‘ Müzik ’ Mevzubahis Arşivi

Barak Havası?

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Başlığı gördüğünüz an beyninize iliştiğini hissettiğiniz 100 parmak darbesinin nöronlarınızı coşturum etkisiyle konunun Barack Obama ile bi bağlantısı olduğunu, başlıkta yazım yanlışı olduğunu veyahut da ihtimaller dahilinde bir Obama hicvi olduğunu düşünebilir – sanabilirsiniz. Fakat kabul edin, sizi ormandaki 10 Prison Break şaşırtıcılığında ters köşeye yatırdım. Siz diğer konuya doğru yönlenirken “Bir Amerikan Başkanı olarak Obama“yla ilgili 1-2 fikrimi belirtmek isterim. Dünya küreselleşiyor diyorlar lan, küreselleşme mi kalmış allasen sevgili okur? Dünya yusyuvarlak, tostoparlak bişey olmuş. İnsanlar zaten hep öyleydi de, globallaşım evresinde pek de kasıntıya maruz kalmadılar. Bakınız, dünyanın diğer ucundaki insanlar Obama’nın gelmesine, Amerika’lılardan bile daha fazla seviniyor. Amerika cidden de tek başına dünya gibi bişey. Ya da dünyanın diğer ülkelerinin Amerika’nın kasabası, köyü, ilçesi olduğunu söylesem yalan olmaz. Ülkelerinin bayraklarını da şöyle değiştirmeleri lazım. United States of Earth. Kulağa güzel geliyor vallaha. Bi de bundan önce ne kadar beyaz adam varsa (Clinton hariç) cinsel hayattaki iktidarsızlığının acısını masum sivillerden çıkarıyordu. Bu garip bi olgudur, ama maalesef öyle. Ç.kü büyük olan, Clinton gibi saksafonlarla uğraşırken, küçük olan ise iktidar savaşını insanların kanını, canını alarak verir. Bana göre vücudun ırzına geçmek, ruhların ırzına geçmekten çok çok iyidir. Babafingosu küçük olan zenci ne gördüm, ne de duydum. Bu da demektir ki Obama iktidar süresince daha adam akıllı işlerle uğraşacak. Kendini daha bi maneviyata verecek. Dünya bu adamın iktidarının gücüne bakıyor şimdi, zaman neler gösterir bilinmez. Barack Obama o dalgayla büyük ihtimalle “Amerikan Rüyasıtabirini daha ileri bir seviyeye taşıyarak Amerikan Fantezisi, Amerikan Derin Boğazı” haline getirecek. 50′sinden sonra yapamaz demeyin, kütür kütür de yapar.

Ne yalan söyliyim Barack Obama benim açımdan hiç de hayırlara vesile olmadı. Evet, birazdan anlatacağım konunun başkanın isminden serbest çağrışımla aklıma geldiğini söyleyebilirim. Ama ne yazık ki geçmişle yüzleştiğimde bu çağrışım beni Ay’ın karanlık yüzüne doğru götürdü, ama bileti “One Way” olarak verdiği için yaban ellerde kaldım da dönendim durdum. Bu müzik türünü ilk dinlediğimde zihnimde yakın zamanlardan bi film afişi canlandı. Bu film sinemada oynamıştı ama şu an aklıma ne yazık ki gelmiyor. Niye gelmediğini de söyleyeceğim. Afişte “Bazı sesler vardır, duymak istemeyeceğiniz.” yazıyordu. Be gerizekalı Hollywood ahalisi, sorarım size, hangi Ademoğlu/Havvakızı duymak istemeyeceği bir sesi duymak üzere sinemaya tiko 20 kağıt bayılır? İnsanlarımız duymak istediği sesleri bile mp3le indirirken bu halkımıza reva mıdır? Şayet mevzubahis film dünya çapında da aynı sloganla gösterildiyse gişede 2-3 yapmıştır. Yanlış anlamayın sevgili okurlar. Milyon değil, tane.

Ama şundan emin olmanızı isterdim. Şayet insanları duymak istemeyecği bi sesle tehdit edip onca emekle çektiğim filmden uzak tutmak isteseydim filmin soundtracklerini ve efektlerini komple Barak Havasından oluştururdum. Şu sanatçı veya bu şarkıcı diyip spesifik zorlamalarda bulunmuyorum dikkat ederseniz. Genel olarak Barak Havası diyorum. Ne müzikler dinledim, ne türler duydum ama ruhum üzerine yemin ederim ki böyle ıstıraplı, böyle sayko bişey görmedim ve tahmin edeceğiniz üzere tamamen Türk mamulü.

Tanışma hikayemizi anlatayım. Delinin deliyi bulması dakikayı almaz ya hani, o yüzden etrafımdaki insanlar da ekseriyetle benim gibi manyak oluyorlar. İlla ki bi yerlerinden bi manyaklık çıktı çıkacak. Korkuyorum yani, yaklaşamıyorum. Macera filmi gibi, bi atraksiyon bitmeden diğeri başlıyor. Hatta bi yerden sonra tanımadığım insanlara da sanki benden bişeyler bulaşıyor. Mesela bu sabah arabayla dükkana doğru giderken bi motosiklet üzerinde yobaz sakal modelli bi adam gördüm. Adam motosikleti tek elle sürüp, diğer elini de dizinin yanından uzatmış, göstere göstere tespih çekiyordu. “Hay senin sakalını s.keyim emmi” dedim. İbadetin de bu kadar gösterişi olmaz artık. Herif bi yandan Scooter sürüp bi yandan günlük tapınma ihtiyacını karşılıyor. Bundan daha havalı bi ibadet şekli de altında Amerikan denyolarının bolca rağbet ettiği motosiklet türü Chopper ile tespih çekme olurdu sanırım. İşte yurdum insanı böyle, hep bi patlama halinde. İnternette o kadar şey görüp, ağzım açılıp, g.tüm tavana vursa dahi, sokaklara çıktığım zaman internet mizahını bile kat be kat katlayan adamlar görüyorum.

Dükkandaki eleman da Barak Havası çok severmiş. “Limewire’dan bi Barak Havası indir de kendime geleyim.” dediydi. İsminin cinsel uzuv çağrışımı taşıması sebebiyle muzır bi çocuk ruhuyla indirdim tabi ki. Lakin müziği açtığımda işin rengi acayip bi şekilde değişti. Ağır tempoda giden bi bağlama solosundan sonra solistimiz müziğe böğürerek giriyordu. Öyle hızlı bi şekilde böğürüyor ki anlamak için kulağınızı hoparlörün deliklerinin içine sokup o basınçla gelen bütün tozları yiyip, sonra kulağınızı yıkattıktan sonra tekrar aynı yere dayamanız gerekiyor : “Amaan ben öldüüüüüm oy oy, ölesin geliiiiin, mezarlara düşesiiiiin, kimse ziyaret etmesiiiiiin, aman Muhammet Muhammet oy oy, kimse gelmesiiiiin dertleeer bulasııııın, kör olasıııın.”

Önüme 100 tane Adana kabadayısı dizilip dövse daha az ürkerdim. Ya da ne biliyim gaspçı gelip cüzdanımı telefonumu istese verir, kurtulurdum. Bu, ruhumun derinliklerine işledi. Sırf beddua ve anlaşılmaz böğürtülerden oluşan müzik nasıl bi saykoluktur böyle? Bana herhangi bi Türkçe müzik türü söyleyin, onu alıp yaklaşık olarak benzer bi metal veya rock alt türüyle eşleştirebilirim. Doom Metal mesela Arabesk’in gavur versiyonu, ikisinde ayrı bi keder hali ve isyan türünde lirikler var. Blues’u da arabeske benzetebiliriz. sonuçta ikisi de ezilenlerin, varoşların müziği olarak kabul edilebilir. Arka plandaki çalgıları yavaş planda giden ve solisti son derece yüksek sesle, t*şakları g.tüne kaçarcasına beddua eden bir tür? Caniliğin ve ruh hastalığının son aşaması olmuş dejenere Grind-gore türüyle dahi eş tutamıyorum. Sonuçta Grind-gore her yönüyle hayvan gibi olan, ve bunu düstur olarak insanlara skerte bağırta kabul ettiren bi tür. Lakin gelgelelim Barak Havası’na, ağır müzik temposu ve saniyede 1000 beddua edebilen yüksek kapasiteli şarkıcılarıyla son derece evlerden ırak olası bi tür. Gaziantep’in Barak Ovalarından çıkmış sanırım. Ben böyle çorak topraklardan çıkmış müziğin hanuna goyim afedersiniz ama. Hani sorunları olan adamlar başkalarıyla uğraşırmış ya, bu da o hesap. Tarlalardan, ovalardan hasatları alamayan köylü, gelin-kaynana, akraba ve kendisi de dahil ne kadar canlı varsa hepsine beddua etmeyi uygun bulmuş.

Hiçbirinizi bu zihinsel ve ruhsal çöküntüye müdahil olmaya zorlamıyorum. Ama biliyorsunuz ki, artık işin içindesiniz ve illa ki aşağıya koyduğum müzikle taze (Ne kadar taze olduğu tartışılır) bir başlangıç yapacaksınız. Yeni bir şey keşfetmenin heyecanıyla belki, belki de dünyadaki tüm türlere vakıf olma adına bi girişim olacak bu, ama dinlediğiniz ve işitme organınızın olduğu güne lanet edeceksiniz. Resmen rakı gibi lan. Hani elin gavuru votkayı viskiyi içer de sert içki sanır, sonra rakıda afallar ya, bu da Grind-gore’un üstüne öyle bi duş etkisi yapıyor. İlla dinleyecekseniz ya açık havada ya da gerizekalı emoların uğrak yeri olan Starbucks türü yerlerde dinleyin. Zira, bu türün bulunduğu ortamdan bi daha uğramamak üzere beti bereketi kaçırdığına emin olabilirsiniz. Dünya çapında modern savaş çanları çalarken daha yeni yeni keşfedilen bu hava türünün birincil kitle imha silahı olacağı görüşündeyim, ki atom bombasından bile daha uzun süre etkili. Ayrıca herkes Barack’a oyları güvenip verdi. Amerika’ya ne kadar iyi adam getirirsen getir, bi yerden sonra şerefsizleşir ya, inşallah gün gelir de halkı bu türkülerle inletmez. Piyasalarda Barak Havası esmişmiş. Göreceksiniz Barak Havası’nı.

Yazı bittiğinde “Kocani Orkestar – Eleno Mome” çalıyordu.

Metallica – Death Magnetic (2008)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Evet sevgili okurlar, bundan gayri deliprofesor.com‘da yeni bir döneme geçmiş bulunuyoruz. 2 önceki yazımda tembelliğimden ötürü, bana belden aşağı sözlerle onur zedeleme bazında devinimde bulunan sevgili Buzcevheri‘ne teşekkürü bir borç biliyorum. Geçen System of a Down yazımdan önce “Kuşu kalkmaz, kuşu kuşu kalkmaz.” sözleriyle enzim görevi görerek beni yazı yazma isimli tepkimeye iten Buzcevheri’nden sonra dün de Kabakmeltemi‘nin nazikçe yazı isteğiyle bu girdiye dokunmaya başladım. Girdiye dokundukça, deniz kumundan yapıldığını farkettim, zira çok çabuk aşınıyordu. Ben de gidip derhal çimento katkısı yaptım. Görüldüğü üzere Buzcevheri hocam, bir insana Kabakmeltemi’nin yaptığı gibi tatlı dille de yazı yazdırılabiliyor. Bir Rottweiler’ı kan içirerek dövüştürmekle, okşayarak dövüştürmek aynı olmaz bittabi. Lakin mühim olan iyi niyet değil midir? Çok zehir zembereksiniz hocam, gorkuyorum. Blog, vurdurarak çalışan araba kıvamına geldi yalnız. Sağdan soldan bi iki el atıp iten olmazsa çalışmıyor gibi. Tabi bi okur Biyodizel katarken, diğeri nitro katabiliyor.

Yaklaşık 2 yıldır Metallica albüm çıkardı/çıkaracak safsatasını sürekli tekerrür halinde dalga dalga duyuyorum. Metallica’ya azıcık ilginiz varsa siz de benim kadar duymuşsunuzdur. St. Anger‘daki hayal kırıklığının üzerine açıkcası pek de heyecan uyandıramıyorlardı bende. Hele ki o “Bakın zor durumdayız, bu albümü böyle b.ktan çıkardık ama bi sebebi vardı.” manasına gelen Some Kind of Monster belgeselleri, bende o Metallica’nın kusursuz stüdyo, eğlence dolu garaj hayatı fantezisini sarsmıştı. Tabi ki bu denli önemli bi stüdyo sürecinde anlaşmazlık olmamasını düşünemeyiz ama esas kurucu 2 oğlan Lars ve James neredeyse kanlı bıçaklı düşman gibiydi. Nedir yani kardeşim, sonuçta bu bir zevk, bi keyif işi olmalı. Size eziyet haline geldiyse, dinleyicilere de o yırtılıp giden sesle, boğulup giden çalgılarla eziyet yaparsınız, kendinize acıttırırsınız. Terapi özelliğini müzik değil de, kel ve gözlüklü standart bir terapistin uyduruk kaydırık telkinleri taşıyorsa harbiden yapmayın bu işi.

Elindeki tek hata yapma kredisini St. Anger’da James’in psikolojik manyaklığı sebebiyle harcayan Metallica, bu sefer elinde resmi bir albüm çıkış tarihiyle (12 Eylül Cuma) ve tüm dinleyicilere yeni bir sayfa açma vaadiyle geliyor. Artık garaj hayatında anlaşamayacak kadar değiştiklerini düşündükleri için de, turneleri sırasında seyircilerinden aldıkları enerjiyle hazırladıkları bir albüm bu. Belki de sırf bu yüzden içimde bir umut doğurdular.

Nedendir anlamadım ama, bu umutları periyodik olarak parçaladılar da 1 yıllık bir süreç içerisinde. “Bakın biz bişeyler yapıyoruz, bekliyorsunuz ama g.t göbek büyütmüyoruz.” deme amaçlı üretim esnasındaki şarkı demolarını gönderdiler internetten. Ya da birileri yürütüp yaydı, pek de merak etmedim esasında. İlk çıkan demonun adı “Death is not the End“di. İsmi resmen bi teselli niteliğinde olan, olayı kaderciliğe bağlayan Metallica şarkısı, “Biz öldük, bizden bi cacık olmaz, ama siz bizi eski şarkılarımızla yaşatınız.” diyordu resmen. Tam anlamıyla bir garabetti. Ondan sonra piyasaya düşen 2 demosu da bundan farklı bir tat vermedi.

Sesi aşırı benzer birileri t.şak geçiyor diye düşündüm (Jaymz Lennfield?). Çünkü St. Anger’dan bile kontrolsüz öfkeli dandiklikteydi bu şarkılar. Bu denli kötü şarkıların üstüne 12 şarkılık bir demoları daha çıktı yaklaşık 20 gün önce. Ben tabi büyük bi hevesle yeni çıkacak albümdeki şarkıların oturmamış hali gibi düşünerek indirdim. Metallica’nın eski thrash metal tarzını düşünün, ama burda yapamıyorlar. Özgün bir kalıp yok yani. 12 şarkının ritmleri o kadar benzer ki, tek parça berbat bir şarkı dinlemiş gibi hissediyorsunuz. Alelade bir thrash metal grubundan daha da sıradan gibi. Tamamiyle trash bi demoydu anlayacağınız (Tıraş thrash). Her albümün ilk dinlemede aynı zevki vermeyeceğini düşünerek 2 değil, 3 değil, tam 4 defa bu eziyete katlandım, doğru dürüst bişeyler dinlemekten mahrum oldum. Ama bir şarkı bile kendini sürekli dinletecek kadar güzel değildi. Cidden kendilerini bu denli imha etmeye çalışmalarını anlayamamıştım. Perşembe, sinyallerini Çarşamba’dan hazırladı mıydıydı yoksa? Lars’ın çapulcu görünümlü babasının da benim gibi düşündüğüme eminim.

Uzun sakallı, hint fukarası tipli Lars’ın babası hakikaten ağır kelamlarda bulunmuş olacak ki, yeni albümde sunacakları, internete düşen son şarkıları “The Day that Never Comes” apayrı geldi bana. Girişinden, sonuna kadar çok yoğun kompozisyonları, tıpkı eski zamanlarda yaptığı gibi sunuyordu. O eski lezzet fazlasıyla vardı yani. O an anladım ki, üstüste bu kadar dandik şarkıları, dinleyicilerin beklentisini düşürme amacıyla sunuyorlardı. Lisede okuyan bir çocuk sınava girmeden sürekli ebeveynlerine 1 alacağım der, zayıf aldıktan sonra daha ufak bir öfkeli tepkiyle karşılaşır ya, belki de Metallica böyle bişey yapmak istemişti. O iğrenç şarkılarla kulak zarlarıma kısa devre yaptırıp, “Ulan bari, bu kadar berbat olmasın” dedirterek çıtamı düşürtmüştü belki de. Emin değilim ama bu yüzden hoşuma gitmiş olabilir mi diye düşünmüyor değilim. O kadar prodüktörü, organizatörü boşuna eşşek yüküyle para almıyor. İnsanlara bişeyleri nasıl satacaklarını çok iyi biliyorlar. Ama açıklanan şarkı listesinde “Unforgiven III” de var. Buna deli cesareti demek mümkün olmamalı. Çünkü o şarkı diğer Unforgiven’ların standardının altında olduğu an groupieler dahil grubu elinde meşalelerle cadı avındaki gibi kovalayıp cızır cızır yakacaklardır. Bu yüzden “Deli cesareti” değil de, yapılan albüme güven olarak algılıyorum bu hareketi.


Kaç yıllık grup lan, metalin kitabını yazmasa da zamanında çok iyi işler çıkardı. Eğer bu albüm de zorlamaysa, gerçekten artık bu işi para için yaptıklarına inanacağım. Albüm beğenilirse amenna, lakin yine garabetse, hiç belgesel melgesel yapıp, kendilerini acındırıp bi de ordan para cukkalamasınlar, bu işi bırakıp gitsinler. Tarih bütün grupları taşıyamayacak kadar şişti, Vikipedi veritabanı da. Dinleyecek grup çok, açarım Motörhead‘imi dinlerim. Hatta şu an kendimi hazırladım, dinliyorum. Siz de linkten demoyu indirip dinleyin bakayım, ben mi çok sinamekiyim yoksa?

Download Death Magnetic Demo (Pre release)

Ek-1 : Üstad Buzcevheri (Yurttaş Kane gibi oldu yalnız) yorumda bahsettikten sonra gördüm. Metallica bu yazımı yazdıktan sonra My Apocalypse isimli diğer singılını da sunmuş. Beklentilerim düştüğünden mi bilmiyorum ama yine o kadar kötü gelmedi bana. Yani orta halli diyelim. “Ooof koparmışlar babaaa. Metallica yine tarzını konuşturmuuş.” diyecek bişey yok. Kısacası The Day That Never Comes: 1 – My Apocalypse: 0,5 (Torunlarımıza anlatabileceğimiz güzel bi Unforgiven üçlemesi olsun yeter) (Siz bana inanmayın, Metallicaseverler üstüme çullanmasın diye böyle iyimser davranıyorum nıahahahaha.)


Ek-2 (03.09.2008) : B.ku püsürü tekrar tekrar farklı başlıklardan yayınlamayı sevmeyen bi tabiata sahip olduğumdan ötürü resmi çıkış tarihinden 9 gün önce çıkan gerçek albümü küçücük bir ek ile takdim ederim. Oradan oraya koşturmaktan doğru dürüst dinlemeye fırsat bulamasam da “Creeping Death” ile “Some Kind of Monster“ın birleşiminden The End of Line‘ın çıktığını ilk dinleyişte anlamayacak kadar salak değilim. Babalar, ilk günlere dönün dedik demesine de, şarkıyı aynen kopyalayın demedik ki. Herkesin merakla beklediği Unforgiven III‘e gelince günümüz bazı Heavy Metal gruplarının senfoni olaylarından etkilenmiş bir havası var. Dandik değil, ama Unforgiven payesine erişecek kadar iyi değil. Unforgiven serisi için “2-3 dinlemede güzelliği anlaşılır” gibi bir tabir olmamıştır hiçbir zaman. İlk dinlenişte alıp götürmüştür. Ama bu şarkı öyle değil, donuk, sönük, tutkusuz. Bazı şarkılar da belli dinleme tekrarından sonra tat verebilir. Heavy/Thrash metal piyasasında binlerce güzel albüm varken de kim bu albümü 3 kereden fazla dinler bilmiyorum.

Motörhead’in şu an çalan şarkısı belki de Metallica’nın geleceği için bir mesaj olabilir. Buried Alive diyor babalar. Mümkündür. Bu arada albüm kapağı kolpa olabilir, o kadar da araştırmadım.

I’m Genocide Mixed With Turkish Lies

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yapılan iş her ne olursa olsun, bir şekilde içine kişisel öfkenizi ve para hırsınızı boca ettiğiniz vakit iğrenç bir hal alıyor. Bunun öyle bi yal olduğunu düşünün ki, köpeklere verseniz dahi yemezler, veyahut domuzlara. Günümüzde insanların ellerinde tuttukları kürdanların bile reklam zekasıyla bir şekilde propaganda aracı haline geldiğini düşündüğümüzde içinde bulunduğumuz ortamın ne kadar ürkünç olduğunu anlayabiliyoruz. Herkes sesini duyurmak amacında, ama mantıklı konuşma derdinde değil. Bu sadece sesini yüksek çıkaranın duyurabileceği bir zamanda yaşamamızın sonucu sanırım.

Propaganda malzemesi olarak doğru şekilde kullanıldığında ceplerdeki şişkinliği en çok arttıran olaylardan biri de savaşlar tabi. Arka planda milyarlarca dolarlık silah satışlarının döndüğü bu sektörde (Evet, sektörden başka bi kelimeyi uygun bulamıyorum) sadece silah satanların parayı cukkalamadığını hepimiz biliyoruz. Her savaş çıktığında birkaç samimiyeti şüpheli müzik grubu çıkar ve savaşa karşı bir iki alengirli kelamla sömürülmeye, dinlediği şeye inanmaya hazır insanları söğüşlerler.

Sakın Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi gibi işini gerçekten içten yapan gruplara yüklendiğimi düşünmeyin. Zira onların özlemi her daim barıştı. Eski zamanlardaki kulağı kesik gruplarda samimiyetsizlik vuku bulduğunda o zamanın duyarlı rock dinleyicisi prim vermezdi zaten. Lakin şu an dünya kış uykusuna yatmış bir ayı kadar duyarsız ve umarsız. Her ülkede Irak Savaşı vaktinde belli başlı sahtekar müzisyenler parsaları topladı, hala da toplar. Kimileri müzik tarzını değiştirirken, kimileri sonradan peyda oldu. Mesela ülkemizdeki bu iğrenç savaş samimiyetsizliğinin simgesi de Mor ve Ötesi olmuştu o zaman. “Hedefini al, piyasanı al.” diyerek öfkesini şarkı ile böğürmek isteyen kitlenin ceplerindekini ve vicdanlarındakini bi güzel boşalttılar. O zaman da az kişi farkında oldu, şu an da öyle.

Şu an yine birileri postal seslerinin gümbürtüsünün, silahlarının uğultusunun yükselmesini bekliyor, çakal gibi. U2′nin folloş olmuş Bono’su gibi herkes bi şekilde yapmacık barış dolu dünya isteklerini yine savuracak. Onların aralarındaki samimi kitle ise ne yazık ki sömürülecek veya sesini duyuramayacak. Rusya ile Gürcistan birbirini yedikçe, savaş ittifak cephelerine sıçrayıp büyüdükçe kimi ülkeler kendini silah satışlarıyla ihya ederken, kimi şarkıcılar da “Dünya Yalan Söylüyor” şeklinde vatan millet Sakarya üçlemesini çekecek.

Sanatçılar tek koldan mı yer paraları peki? Tabi ki yemez, yetmez. Bu çakalların da alt kolları var kendi aralarında şekillenen. Mesela Björk gibi şuursuzlar konserine gittiği ülkelerin diplomatik durumundan bihaberken bile sahnesinde durduğu ülkeyi umulmadık bir anda yerebilir. Free Tibet diye bağırması onun için tabi ki kolay. Mühim olan, eğer bu gerçekten inandığın bir düşünceyse, seni parçalamaya niyetli binlerce insanın içinde arkandaki korumana güvenmeden bağırabilmek. Hatırlarsınız, kısa bi süre önce Türkiye’ye de gelmişti. Nobel ödüllü vatandaşımızın bile ülkemizi yerdiğini görüp, acımış olacak ki, Free Kurdistan, Free Armenia, Give East to USA şeklinde kombinasyonlar yapmadan gitti.

Böyle şarkıcılara acayip özeniyorum. Her ülkeye lazım. Tam anlamıyla kitle imha silahı özelliği görebiliyor çünkü Björk gibileri tek başına. Hele hele son zamanların yükselen değeri System of a Down düşman başına bile istenmeyecek türden. İşte bizim bahtsız bedeviliğimiz de bu derece. Nerede kendi branşında zirvede adam varsa, Türkiye’ye tek başına savaş açıyor. Hani diyecem ki, “Ulan biz de bi tane böyle şarkıcı yetiştirip Ermenistan’ın, Yunanistan’ın başına atalım.” Ama Vehbi’nin Kerrakesi o şekilde işlemiyo ki. İki dirhem meşhur olan adam, “Ben ülkede yaşayamam baba yaaa, bu ülkeye fazlayım, beni anlamıyorlar, yaşam şartları kötü, bok gibi ülke lan bu.” ayaklarına giriyor. Zaten o yüzden olimpiyatlarda hiç altın madalya çıkaramadığımıza seviniyorum. Michael Phelps‘e de üzülüyorum. Adamın ruhunda mütevazilik olsa dahi kanı bozuk Amerika kansız yapar koyar onu. Rusya’nın başına bela eder. Torpido gibi sahilden koyar da geçer Speedo LZR mayosuyla.

Her neyse efenim System of a Down safkan Ermeni’lerle oluşan kadrosuyla piyasaya ilk düştüğünde “Köpekler ve Türkler giremez” isimli sahne efsanesiyle yayılmıştı müzik severlerin kulağına. Tabi bu bana Ozzy Osbourne’un civciv ezme efsanesi kadar tıraş ve tırt bi söylem gibi geliyordu. Meğersem bu herifler harbiden bu denli naneler yiyormuş. Bu durumdan da Mesmerize/Hypnotize isimli albüm silsilesinin 2.si Hypnotize’daki Holy Mountains şarkısını dinlerken emin olmuştum. O anki şok hala aklımdadır. Onlar Türklere “Katiller, i.neler, Aras’a geri dönün” dedikleri an beynim zangır zangır zonkladı. Kendi halimde bireysel olarak epeyce küfrettim küfretmesine ama onlar kitlelere çoktan benimsetmişti bu şarkıyı. O andan itibaren de son derece bağımlısı olduğum System of a Down’ı dinlemeyi zorla da olsa bıraktım.

Bu cacıkların yakın zamanlarda solucan gibi birkaç parçaya bölünüp müzik hayatlarına devam ettiğini biliyordum ama aynı şekilde müziği propagandalarına alet edeceklerini düşünmezdim. Yine de herkese karşı paranoya duyması gereken bi Türk vatandaşı olarak, şayet propaganda yapıldıysa, üzerime düşeni yapmak, yani bolca küfür savurup, ana avrat düz gitmek amacıyla Daron Malakian ve John Dolmayan‘ın kurduğu Scars on Broadway grubunun aynı isimli albümünü indirdim. Bu sefer de Japon motifiyle bezenmiş Exploding/Reloading şarkısı beynimi nöronlarını skertti. Yine soykırım siyaseti yapıp, Türklere yine yalancı diyorlardı. “Oh, en azından bu sefer i.ne dememişler bize.” dedim. Yok lan tabi ki öyle demedim. Şu an pişman da olsam, o anki sinirle Youtube videolarının altına yazılan küfür dozajında kalayı bastım şarkının Last.fm’deki sayfasına.

Daron’la John’a verebileceğim son şans da bu şekilde heba oldu gitti. Halbuki ben cidden isterdim ki, böyle mükemmel tınılar çıkaran Ermeni bi grupla geçmiş muhasebesini kapatalım, yılda bi kere konserimize gelsinler, yan yana bayraklarımızı açıp tek ağızdan şarkı söyleyelim. Ama iki ülke de bazı şeyleri kabullenmek için gerçekten çok ilkel. Mazide kaldığımız sürece de birbirimizi paralayıp duracağız bu şekilde yıllarca. Lan keşke Dünya tek parça olaydı. Sen, ben olmayaydı, biz olaydık. En azından bu denli toprak hırsı olmayaydı.

Mecburen gururuma yediremeyerek, bu albümü ve grubu da kenara atmak zorunda kaldım haliyle. Ama System of a Down kökenli elemanların elinde öyle bi yetenek var ki, en az bir insanın sigarayı bırakırken harcadığı kadar efor sarfetmeniz gerekiyor. Bu sefer irademe sahip çıkamadım zaten. O güzel kelime oyunlarıyla süslenmiş, orjinal tekerleme tadında tınıları küfrede küfrede dinledim. Onuruma ihanet ettiğim için bi yandan da kendime küfrettim. Sevgilisi tarafından sürekli küfüre, dayağa maruz kalıp da hala ondan ayrılamayan kadınlar gibi dımdızlak hissettim kendimi. Küfrede küfrede yapılan 4 albüm dinleme tekrarından sonra kendimi Scars on Broadway’i de bırakabilecek mertebede buldum. Gerek Holy Mountains, gerek Exploding/Reloading o kadar güzel melodilere sahipti ki, başka şeyler anlatsa defalarca dinlenirdi.

Olup olmadığı belli olmayan şeyleri müziği üzerinden satıp, müziğini olup olmadığı belli olmayan şeyler üzerinden satan herkese karşı öfkeliyim. Eğlenme amacıyla dinlediğim şu değerli melodileri bile kirlettikleri için. Hani bu lavukların Türkiye’ye gelmelerine ihtimal vermeyenler var ya, aha şuraya yazıyorum, elden ayaktan düştükleri vakit gelecekler. “Ben yaptıkları müziğe önem veririm” diyen g.t kafalı kitle de bu aleyhimize yapılan propagandaları yalayıp yutacak. Hatta sahnedeki elemanları, camide namaz kılan Ahmedinecad’ı öpmeye çalışan yeşil sermaye mensubu kitlenin yaptığı gibi sevgiyle karşılayacaklar. Hatta bakarsınız Björk’ün yapamadığını biz yapıp System of a Down’la kol kola Give Turkey to Armenia diye bağırırız kim bilir? “Fuck Me Jesus” diye g.tünü yırtan anti müslim, anti christ, aslında anti herşey olan dengesiz-bi nevi nihilist grup Marduk bile Türkiye’ye geldikten sonra ne olacak? Bu ülke ne dumurlar yaşadı.

Bi tane çok meşhur olup da ülkesine b.k atmayan, hatta bolca öven adam var, onu da kimse sklemiyor zaten. “I Kiss You” diye diye barış tohumcukları yayarak nereye kadar zaten hacı? İnternet Mahir‘den bahsediyorum. Aslında bu herifi Pavlov’un köpeği yönteminin daha gelişmişiyle düşmanımız olan ülkelere karşı düşman olarak şartlasak hepsini devirir geçer gibime geliyor. Zaten deve gibi adam, al koskoca Ermenistan’ı gölgesine koy. Vallaha vatani hizmet herşeyden üstündür. We are the world, we are the children.

Ulan yeter be, vallahi şu sıcak yüzünden “Ay poliiis, gözü kör olmayasıcalar, aaaay itfaiyeeee yetişin ayoooool, yanıyorum gözünüz kör olmasın.” diye bağıracağım balkondan nonoşlar gibi.

Nightingale – White Darkness (2007)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Earl: Hani tüm hayatı boyunca kötülükten
başka bir şey yapmayıp bir de “Benim hayatım niye böyle berbat?”
diyen adamları bilir misiniz?

Ben: Bilirim Earl Abi.

Earl: Peki tüm hayatı boyunca suya sabuna dokunmamış, nötralize-pasivize bi şekilde yaşayıp da, ondan sonra “Niye benim başıma iyi ya da kötü hiçbir şey gelmiyor?” diyen adamları bilir misiniz?

Ben: Bilmem mi Earl Abi. Böyle herifler kişiliksiz, kaypak, nereye çeksen oraya kayan, karakteri oturmamış adamlardır. Seçimlerde git bu adama bi tane pilav ver, 10 yıl boyunca sana köle olur. Kötü adamlar bile bu tiplerden daha iyidir. En azından belli bi felsefesi, hayat görüşü vardır kötü adamların. “Search and Destroy” yegane mottolarıdır. Bak mesela Star Wars’taki karakter sistemine, adamlar uç noktada yaşıyorlar. Ya hepsi çok iyi, ya da hepsi çok kötü. Yaptıkları davranışlarına göre white ya da dark side’a çekiliyolar. Ama hiçbiri “Ben nötralizeyim arkadaş, benle uğraşmayın” deyip, kılıcı kınına sokmuyor. Evlere ırak vallaha Earl Abi.

Earl: Bunları bildiğine göre sen bütün hayatı boyunca iyilik yapan, sonra o yaptığı iyilikleri k.çına battığında “Niye benim başıma hiç kötü bişey gelmiyo lan?” diye soran denyoları da biliyorsundur. İşte karma böyle bişey.

Ben: Eeh, yeter lan skecem karmanı. Eğer böyle bişey olsaydı, şu gecenin beşinde, günün pencereden en püfür püfür estiği anda, manyağın birinin kurduğu alarm, 1 saat boyunca çalıp bütün uykumu kaçırmazdı. Ses o 1 ytllik Çin saatlerinin çıkardığı standart alarm sesi. Bi de bu heriflerin yaptığına dayanıksız derdik. En sağlam aleti bu muhite mi göndermişler ne. Sahibi de yok ortada. Böyle bi saat olmaz ki. 5, hadi bilemedin 10 dakika sonra alarm susturulmayınca kapanması lazım. Bütün gecemi yedi. Şimdi gel de uyu. Bi de hayatı boyunca yaşlı teyzeleri, ülkenin sigorta maliyetini azaltmak için sürekli arabaların önüne atardım, oracıkta ahiret hayatına başlatırdım. Devletlümüze yaptığım bunca yardım karşılıksızmış demek. Hadi benden de geçtim, bu muhitteki geriye kalan, şu an sesten manyak olmuş 250 kişiden biri için bile yok mu karma? Birinin bile mi hatrı yok? Yoksa her insanın ayrı bi boyutu mu var?

(Vee o beklenen, gökten gelen davudi ses zihnimin her bi nöronunun içine dikilir): Telafi ederiz.

Ben: Gecenin 5′inde tamamiyle kaçmış bi uykuyu nasıl telafi edebilirsin ki? Tabi bir saattir süren alarm şoklaması, işi daha da telafi edilemez bi hale getirdi. Ne yalan söyliyim, böyle değerli bişeyi telafi edebileceğini sanmıyorum. Anca laf, anca laf. (Tıraş hareketi yaptım suratıma elimi sallayarak, bolcana da kıllı bi herifim zaten, mesaj anında yerine gitti)

Davudi ses: Aslında bunu seninle paylaşmamam gerekirdi ama, gecenin şu vaktinde senin gibi bi isyankarın inancını kazanmak için doğru dürüst bişey yapmam şart oldu. Karmanın son yıllardaki en büyük geri dönüşünü yaşayacaksın bu verdiğim albümle. Dünyanın en iyi adamına bile vermemiştim bu ödülü, lakin gaza geldim. Siz dünyalıların “Laf ağızdan bi kere çıkar” geleneği de var, biliyorum. Al bakalım.

Karanlığın içinden aydınlık, aydınlığın içinden karanlık çıktı ve güçlü bir ışık hüzmesiyle albüm elime indi. Download dediğimiz eylem tam anlamıyla gerçek manasına dün gece kavuştu işte. Cennetin en zirve noktasından, tanrının eliyle indi bu albüm. Kapağına baktım, Japonca bişeyler yazıyordu, uzak doğu dillerinden hiç anlamam, belki de Çince’ydi. “Sen dünyadaki bütün dilleri bilirsin, bunun üstünde ne yazıyor?” diye sordum.

Davudi ses: Nightingale – White Darkness. Neyse, buradaki misyonumu tamamladığıma göre, Türkiye toprakları içindeyken Tayyip’le Abidullah’ın da uzun zamandır ertelediğim karma hesabını keseyim, malum sonucu tahmin edebiliyorsundur. İyi dinlenceler, yalnız böyle güzel bi albümü sadece kendine saklama, çevrendekilerle de paylaşmayı unutma. İyilik yap ki, iyilik bulasın. Neşeli ol ki, genç kalasın.

Ben: Yanına bi de PS3 bıraksaydın gitmeden bee. Tüh, gitti.

Earl: İşte karma böyle bişey.

Ben: Sus lan sen de.

Evet sevgili blog kemirgenleri, yaşadığım hikaye 3 aşağı, 5 yukarı böyleydi. Emir büyük, harbiden büyük yerden gelmemiş olsa, böyle bi albümü benden alabilmeniz için bana en azından cennet tapuları ve yanında PS3 vermeniz gerekirdi. Ama 20′lik PS3 değil, piyasadan kalkan 60′lıktan getirmeliydiniz. Tabi içimdeki çarpılma ve dolayısıyla büzzük korkusu semptomları sebebiyle olayın üzeri soğumadan paylaşmak istiyorum. Bi ara ben yine naz yaparaktan alırım bi şekilde o aleti.

Nightingale, 1995‘te kurulmuş, İsveç kökenli bir progressive rock-metal grubu. Şarkıların içinde yükselme, alçalma anları oldukça fazla olduğundan yer yer metalden rocka, rocktan metale değişkenlik gösteren kısımları var. Esas kurucu oğlan Dan Svanö (Vokal, gitar, klavye), diğerleri de Dag Svanö (Bas, gitar, klavye, vokal), Tom Björn (Davul) ve Erik Oskarsson (Bas) . Kurucu esas oğlan, kendi evladı gibi kurduğu gruba sarılmış olsa da diğer denyolar sonradan bitme oldukları için tek eşlilik anlayışları yok, aynı zamanda başka gruplarda da takılıyorlar.

White Darkness’a gelirsek, şu ana kadar sitede incelediğim albümler arasında en ağır toplardan biri olduğunu söyleyebilirim. Gitar ve davul tonları ne hayvani diyebileceğimiz derece sert, ne de “Bu ne lan, Olin ayçiçek yağıyla mı hazırlanmış” denecek kadar hafif. Dinlerken hiçbir şekilde yormuyor. Her yönüyle sindire sindire alıyorsunuz albümü. İşte ben brütal gruplara hep bu yüzden laf ederim. Öylesine öküzce çalarlar ki ellerindeki aletleri, şarkı boğulur gider. “Asıl amaç şarkı değil miydi?” diye sorarsınız. Hani Max Hardcore diye meşhur bi pornocu eleman var ya, aynı o herifin kadınların üstünden tır ezmiş gibi geçip, hırpalaması gibi hırpalıyor brütalciler müziği, çalgıları.

Albümün ilk şarkısı olan The Fields of Life ilk dinleyişte insanı genel olarak bütün şarkılara bağlayacak türden. Play tuşuyla birlikte karşılaştığınız klavyeli yanık giriş, biraz şaşırtsa da, akabinde giren gitarla birlikte çok güzel ilerlediğini görüyorsunuz. Zaten rock gruplarında klavyeye hiç bi zaman itirazım olmaz, çoğu grupta da oldukça iyi bir tamamlayıcıdır. Herkes yapmamalı tabi, yaptığınız müziğin altyapısını elinizdeki enstrümanlara göre ayarlamanız lazım. Yoksa gidip Slayer‘ın eline bi tane klavye verip, “Al bunu kökle” demenin manası yok. 2. şarkı Trial and Error‘a geldiğimizde ise 1. şarkıda bizi döven grubun, okşamaya başladığını görüyoruz. Tabi bu davranışları albüm haricinde gerçek bi insan yapsaydı, yandaki anketin sonuçlarından en az birini uygulardık. Ama albümlerde inişler çıkışlar gerçekten insanın zihnini düzene sokar. Ciddiyim. Bi şekilde alçalıp yükselen tempo, insanın dikkatini sürekli müzikte tutar. Bu yüzden hiçbir zaman sürekli olarak çok yüksek tempolu ya da çok yavaş müzik dinlemeyin. Belirli şeylere karşı ilginiz körelir. Hele bu şarkıda güzel bi nakarattan sonra solo var ki, “Ah seni döven ben miyim” dercesine ruhuma aroma spa yapıyor. Lan kendimi gay gibi hissettim yalnız. Girlschool‘un albümünü incelesem eyvallah da, bunu bi erkek topluluğu yapınca huzursuz oluyorum. Sonuçta bi sonraki şarkıda parmak da atabilir bu adamlar.

Bana yapacaklarından dolayı tırstığımdan mütevellit bi melankolinin dahilinde haykırışlara gark oluyor elemanlar One Way Ticket şarkılarında. Şarkıyı dinlemeden önce Darkness‘ın uyarlaması gibi geyik bi coverdır diye düşünmüştüm ama yeni bi şarkı olması ve herşeyden önemlisi güzel olması insanı daha mutlu ediyor. Aba altından sopa göstererek, sevilerek, terkederek ilerledikçe zevkin dozajını yükselttiğimiz albüm “White Darkness” isimli şarkıda adeta zirve noktasına ulaşıyor. Mutluluk, rahatlık ve ağlama hissini aynı anda bana bu denli kuvvetli yaşatan çok şarkı yok. Bir elin parmağını geçmez. Bu şarkıyı dinlediğimde “Ulan harbiden de müzik son derece evrensel bi canlı” dedim. Bu şarkıyı ingilizceden anlayan, anlamayan kime verirseniz verin, eminim ki benim bahsettiğim duygulardan bahsedecek. Bu şarkıda geleneksel hiçbir kalıp bulamadım. Oldukça özgün ve içten. Öyle içten ki, albüm boyunca edilen bütün sözleri kendi üzerinde birleştiriyor. Bu albümü gerçek dinleme amacımız gibi.

Çoğu albümü belli bir dinlemeden sonra uzun süre dinlemem. Bu albümü diğerlerine göre oldukça uzun zamandır dinliyorum ve şarkılarından henüz usanamadım. Bana göre 2007′nin kesinlikle en iyilerinden. Daha bilip bilmediğimiz albümler çok, çok olmasına. Ama bildiğim içindekilerin sınıflandırmasında bu bölüme oturuyor zaten. Daha da bişey dememe gerek yok, albüm cennetten geldi diyorum, daha ne olsun. Ben şimdi cennet dedim diye de beklentilerinizi aşırı derecede yükseltmeyin, omzumda bile ağlamanıza izin vermem o vakit.

MUHTEVİYAT: 1. The Fields of Life 04:21 , 2. Trial and Error 04:53 , 3. One Way Ticket 04:59 , 4. Reasons 04:16 , 5. Wounded Soul 03:38 , 6. Hideaway 05:21 , 7. To My Inspiration 03:58 , 8. White Darkness 05:15 , 9. Belief 03:54 , 10. Trust 05:02

Yazı bittiğinde “Joe Satriani – Asik Vaysel” çalıyordu.

Helloween – Metal Jukebox (1999)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Müzikte şu cover olayını, babasının ününün üstüne oturan insanlar gibi düşünüyorum. Önceden yapılmış bi şarkıyı alıp bi daha yaparak meşhur olmak tıpkı buna benziyor. Ama yüzde 95 oranında yeniden şarkıyı yorumlama eğilimleri hüsranla bitiyor. Erol Evgin‘in oğlu Murat Evgin, Zülfü Livaneli‘nin kızı Aylin Livaneli, sondaki “l” harfi haricinde adımız soyadımız aynı olan Ali Sunal gibi. Bu insanlar boylu boyunca hep başarısız cover girişimleri olup, babalarının ünlerini sömürmüşlerdir. Sanıyorlar ki, babaları güzel şarkı söyleyebilince kendileri söyleyecek ya da babaları güzel oyunculuk yapınca kendileri de sahnede fırtınalar estirecek. Halbuki gördüğünüz üzere alakası yok. Sadece babalarına küfür yedirttiren arkadaşlar bunlar. Yıllarca emek verip yaptığınız kariyeri bi oturuşta sömürebilecek aymazlığa sahiplerdir.

Anında Görüntü Show’daki şarkıyı söyleyen denyo gibi yorum farkı katabilirsiniz tabi coverınızda, güzelse şarkıya altın yıllarını bi daha kazandırabilirsiniz. Bazı tırtolar gibi de güzelim rock şarkılarını pop haline getirip, bin yılın küfürünü yemek de mümkün. Yüzde 5′lik orjinalinden daha çok tutan coverlar yok mu? Var tabi olma mı? Zaten herkes Indiana Jones’un hazine arayışı gibi hazır şarkıyı coverlayıp ünlü olma peşinde. Arada bir kaçı da vursun voleyi. Mesela Bewitched‘ın Born to be Wild, Nightwish‘in Phantom of the Opera, Social Distortion‘un Ring of Fire gibi. Ama dikkat ederseniz bunlar orjinallerinden daha iyi demiyorum, sadece onlardan daha fazla ünlü oldular. Yani yüzeysel rockçı kesime sorsanız, bu şarkıları bunların yazdıklarını sanırlar. (Yüzeysel rockçı kesim. Bi çeşit siyasi görüş gibi. Parti olmaya çok yatkın. Yakında çıkarsa şaşmam. Ilımlı rockçılar da olabilir.)

Bu girişten sanmayın ki, şurada iki kelam da Alman ekolü Helloween‘e giydireceğim. (Bi de “Alman ekolü, Rus ekolü, cart ekolü, curt ekolü” geyiği çıktı şu son Euro 2008′de. Babalar kendini spor uzmanı gibi gösterecekler ya, illa böyle kelimeler kullanacaklar. Biz de “Vayy bee, baba biliyo bu işi” diyoruz. Halbuki bizim sokaktaki çocuklarımız ekolle yetişmiyor. Kadro dizilimi diye bişey yok bu ekolde. Kahramanlık adına herkes forvet mevkiinde gole koşturuyor. 4-4-2 hak getire. Bizde sadece 10 şeklinde bi dizilim var. Kaleci hariç herkes forvette.) Ne cüret efendim, adamlar müziğe katacaklarını katmış zaten. Power Metal‘in babası olarak yıllardır kendi mahsulleri şarkılarla bizi memnun ediyorlar. Diğerleri gibi cover albümle gelmedi bu adamlar buraya. Tırnaklarıyla kazıdılar. 15. yıllarında da bi tane cover albümü çıkarmışlar hayranları sevinsin diye. Fena mı olmuş yani?

Olmamış, yani fena olmamış sevgili okurlar. Gençliklerini yad edip, dinleyenleri de geçmişe götürme amacıyla yaptıkları bu özel albüm gerçekten amacına ulaşıyor. Yaptıkları yeniden yorumlamalar son derece başarılı. Çoğunuz dinlerken geçmişe gidiyor, ben de portakaldaki vitamin kıvamıma dönüyorum, bol vitaminlisinden. Bu albümde de bir kere daha anlıyoruz ki, rock pop’a coverlanmamalı, ama pop rock’a çok güzel coverlanıyor. All My Loving ve Lay all Your Love on Me yorumları bunun en güzel örneklerinden. Hocus Pocus, Juggernaut, Locomotive Breath, White Room ve Space Oddity ise albümde en sevdiğim cover parçalar. Gerçi neredeyse hepsini saydım, pek bişey kalmadı.

Albüm kapağını ve adını düşünen kişiyi de apayrı bi içtenlikle takdir ediyorum. Jukebox olayını gerçekten çok iyi düşünmüşler, her yönüyle bizi olayın içine almış babalar. Yaptıkları işleri süslemeyi de çok seven adamlardır zaten kendileri. İçi böyle coverlarla dolu bi jukebox’ı olan cafe bulsam, elimdeki 20 kaymenin hepsini bozuk paraya çevirir, takır takır dinletirim millete. Hatta elimle göstere göstere dinletirim. “Soldan 2. masaaa, bu siziin!, Sonraki cover da sağdaki masaya ait, eğlenin uleyyyn!” Bu cükbaksı çalıştıracak hiç param mı yok? İlhan Mansız’ın taksisine biner, 0-6 yaş grubu soruları cevaplar, 200 lira alır, cafedekilere aynı şarkıları tekrar tekrar dinletirim. Dinlemeyenin boynuzlarını kırarım ama, o ayrı.

Bu albüm işte böyle bi nostalji isteği yaratıyor insanda. Şu zaman makinesini yapsalar da 60′ları, 70′leri bi turlasak gayrı.

MUHTEVİYAT : 01. He’s A Woman She’s A Man , 02. Locomotive Breath , 03. Lay All Your Love On Me , 04. Space Oddity , 05 .From Out Of Nowhere , 06. All My Loving , 07. Hocus Pocus , 08. Faith Healer , 09. Juggernaut , 10. White Room , 11. Mexican