daha da güzel şekilde yıllar boyu sizinle yaşanır umarım.

Buraya mezuraların ölçemeyeceği devasalıkta yazılar yazıyorum diye at koşturacak alanım bulunduğunu sanmayın. şimdi galeri sokuşturmaya kalksam zerre parçacığı kadar yer yok. Şurda bi resim havuzumuz var, hep beraber padokta yaşadıklarımızı paylaştık: http://www.flickr.com/groups/bridgestone-f1/

Dipçik not: Resimde Vettel’e abanmış kafa benimkisi.

Yazı bittiğinde “Accept – Neon Knights” çalıyordu.