Some Like it Hot (1959)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Pek çok meşhur filmin adı,izlemesek de geyiklerimizin içinde döner.”Ve Tanrı Kadını Yarattı” bunların en meşhur örneklerinden olsa gerek.İzleyen kişi pek olmasa da genelde herkes o filmde Brigitte Bardot‘un arz-ı endam ettiğini bilir.Keza Some Like it Hot‘ı da bu örneklerin içine sokabilirim diye düşünüyorum.Benim günlük hayatta karşılaştığım kadarıyla yer yer döner “Bazıları Sıcak Sever” geyiği.

Çoğu insanın neyi sıcak sevdiğini bilemem ama mevzubahis filmimizde Tony Curtis‘in neyi sıcak sevdiğini biliyoruz.Geçenlerde bu filmi yatakta izlemeye çalışmıştım.Olacak iş değil.Yatakta izleyeceğime hiç izlemem daha iyi.Sıcacık battaniyenin içinde mayışa mayışa en fazla 30 dakika gidiyor.Ben de kendime küfrettim.Akabinde bi gece vakti kardeşimle oturarak izledim.

Film başladığında ilk olarak mafyanın eğlenceli,gizli kapaklı işlerinden birine tanık oluyoruz.Tabut içinde taşınan içkiler,cenaze evi görünümlü mekanda gizli eğlence yerine götürülüyor.Eski zamanların mafyası da ayrı bi jantiymiş.Hele polis kovalamacasında sürdükleri araba apayrı bi güzellik.O incecik tekerlerle o hızda virajları nasıl dönüyor diye pek şaşırmıyorsunuz.Çünkü görüntünün birkaç kat hızlandırıldığını farketmek pek zor değil.Cenaze evi görünümlü barda,kahve bardağı içinde içilen,kadınların eğlenceli bir şekilde dans ettiği ortamda kameralarımız iki kafadar çalgıcıya yöneliyor.Bu girişten başrolün onlara bahşedildiğini farkediyoruz.Hoş,Tony Curtis‘le Jack Lemmon figüran olacak da ben mi oynayacağım?

Polis baskınından kaçan elemanlarımız bu sefer de mafyanın seri cinayetine tanık olunca,tarlayı tapanı toplayıp delik deşik edilmeden kaçmaları elzem oluyor.Şanslarına kadın orkestrasında bir kontrbas ve saksafon boşluğu buluyorlar ve kadın kılığına girip orkestraya katılıyorlar.İçinde Mariyln Monroe‘nun da bulunduğu trenle ver elini Florida.Kadın kılığında bir erkek olarak bir trenin içinin her yerinde cıvır dolu olduğunu düşünün.Olur olmaz gece içki partilerinde küçücük yatağınıza doluşan,her yerinize değen kadınlar.Niyeti bozmamanız lazım.Çok zor bir deneyim olsa gerek.Bunun ardından Joe (Yoksa Josephine mi desem?) ve Jerry‘nin bir yandan Sugar (Marilyn Monroe) ve k.çlarını mafyadan kurtarmak için kapışmalarına tanık oluyoruz.

Marilyn Monroe’ya dikkat ettim de bayağı etli butlu bir ablamız gibi geldi bana.Yani bıngıl bıngıl sallanıyor etler resmen.Neredeyse her sahnede eğilmesiyle birlikte göğüslerini görmemiz kilo problemini kapatıyor sanırım.Onu efsane yapan şey aptal sarışınlığı olsa gerek.Zira kendisinin güzel bir vücut sahibi olduğunu söyleyemeceğim.Lakin sesi de fena değil gibi.Kiss Me Tiger’ı söyleyiş şekli insanı biraz garip ediyor.

Tony Curtis ve Jack Lemmon gerçekten birbiriyle uyumlu iki başrol oyuncusu olarak mükemmel iş çıkarıyorlar ve duruma göre birbirlerini çok iyi frenleyip dengeliyorlar.Marilyn Monroe da sanırım kendi gibi oynadığı için güzel iş çıkarıyor.Gerçi ne yalan söyliyim,bazı hareketleri aşırı derecede yapay geldi.Filmin pek çok sahnesi insanı gülmekten çatlatır cinsten.Özellikle kadın kılıklı erkeğimiz Daphne’nin yatağına dolan 20 tane kadın yüzünden yaşadığı zor anlar ve Sugar’ın Joe’nun iktidarsızlık sorununu çözmek için defalarca dudağına yapışması.

Eski Yeşilçam zamanlarını zaten biliyorsunuz.Dünya’da tutan her filmin bir Türk uyarlaması yapılırdı illa ki.Some Like it Hot da bu furyadan nasibini almış.Fıstık Gibi Maaşallah‘ta Sadri Alışık‘ın “Ben Erkekim,Ben Erkekim” dediğini hatırlıyorsunuzdur.Eskiden niye sürekli böyle uyduruk kaydırık filmler çekerlerdi anlamış değilim.İlla bişey uyarlayacaksanız en kötüsü Goethe‘nin Faust‘unu serbest bi şekilde uyarlayın.Gerçi onun da b.ku çıktı ama,o zamanlarda biraz daha az uyarlanmıştı yine de.Yeşilçam bitti de ne oldu?Yeşilb.k oldu sinemamız adeta.Şimdi de Amerikan Pastası tadında gençlik filmlerinin ucuz kopyaları türemeye başladı.Hep ticari zihniyetin hükmünden kaynaklanan b.ktanlıklar bunlar.

Ne anlatıyordum nereye saptım?Ama kızmakta da haksız değilim.Ne varsa eski filmlerde var.Herkesin günümüze oranla daha az parayla daha samimi işler çıkardığı zamanların ürünlerinden birisi Some Like it Hot da.Bu yüzden güzel bir komedi izleyip eğlenceli 1-2 saat geçirmek isterseniz pişman olmazsınız.

Yazı bittiğinde “Saltatio Mortis – Nichts Bleibt Mehr” çalıyordu.

Repliktör : Reservoir Dogs

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Mimbazlığa bir gün ara vermişken,en azından benim buralarda yağmurlu başlayan bu güzel Pazar gününde bi klasiğin içine atlamak istedim.Bu aralar -şayet TV izliyorsanız- reklamlarda Madonna‘nın yine yarı cıpcıbır şekilde raks ettiğini görüyorsunuzdur.Artık etler pörsümüş olacak ki,çoğu yeri elbiseyle kapatmışlar.Hey gidi hey,eski Madonna neydi,ekranda bi sevişmediği kalıyordu.Bundan yaklaşık 3 sene önce izlediğim,mükemmel başyapıt Rezervuar Köpekleri‘nden sonra ne zaman Madonna’yı görsem hakkında pek hayırlı şeyler düşünmez oldum.Zira bu mükemmel diyaloglarla bezeli film,başlangıcındaki kahvaltı sohbetiyle en büyük çuvaldızı Madonna’ya batırıyordu.Bir ünlünün bundan daha da rezil kepaze edilebileceğini sanmıyorum.Ama diyaloglar o kadar mantıklı ve komik geliyor ki,Madonna bile Tarantino‘ya edecek laf bulamamıştır eminim.Böyle iflah olmaz bir sinema aşığıyla laf dalaşına girmek,bir ünlünün bulaşması gereken son iş olmalıdır diye düşünüyorum.Şimdilik sadece şu replikleri okumanızı istiyorum.Filmin incelemesi başka bir zaman.Soframızdaki muhabbetin ana teması “Neden Like a Virgin?“.

“Like A Virgin”in konusunu size söyleyeyim:
Şarkı kocaman ç.kü olan bir herifle düzüşen bir kızı anlatıyor.
Bütün şarkı büyük ç.kler hakkında bir mecaz.
Hayır, değil.
Sadece birkaç kere düzülmüş,çok hassas bir kızı anlatıyor.
Sonra günün birinde çok duyarlı biriyle karşılaşıyor..
Has.ktir… Saçmalıklarını git turistlere anlat.
Hikaye duyarlı bir erkekle karşılaşan sevimli bir kızın hikayesi değil.
Bunu “True Blue” konu alıyor.Kimse aksini söyleyemez.
“True Blue” hangisi? – Madonna’nın süper çıkış yapan şarkılarından biri.
Ben bile “True Blue”nun en azından adını biliyorum,hiç pop müziği dinlemediğim halde.
Bak keriz… hiç duymadım demedik heralde..Sadece hangisiydi diye sordum.
Madonna’nın dünyadaki en büyük hayranı olmadığım için özür dilerim.
Madonna’dan nefret ederim.
İlk parçalarını severim,”Lucky Star”, “Borderline”…
Ama “Papa, Don’t Preach” dönemine girdiğinden beri dinleyemez oldum.
Bırakın şimdi bunları.Ne diyeceğimi unutturacaksınız bana.
Bir şey anlatıyordum.Neydi?
Tabi ya,Toby şu Çinli kızdı.
Soyadı neydi? – O elindeki ne?
Eski bir adres defterim. Asırlardır giymediğim bir ceketimin cebinde buldum.
Toby.. Kahrolasıca soyadı neydi? – Neyden bahsediyordum ben?
“True Blue”nun duyarlı bir–
erkek bulan bir kız hakkında…
Fakat “Like A Virgin”in büyük ç.kler hakkında bir mecaz olduğunu söylüyordun.
“Like A Virgin”in konusunu anlatayım size.
Şarkı adeta bir düzüşme makinesi olan bir .mcık hakkında.
Yani sabah, akşam, gece gündüz düzüşüyor…
Bir ç.k daha, bir ç.k daha, bir ç.k daha bir daha, bir daha, bir daha, bir ç.k daha!
Kaç tane ç.k oldu? – Bir hayli.
Bir gün şu John Holmes tiplerinden biriyle karşılaşıyor.
Herif resmen “Kaçış” filmindeki Charles Bronson gibi.
Durmadan tüneller açıyor.
Ve kadın çok uzun zamandır hissetmediği bir şeyi hissediyor: Acı, büyük bir acı.
Chew? Toby Chew? Yo!
Canı yanıyor. Çok acı çekiyor.
Ve bu hayret verici.Düşünsenize, çoktan laçka olmuş bir kuku, daha önce binlerce kez düzüşmüş olmasına rağmen.
Fakat adamımız becerdiğinde, gerçekten acıtıyor.
Tıpkı ilk defada olduğu gibi
Anlıyor musunuz?Acıyı ilk defa hatırlatıyor…
bir düzüşme makinesine bakireliği anımsatıyor.
Bu yüzden parçanın adı “Like A Virgin.”

Dipçik not : Like a Virgin = Bakire gibi
Yazı bittiğinde “Lynyrd Skynyrd – Sweet Home Alabama” çalıyordu.

Mim Part VIII : Mutluluk

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

2 günde 4 mim gelir mi arkadaş?Geliyor işte.Vallaha kendimi “Al lan şunu yaz,aha bunu yazmazsan çaktın olum bu dersten.Noldu lan yazamadın mı yoksa?Boruuuuuu.” diyen olağan bi öğretmenin kompozisyon dersinde gibi hissettim.Böyle olunca ne yazacağım gelmiyor sanki aklıma.DilekssBana mutluluğun 360 derece panoramasını yapar mısın?” demiş.Resmi bile yapılamadı,bizden panoraması bekleniyor,olmaz ki ama.Resime giden ufak birkaç parçayı sunabilirsem görev benim için bitmiş demektir.Bu işler göbek pamuğu satmaya benzeseydi keşke.

Mutluluk çok bireysel bir olgu.Herkese göre değişebilir bir kavram olduğundan kendime tezahür eden kısmından bahsedeceğim biraz.Benim açımdan mutluluk çok anlık şeylerden ibarettir.Uzun vadede pek bişeye sevindiğimi sanmıyorum,zaten öylesini de görmedim.Mesela benim için dün gece en önemli şey,ayaklarımı,kıçımı açıkta bırakmayacak bi battaniye olmasıydı.Evde herkesin kıçını sokacak battaniyesi varken benim yoktu.Döndüm döndüm durdum gece boyu.Halbuki bizim ailede bir Allah’ın kulu 2 kuruş yediğinden içtiğinden arttırıp battaniye alsa bunlarla uğraşmayacaktım.Gerçi o zaman mutluluğa ulaşmak için elimde de bir sebep olmayabilirdi (Mutluluk sebebine bak be ne mütevazi adamım ama.Olsun,ben Garfield kadar uyuşuk bi insanım.Benim için battaniye zaruri bi ihtiyaçtır.).

Pek çok yeniyetmede olduğu gibi bende de mutluluğu içkiden arama dönemi oldu ufaktan.İnsan Metallica gibi zibidilerin yaptığı Frantic tadında kliplere özeniyo tabi.Gerçi orda asıl anlatmak istediği bunun boktan bi döngü olduğu,ama gençlik her kazığı kendine göre yontuyor.Her gece ayrı bi kadın,her gece rakı,viski,mutluluğun en önemli kaynakları gibi gözükse de,sadece dertlerimizi bir süreliğine ertelemekten öteye gitmeyen hobilerdir.Aşktan meşkten bahsetmeyecem,zira aşktan hala hazzetmem.Belli bi dönemde bi tiksinme yaşadım,o gün bugündür aşk üzerine hiç bir düşüncem oluşmadı.Bana sorsanız aşk da dertleri başka güne ertelemekten başka bişey değildir yani.Evlendiğiniz gün,rafa kaldırılan dertler,kadından cırmık,adamdan yumruk olarak mevzubahis kişilere geri döner.Olmadı her akşam kavga.İstersen kadın ruhunu okumuş içmiş kazanova ol,adamı bitirir evlilik.Mutluluğu bu boş işlerde aramamak lazım.

Belki yeni aldığım bi oyun,ya da yeni aldığım dijital bi alet.Hepsi bi süreliğine veriyor mutluluğu.Belli bi aroması var anlayacağınız.Akabinde hepsi bitiyor.Çok geçici ve değişken bişey,bu yüzden de ne resmi ne de panoraması çizilebilecektir.”Ailemle bi odada oturur,kestane çizerim,daha büyük mutluluk mu var bee?” der pek çoğumuz da.Yapmayın efenim,bi ömür (gerçek anlamında) kestane çizerek geçer mi?Bu mu sevindirir seni yani?Gerçi kanaatkar davranmak lazım,bir gün ailemizden çok sevdiğimiz insanlar yok olduğu zaman keşke bi soba başında toplanabilsek de diyebiliriz.Ama dediğim üzere ne olursa olsun,konu aile bile olsa her kavram üzerinde mutluluk en fazla 1 hafta sürüyor.Bir de Edgar Allan Poe’nun yaklaşımıyla irdeleyelim bakalım.


THE HAPPIEST DAY – THE HAPPIEST HOUR

En mutlu gün – en mutlu saat
Kurumuş körelmiş yüreğimin bildiği,
En büyük umutları gücün ve gururun
Hissettiğim, geçip gitti.

Güç mü dedim? Evet öyle düşünmüştüm
Ama yazık! çoktan yitip gitti hepsi
Gençliğimin hayalleri -
Ama boşver şimdi.

Ya gurur, ne yapacağım senle şimdi?
Sakin ol ruhum!
Belki bir diğer baş devralır
Üzerime döktüğün zehri.

En mutlu gün – en mutlu saat
Gözlerimin gördüğü göreceği,
En parlak ışıltısı gücün ve gururun
Hissettiğim:

Ama o zamanlar çektiğim acıyla
Gücün ve gururun umudunu verselerdi,
Yaşamazdım o parlak saati tekrar.

Çünkü onun kanatlarındaydı kara alaşım
Ve çırptıkça – bir öz dökülüyordu
Öldürmeye yeterli
Onu bilen bir ruhu.

Selam olsun Bolu Beyi’ne,selam olsun dolu beyine : y4lcin , şafakotur , ekubio

Mim bittiğinde “Slonovski Bal – Darijeva igra” çalıyordu.

Green Jellÿ – Cereal Killer Soundtrack

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Sinema olayını komediye entegre etmek gerçekten zor zanaat.Yaparsın yapmasına ama,olayın bi dozajı vardır.Esprileri çok bayağı yapsan olmaz,düşük not alırsın.Güzel ama anlaşılması zor yapsan,yüksek puan alır ama yeteri kadar kesime ulaşamazsın.O ince çizgiyi tutturmak gerçekten zor olduğundan olsa gerek,komedi filmleri genelde hep 7′nin altında puan alırlar.Çoğu eski komedi filmi daha yüksek puanlar alırken,günümüzde dejenerasyonun daha da arttığı görülmektedir.

Müzikte de neredeyse bir tabu gibidir komedi.Cıvıtması kolay,herkes cıvıtabilir.Sahnede salak salak hareketler de yapabilirsin pekala.Ama kaç grubun bu komedi içinde cıvıtma davranışı Ajdar’dan öteye gidebilmiştir şu vakte kadar?İşte bi elin parmakları kadar grup var.Onların da pek fazla tanındığı,dinlendiği söylenemez ya.Beatallica bu konuda gerçekten sağlam gruplardandır,Metallica ve Beatles karışımı yaptığı eğlenceli şarkılarla.

Bunlar hazine gibi valla,değerini bilmek lazım.Geçenlerde elime birkaç albüm daha geçtiğinde yine böyle eğlenceli bir grup vardı.Green Jellÿ isminde,geyikliğin sınırlarını zorlayan bir gruptu.Dinledikçe coşum bazlı taşkınlıklara sebep oldum.

Green Jellÿ ilk kurulduğunda ismi Green Jellö‘ymüş.Fakat bu bir marka olduğu için sahibi bu adın 2-3 tane zibidi tarafından kullanılmasını istememiş,”Değiştirin lan,indirtmeyin tokmağı grubunuza” demiş.Grup da ufacık,miniminnacık bir değişiklikle kefal zihniyetli marka sahibini manipule etmiş.Ha Green Jellÿ,ha Green Jellö.Bu arada bu zibidilerin 1981‘de kurulmuş Amerika bandıralı bir grup olduğunu söylemeyi unutmuşum,onu da ekleyeyim.Tür olarak ise Comedy Rock,Heavy Metal ve yer yer punk kullanmaktadırlar.Neredeyse her şarkıda başka bi şarkının ya da başka bi konunun geyiği geçmektedir.Onları bulabilmek için bazen fazladan genel kültür bilgisine sahip olmak gerekebiliyor.

En iyi albümleri 1991 yılında çıkan Cereal Killer Soundtrack olduğu için haliyle bu albümü inceliyorum.İlk parçaları olan Obey the Cowgod‘dan son şarkılarına kadar neredeyse enerji hiç düşmüyor.Hatta 9. şarkıları olan House Me Teenage Rave‘de tansiyonun bayağı arttığını söylemek gerek.Evde bu 9. şarkıyı son ses dinlemeniz durumunda alt ve üst katınızda oturan “Meraklı Melahat” diye tabir ettiğimiz komşular,bütün sokağa “Sizin eve birkaç kadın atıp,bağıra bağıra,bağırttıra bağırttıra düdükleme işlemi“ne tabi tuttuğunuz söylentisini yayabilir.Neyse aldırmamak lazım.Onlar da sağa sola yayacak dedikodu arıyorlar.Zaten başınız bağlı değilse bunun kötü bir söylenti olduğunu sanmıyorum.Ününüz ve bereketiniz artar en fazla.Bunun haricinde Motörhead‘den Ace of Spades ve Metallica‘dan Enter the Sandman gibi bazı şarkılar yer yer melodilerin içine eklenmiş.Ama özellikle şu meşhur 3 küçük domuzcuk hikayesine farklı bir bakış açısıyla yaklaşan Three Little Pigs ve Anarchy in the U.K. şarkısına Wilmaaaaaaaa naralarıyla Flintstones yorumu katan Anarchy in the Bedrock beni benden aldı.

Eğlendim kardeşim işte,bu sefer sırf müzik güzel diye değil,hem güzel hem eğlenceli olduğu için eğlendim.Yeter gari,boğmayın beni hüzünlere.Dünyanın en mutlu adamı olmuşum bi anlığına,çok mu görüyorsunuz?İşin ticari yanını,satamayıp s.çacağınızı düşünmeyi bi kenara bırakın artık.Ayda yılda bir de çıksa böyle eğlenceli şeyler görmek istiyor insan.Yeter b.ku çıktı işin.Her yeri aşk şarkısı bastı.Bu kadar aşk şarkısı dünya batana kadar yeter.Farklı temalara yönelin,mesela albümünüzün konusu “Tabakta kalan son sucuk parçasını kardeşine kaptırmanın verdiği hüzün” ya da “Tabakta kalan son sucuk parçasını kardeşinden önce yemiş olmanın verdiği sevinç” olsun.Absürd olsun,bana bunlarla gelin.İlla herşeyin bi mantığı mı olmak zorunda?Hepinize bir kilo Yeşil Jöle armağan ederken huzurlarınızdan ayrılıyorum.

MUHTEVİYAT : 1.Obey the Cowgod , 2.Three Little Pigs , 3.Cereal Killer , 4.Rock-N-Roll Pumpkin , 5.Anarchy in the Bedrock , 6.Electric Harley House , 7.Trippin on Xtc , 8.Misadventures of Shitman , 9.House Me Teenage rave , 10.Flight of the Skajaquada , 11.Green Jelly Theme Song

Green Jelly – Cereal Killer Soundtrack
Yazı bittiğinde “Lynyrd Skynyrd – Simple Man” çalıyordu.

Mim Part VII : Kitaplarım

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yazın da kendini iyiden iyiye göstermesiyle birlikte,bahar girişinde toprağa atılan mimler,olgunlaşıp elimize düşmeye başladı.Kitaplar ile ilgili düşüncelerimizi aktarmamızı isteyen bu mim ilk olarak Volkan Yılmaz tarafından başlatıldı.İkinci durak olarak Volkan Alabaz‘a uğrayan mim,oradan da beni bir ziyaret etmeyi elzem görmüş.pek sevindim.İki Volkan arasından gelen mime atladım,dileğimi tuttum,böyle mimler pek kerametlidir derler,hadi hayırlısı.Double V Power diye buna demeyeyim de neye diyeyim sevgili okurlar?

Kitap aşkında,ilk okuduğunuz kitabın önemi kesinlikle büyüktür.O ilk deneyiminiz büyük ihtimalle hayatınızın geri kalanında kitaplara bakışınızı etkileyecek bir deneyim olur.Okuldaki öğretmenlerin “Alın bunu okuyun,şunu okuyun” zorlamasıyla olacak iş değil bi kere.İnsanların belli kitapları okumaya zorlanması sebebiyle,lisede okuyan insanların bile kitap okumadığı bi toplum haline geldik.Benim kitap okumam hiç zorlama bi hadise değildi.Dayımla bir gün çıktık.Bana 3 tane kitap aldı.Pal Sokağı Çocukları,Denizler Altında 20000 Fersah ve Küçük Prens.Tabi ki her çocukta olduğu gibi bende de Küçük Prens’in yeri apayrı.30 yaşına da gelsek,50 yaşında da gelsek,her okuduğumuzda farklı tatlar alacağımız bi kitaptı.Tabi böyle bi kitapla okuma kariyerine başlayan bi insanın kitaplardan ve bişeyleri okumaktan uzak kalabileceğini sanmıyorum.Ben bu konuda şanslıydım.Her şeye “Rhhhhhhhhhhnnnnnnnööööööööarrrrrggggggghhhhhhhh” diye yanıt veren bi Chewbacca tadında yaratık olmadım nihayetinde.

2000li yıllara girdik,teknolojilere adapte olduk,hatta içinde boğulduk diye bazıları sanıyor ki,kitapları da bilgisayardan,pdf üzerinden okumaya başlayacağız.Bu görüşe katiyen katılmıyorum.Gelecekte değişmeyecek 3-5 tane alışkanlık varsa,onlardan biri de kitabı eline alıp,dokunarak okumaktır.İlla ki o kitabı insanın hissetmesi,o kağıt kokusunu içine çekmesi gerekiyor.Allah sizi inandırsın,severek okuduğum dergileri internette pdf formatında okuyamıyorum.O istek gelmiyor yani.İnternet pek çok şeyi karmaşıklaştırabilir,ama pek çok şeyi de basite indirgediği aşikar.Düşünsenize tuvalette klozetin üstünde okuduğunuz kitabın,derginin tadını masaüstünüzde bilgisayarınızda okuduğunuz b.ktan pdf verebilir mi?Bana günlerdir çıkmasını beklediğim bi kitabı internet üzerinden beleşe sunsunlar,vallahi okumam.Parası neyse alırım.

Okuduğum güzel kitaplardan da birkaç tane saymam gerekirse,Amerika’nın ormanda 1 milyon muhalif gücünde muzır adamı Michael Moore‘un Aptal Beyaz Adamlar ve Hey Ahbap,Memleketim Nerede?,Edgar Allan Poe‘nun Şiirler kitabı,Vedat Özdemiroğlu‘nun Selam Dünyalı,Ben Türküm,Susanna Tamaro‘nun Aklı Bir Karış Havada‘sı gibi isimleri sayabilirim.Bu aralar da Stephen King‘in Karanlık Öyküler kitabını okuyorum.Bir de Almanca’mı unutmamak için Madame Bovary‘nin Almanca versiyonunu okuyorum.

Selam olsun Bolu Beyi’ne,selam olsun dolu beyine : Beyn , nominal , biyonikkedi , pudra

Mim bittiğinde “Frank Zappa – Dirty Love” çalıyordu.