‘ Kişisel ’ Mevzubahis Arşivi

Bi Daha, Bi Daha, Bi Daha !

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Futbola karşı 6. dereceden daha az bi yakınlığım yoktur. Bu derece tanımlaması da biraz garip oluyor. En iyisi biraz daha açayım, az derken, anlamadığım anlamda az. Yani burada mantık kayıtsızlığı yaşadım bi an. Normal bi anlatım içinde 6. dereceden fazla demem gerekirdi. Sonuçta bu tür şeylerde derece arttığı zaman, ona karşı duyduğun ilgin ve alakan tam bir ters orantıyı seyrediyor. Dediğim gibi, anca merhaba merhaba. Galatasaray‘ı ürekten tutan bi insan olsam da, maçları o haber bültenlerinin sağ üst köşesindeki skor bandından takip ederim. Tabi evde Lig TV olsa bu yakınlığımın artacağına karşı şüphem yok. (Burada da aslında futbola yakınlaşacağımı kastetmiştim.) Neyse, bizim çok şerefsiz bi komşu var, onun ADSL şifresiyle Sopcast‘ten Lig TV‘ye bağlanıp, Laptop‘ı da 82 ekrana bağlayarak izliyoruz maçları. İllegalitenin bu kadarı. İçim sızlamaz vallaha. Böyle davarlara müstehak. Bana “Rabbena, hep bana” lololosunu çekmeden önce düşünecekti.

Tabi Dünya çapında takımları toplayan turnuvalar, herkeste bıraktığı gibi bende de apayrı bi tat bırakır. Aslında şanslıyımdır ki, bende futboldan anlayanlara göre daha fazla tat bırakır. Zira, herkes Rıdvan Dilmen gibi “Oyunu okuyan adam” havalarına girerken, ben çoğu takımda 1 tane futbolcuyu bile tanımadığımdan o maçların ne sürprizlere gebe olduğunu bilemem. Aslında çoğu “Ben demiştim yaaa, böyle olacaktı” tipleri de bilmemektedir. Lakin taraftarlığa b.k sürdürmeme taraftarıdır. Şimdi kupa diyince aklıma Türkiye- Senegal maçı geldi. Dünya Kupası günlerinden güzel ve eğlenceli maçtı. Kupayı, ömrü boyunca bünyesinde ve programlarında hiç bir argo, küfür, laf çarpma, dil atma bulundurmayan TRT (a.k.a. Tırt) yayınlıyordu. TRT bu tabi, sadece küfür konusunda da cimri değil. Yıllardır süren “Bir Kelime Bir İşlem” programında toplamda taş çatlasa 5 milyar dağıtmıştır. Yıllardır sürüyor ve hediye verilen ikramiye hiç değişmedi. Programda 200 YTL alan rekor kırmış gibi seviniyor. Gerçi rekor harbiden de öyle. Adamlar 6-7 rakamla kuantum fiziğinin sırlarını çözecek kadar matematik işlemleri yapıyorlar, ama aldıkları para 2 kutu açıp 200.000 YTL alanın binde biri. Senegal maçı diyorduk, orada bi ilke imza atmıştı TRT. Daha doğrusu kameralara denk gelen bi çocuk. Nasıl olduysa kamera ona geldiğinde ani bi çeviklikle okkalı bi nah hareketi yapmıştı. Hem de kollu, hardcore versiyonunu. Ama müteşekkir olmak lazım. O kola seyircinin tepki vermediğini gören TRT, yayın anlayışında kendini biraz daha salaşlaştırmıştı, ölü toprağını atmıştı. İkramiyeleri de ufaktan arttırmıştı. Bu kadarı da yetmez. TRT’yi kendine getirmek için en azından her maçta seyircilerimizin iki elini havada birleştirip sağa sola sallandığı “Boylu boyunca gireyim sana” hareketini yapmak lazım.

Euro 2008‘in de neredeyse bütün maçlarını, futboldan bihaber bi insan olarak, zevk alarak izledim. Son derece sürprizlerle dolu bi kupa (Mesela buradaki derece artınca, daha da sürprizle dolu oluyor) Sonuna kadar ağzım açık izlediğim maçlar oldu. Herşey belirsiz. Futbol gurusu adam modunda ahkam kesen neredeyse herkes g.t oldu. Rıdvan, oyunu okuyamadı. Gerçi hiç okuyamazdı o, yayın ona 5 saniye önceden geldiğinden, gol olduğunu gördüğünde “Gol olur” derdi. Futboldan çaksa Fenerbahçe’de doğru dürüst teknik direktörlük yapardı. Herşey belirsiz kupada. Ama hala sonu bilinen bir film gibi. İspanya kupayı kaldıracağı sırada dedim ki, “Aha We are the Champions” çalacak. Müneccim b.ku yememiş bi insan olarak bu kehanetimin hiç de şaşırılacak bi yanı olmadığını zaten biliyorsunuz. Koskoca, milyon dolarların döndüğü, ne zaman neyin belli olacağını bilmediğimiz bir organizasyon. Maçı kazandığın an değil, kupayı kaldırdığın an finaldir zaten. Ve kupayı kaldıran takımın orgazm olacağı o anda yıllardır bozuk plak gibi dönen bi şarkıyı çalıyorsunuz. (-Lan Casillas, nedendir bilmiyorum ama sanki bu anı daha önceden yaşamışız gibi geliyor. -Dejavudur dejavu.) Bana bunun benzeri bilinmedik şarkılar yok demeyin, vallahi kafanızı yararım elimdeki altıpakların kabzasıyla. Milyon milyon eurolar sebil gibi akarken, yaptığınız işi tam yapın bari. İlla içinde “Biiiiz şampiyonuuuuz” geçmesine de gerek yok. Mutlu bi şarkı olsun yeter, insanı o an moda sokacak. Zaten Queen’in şarkısı matah bişey değil. Sadece organizatörlerin işgüzarlığının bi sonucu.

Bu beleşçilik sadece sporda da yok tabi. Onlara nazaran çok daha az paralarla dönen haber bültenleri de aynı pokun soyu. ATV bundan pek de uzak olmayan bi zamanda, haber bültenlerinin içine belli manyaklıkta şarkılar döşedi. Gerilim ya da hüzün dolu haberlerde “Requiem for Dream”, mutluluk dolu haberlerde “Amelie Theme”, absürd haberlerde ise Ocean’s Twelve’di sanırım, evet onun müziğini kullandı. Seyircilerimiz sanki gerizekalı ya, onlara haberi izlerken hangi tepkiyi vereceğine dair rehberlik ediyor müzikler. (-Şimdi burda adam, işletme sahibi namaz kılarken dükkanını rahatça soyup soğana çeviriyor. İşletme sahibi için kötü bi durum, izlese Requiem for a Dream çalardık lakin biz bu adamın salaklığına gülüyoruz. Ondan biz buna absürd diyelim. Verin yavrum ordan Ocean’s Twelve’i de ortam şenlensin.) Bu denli gerizekalı bir habercilik anlayışının üzerine bu 3 şarkıyı neredeyse her açtığımız kanalın haber bülteninde dinler olduk. Ne mutlu ki, o maçtaki çocuk kol hareketini fazla abartmamış. Yoksa TRT bile bu müzikleri çalıyor olabilirdi.

Anlamıyorum sevgili okurlar, gerçekten anlamıyorum. Sürekli aynı müzikleri duymaya sadece sinemada mı tahammül edemiyoruz? Durun ona niye tahammül edemediğimizi söyleyeyim. Yanımıza bi hatun alıp girdiğimiz filmde, toplamda en azından cebimizdeki son 25 lirayı domaldıktan sonra farklı bişeyler görmek istiyoruz değil mi? Ömrü boyunca dinlediği müziğe bile kulak kabartmamış adamlar, Atilla Dorsay edasında, izlediği filmin müziği üzerine laf edip, b.k atmaya kalkınca sinirlerim oynuyor. Parasının karşılığını alamadığı için intikam alır gibi. Olsun ama, en azından adamlar senin için, dinle diye yeni bi şarkı üretmişler ya da güzel bir seçki, kolaj oluşturmuşlar. Her filmin finalinde “We are the Champions” çalsa daha mı iyi olurdu? Gerçi buna da alışırdık. İnsan olarak nelere alışmadık ki? Bozulan ekmeklere bile alıştık. Tabi ekmek bize adaptasyon sağlamadı. Biz de ekmekler gibi kanı bozuk insanlar olduk çıktık. O deği
l de ben müzik albümü tanıtacaktım bugünkü konuda, yalan oldu. Neyse bi sonraki başlığa.

Yazı bittiğinde “Nightingale – Trial and Error” çalıyordu. Evet, bi dahaki başlığa yine zihnimin treni raydan çıkıp gitmezse, bu elemanların mükemmel albümünü inceleyeceğim. Makası çevirmeye kalkmayın, beni uçuruma atmayın. Yakında albümün linkini koltuk altıma alıp, geliyorum.

“Feed Your Head”

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Son 1 aydır neredeyse 10 saat boyunca yaklaşık 35 – 40 derece sıcaklıkları arasında seyreden bi odada bulunuyorum. Durması aşırı derece zor tabi, durulacak gibi değil. Bilgisayar aşkı falan da sökmez buradaki sıcaklığa. Başşaklarından vücüdünün en ücra köşesine kadar terlemedik noktan kalmıyor. Sauna babında 15 dakika durup çıksam ben de severdim elbet, ya da içerisi çok sıcak diye üzerinde ne varsa çıkaran o klasik ama vazgeçilemez sauna hatunları olsaydı yanımda. Ama böyle bi yerde 10 saat boyunca bilgisayar başında durmak insanı tam anlamıyla hoşaf kıvamına getiriyor. Bir Formula pilotunun bir yarış boyunca verdiği kadar sıvı veriyorum. (Yaklaşık 1 Litre).

Kavurucu sıcaklık insanın g.tünü oturduğu koltuğa kaynatıyor adeta. Yerimden kımıldayamıyorum. Oturdukça daha fazla yoruluyorum. Bi tane vantilatör var, sözüm ona serinletsin diye koyulmuş. Korkmayın, “Kendini bile soğutmuyor” bayat esprisini benden asla duymayacaksınız. Bu vantilatör ayrı bi cins, ayrı bi devrim. Odadaki sıcaklığı iyice yüzüne yüzüne savuran türden bir hava akımı yaratıyor. Psikolojik bi ferahlık bile vermiyor. Haliyle göbekten aşağı doğru çığ gibi yuvarlanan ter, ufak bir parmak darbesiyle sıyrılıp, yanında oturan gardaşın üstüne fırlatılıyor. Sıcağın eğlencesi de bu, ne kadar eğlence denilirse. Ter fırlatma oyunu.

Ç.k kadar şeklinde tabir ettiğimiz (aka title Çükan çükamanje) bu konserve kutusu şeklindeki odada tam tamına 3 adet bilgisayar açık duruyor ve odanın doğal halindeki demiri eritici sıcaklık yetmezmiş gibi, Naziler tarafından fırına sürülen Yahudiler kıvamına geliyoruz.

Beynim üzerine koskoca bir elektromanyetik mıknatıs tutulan harddisk şekline dönüşüyor her saat başı. Bu sıcaklıkta durduğum sürece beynim kendine fiziksel format atıyor, veriler bi daha geri dönmeyecek şekilde. Gözümün önünde bi format ekranı canlanıyor. Masmavi, üstündeki format ilerleme çubuğu sarı renkte. Yüzde 25′i silindi diyor, aha 26 oldu. Sabahlar olmuyor, geceler doğmuyor. İyice hödükleştim. 1 aydır soğutucu alacaz, ama üşengeçlikten onu bile yapamadık. Gavurun encüğü gibi yandıkça yanıyoruz.

Artık blog yazmaktan da geçtim, yemek, su, internet dahil herşey bi tatsız gelmeye başladı. Bundan bi ay önce her gün blog yazarken şimdi elimi klavyeye dokunduramıyorum. Aklıma bi yığın yazı geliyor, lakin bu sıcakta oturdukça yorulma durumu hiçbir şey yapmama izin vermiyor. Eve arabayla gitmeme rağmen sürüklene sürüklene gidiyorum sanki. Dünyanın yükünü Atlas değil de ben taşıyormuşumcasına. O kadar ağır işte çalışan adam yorulmuyor ama bulunduğum yerdeki sıcaklıkta 10 saat g.t büyütmek hepsinden daha yorucu oluyor. Vücudumdaki su seviyesinin iyice azalmasından olsa gerek, çişimin rengi bi acayip koyulaştı. Su içemiyorum ki mübarek. 2 bardak içip yanıma koyuyorum, 5 dakika sonra baktığımda abdest suyundan beter olduğunu farkediyorum.

Artık deli-kanlılıktan, sıcak-kanlılık dönemine geçtim. Aklıma şu “Guguk Kuşu“nda sürekli “Yorgunum,yorgunum” diyen deli herif geliyor, gülüyorum. Benim de beynimin formatı nihayetine erdiğinde dönüşeceğim yaşam formu bu sanırım. Sebepler farklı olsa da, herkesin ulaştığı ve üzerinde yürüdüğü nokta ortak. Bu yüzden de her gün birbirimize tahammül etmek için bahaneler uyduruyoruz. Çünkü sosyal ve sıcak-kanlı varlıklarız değil mi?

Yoğun İstek Üzerine Yazımın Klonunu Tekrar Yayınlıyorum

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Hep içimde bi özlem var, sanki 50 yıl yaşamış da, görmüş geçirmiş bi adammışım gibi. Ne günümüzün müziklerini, ne de filmlerini beğenirim. Ben bu şekilde yakınırken çoğunuz küfredip, kanal zaplama edasında siteyi değiştirirken, “Benim kafadan veya benim kafadan olmamasına rağmen dinozor hisseden kitle” adını verdiğim azınlık güruh da aynen bana destek veriyor. Her ne kadar bu işi kendimi tatmin amacıyla yürütüyor olsam da, bir süre sonra etrafımda beni okuyan insanlar olduğunu farketmek genel olarak daha fazla güç veriyor, zındık ezme adına. Bunun yanında da arkadaki destekle birlikte sağa sola, kötü olana, sadece bana kötü gözüküp çoğu insana iyi olana sataşması daha bir zevkli oluyor. Her şey birlikte daha güzel. Zındık ezmesi bile yanında sevdiğin bi insanla paylaşınca daha lezzetli oluyor, zındığı ezdikçe ezmek elzem bi hale geliyor.

Her ne kadar dinozorluk rütbesinde bir TV izleyicilik deneyimim olmasa da, bundan 10-12 yıl öncesinin TVsini gayet net hatırlıyorum. Zaten Türkiye’de kaç yıldır TV var ki? Elin gavuruna 50 yıl önce gelen malzeme, bize 100 yıl sonra geliyor. Her neyse, zaten burda Dallas-J.R. muhabbeti çekecek değilim. Bahsetmek istediğim olaylar diziler bittabi, ama şu “yoğun istek üzerine tekrar” dediğimiz lokasyonu sadece.

Pek televizyon izleme durumum yoktu, pazar sabahları yayınlanan çizgi filmler haricinde. Uykunun pek de önemli gelmediği zamanlar tabi. Gam, stres de yok. Uyku nasıl olsa uyunur, uzun sınav dönemlerine maruz kalmıyorsun ki. Hayatın daşhak kebabı, öyle bi dönem. Gerçi çizgi filmleri hala kaçırmam (Aslında hayatım da hala daşhak kebabı). CNBC-e pazar sabahları hala ağzıma layık çizgi filmler yayınlıyor. Sponge Bob’ın çocuklar için olduğunu söylüyorlar. Külliyen yalan efendim. Eşşek kadar adamlar, kendi zekalarındaki büyükler için yapmışlar. Dizide bazen öyle göndermeler geçiyor ki, 20 yaşında bi adam bile anlamasa şaşırmam. Çocuklar Bob’ı izlerken sadece süngerin komik hareketlerine gülüyorlar, başka da bi b.k anlıyorlarsa namerdim. Bana “Benim kuzen var, ööööf çok zeki, 2. sezonun 5. bölümünde Otomatik Portakal göndermesi olduğunu bile anladı.” diye sallamaya kalkmayın. Öyleleri de var tabi, ama kaç kişinin anne babası çocuğunu Otomatik Portakal’la büyütür o ayrı.

Ufaktan geriye, Star’ın yıldızının mavi olduğu zamanlara gidersek, hepinizin aklına geldiği üzere Bir Demet Tiyatro vardı. O zamanlar diziler daha az çekildiği için çekilen şeyler genelde illa ki güzel oluyordu. Pek bi halt izlediğimi söyleyemem ama bu genel bi kanıdır. Aynı konuları ısıtıp ısıtıp 80 tane diziye paylaştırarak yine o dizi sayısıyla doğru orantılı salakları ekranın başına toplayabilirsiniz, nitekim öyle oluyor. Ama Yılmaz Erdoğan‘ın bu işi bambaşkaydı. Bundan 1-2 sene önce sahalara geri dönmüştü, yine güzel bir dizi olma adına. Ama her kanalda 5 tane dizi takip eden salaklaştırılmış insanlarımız için artık çok geçti. Alternatif çok, seçme yetisi veya algı yok. Beslenme şeklimizle aynı eğilime sahip TV hayatımız da. Bi kere de şu batının iyi özelliklerini alsak şaşarım, cidden. Her ülkeden en az 1 tane kötü özellik alıyoruz. Bunların içinde Amerikalılardan aldığımız iğrenç beslenme ve TV alışkanlığı var. Onlarda da ne kadar büyük prodüksiyonlar veya isimler olursa olsun, yaptıkları filmler veya diziler tam s.çmık kıvamında oluyor.

Bir Demet Tiyatro zamanında belki hatırlarsınız, çok nadiren “Kanalımıza Gelen Yoğun İstek Üzerine Bir Daha Yayınlıyoruz” durumu olurdu. Tabi kimsenin gidip telefona abanıp, hatları kilitleyip yoğun talep yarattığı yok. Ama belli aksiliklerden ya da sonraki bölümlerin yetişmemesi yüzünden ara sıra böyle birşey yaparlardı. Tekrarını oynattıkları bölüm de harbiden nefis olurdu. Fıdıl Fıdıl izlerdik.

Şu son 5-6 yıl içinde yeni bi trend çıktı. Yeni bi Amerikan alışkanlığı kazanmıştık. Dizi tekrarı. İşte o an “Yoğun İstek” kavramı sonsuza dek silindi. Her bölüm neredeyse 50 kere tekrar yapar oldu. Sadece bi kanal da yapmıyordu ki aynı şeyi zaplayalım. Hepsi kendi arasında anlaşmış, işi “Ske ske izleyeceksiniz uleyyyn!” durumuna taşımışlar. Çocuklar Duymasın ne faciaydı öyle ya. Başlangıçta severek izlediğim dizinin yaklaşık 15 bölümünü neredeyse 2 yıl boyunca her akşam oynattı TGRT. E kumandanın da ilk 10unda bulunan bi kanal. İstediğin kadar zapla. O dizinin tekrarını günde 5 saniye bile görmek, toplamda bi hafta eder 2 yıl içinde. Bu işin en çok b.kunu TGRT çıkarmıştı gerçekten de. Fox oldu sonra bunlar, tamam dedim iflah olurlar artık, arkaları iyi, öyle bi dizinin seksen tekrarının reklam gelirine tamah etmezler. Dünya çapında Simpsons’ı yayınlayan kanal bu sonuçta. Bir de Futurama macerası var 5 sezonluk, ama o benim gibi dizinin manyakları için pek hayırlı bitmedi.

Güzel dizi yayınlarlar, bir de süreklilik kazandırırlar diye uman ben miyim? Yakın zamanda Bez Bebek isimli bir kitsch başyapıtını avucumuzun içine bırakan Fox, resmen avucumuzun içine bıraktı (s.çtı) Benim sadık yarim tabi ki CNBC-e’dir. İyi güzel de, bu kanal hala karşıma çıkıyor kumandada. Ve her denk geldiğimde inanamıyorum. Bir günde neredeyse 10 saat Bez Bebek yayınlıyorlar abartısız. Günümüzün çocukları tam akıllanıyorlar derken bu çıktı bi de. Aldığım duyumlara göre çok seviyorlarmış bu bebeği. Eyvallah, Evrim Akın’ı ben de severim, hem de çok iyi severim de, bu garabet dizi bu çocukları 10 yıl geriye götürür.

Demek ki, kırk yıllık katranı şeker yapamıyoruz. TGRT ise TGRT. İsim değişiyor ama kadro sabit kalıyor. Gerçi dediğim gibi, Amerikan televizyonculuğu da en az bizim TGRT kadar hanzo. O sebeple bunu onların kadrosu da yapıyorsa hiç şaşmam. O yüzden buradan bütün aileleri uyarıyorum. Koyyim TTNet Aile Koruma Şifresi’ne. Çocuklar için Fox Tv ve türevlerinde, internette kapacaklarından kat be kat fazla salaklık var. Bu yüzden siz TV’nin pornografik kanallarından bile tehlikeli aptallaştırıcı kanallarına şifre koyun. Abartacam ama yeri geldiğinde porno bile daha fazla yaratıcılık katıyor insana, pozisyon çeşitliliği ve fantezi adına (Bakın yine Bir Demet Tiyatro, yine Feriştah)

Yaklaşık 1 hafta yokum. Tabi belli olmaz, 3 olur, 5 olur, 10 olur. Yaşayacağım günlerin gidişatına bağlı. Bi süredir rölantide gidiyordum ama kontak anahtarını çıkarmadan olmayacak anlaşılan :D

Anekdot Silsilasyonu : Part V

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Anekdot silsilasyonları sanırım hayatım boyunca yaparken, ıkınırken, çıkarırken en çok eğlendiğim şeylerden biri. Notların arasında üçer beşer birikiyor bir yandan. Bir önceki yazım gibi sıvazladığım yazıların üstüne ilaç gibi gidiyor mesela. Hem kısa, hem de içi dolu ufacık tefecik görüşler. Bir nevi hayata duruş şekli. Çoğumuzun yaşadığı ama not etmeye üşendiği pek çok tespiti yansıtıp, “Ulan dünya ne kadar küçükmüş bee” dedirtmek de eğlenceli açıkçası. Ama şu nokta garip geliyor bana: Ne zaman yazı yazacak vaktim olmasa, bu yazıları aradan kaktırıp geçerim diye girişiyorum. Lakin sonra geçen zamana baktığımda bir yere not ettiğim yazıları devamlı kağıda baka baka geçirmenin, doğaçlama işler çıkarmaktan daha çok zaman aldığını farkediyorum. Hele hele şu an 300 km. hızla girdiğim rüzgar tüneli içinde bir yere toslamama çabası içindeyken.

* Hayatımda hiçbir zaman şu ultra-süper-hiper marketlerdeki kasiyere sormadan ürünün fiyatını öğrenmemizi sağlayan barkod okuyucuların çalıştığını görmedim. O aletle fiyatı görecem diye kendini heba edip günlerce marketten çıkamayan insanlar var. Yetkilileri göreve çağırıyorum.

* Ne zaman promosyonlu bi üründen bedava çıksa strese giriyorum. Bazen uzak bi marketten aldığımdan çıkıyor, yakınımdaki marketlerden istemeye utanıyorum. “Nerden aldıysan oraya ver.” diyolar. .pneler. Elimde olsa gelir miyim size? Bu sefer o kadar yolu tepip aldığım markete gidiyorum, o ipne de cebinden veriyormuş gibi ters ters bakıyor. Beleş çıkmasın daha iyi kardeşim. Ruh sağlığım bozuluyor Allaaama.

* Alışkanlık olmuş. Çikolata yiyince kabını cebime atıyorum. Böyle böyle birikiyo cepte. 1 hafta sonra yer kalmadığı zaman hepsini birden atıyorum çöpe.

*Artık nolur internet cafe açanlar, ismini özellikle içinde a geçen şekilde yapıp, teknolojiye saygı duruşunda bulunuyorlarmış gibi Tu@na, C@rtel, Z@rt zurt şeklinde kullanmasınlar. Bu kullanımla ilgili kontenjan doldu.

* Şayet bir gün komedi rock oluşumunun içinde bulunursam, The Doors şarkısı “Take it as it Comes”ı “Take it easy baby, take it as it cums” şeklinde coverlayacam. Tam bi çıkış şarkısı, isn’t it?

* Ne safmışım lan. Çocukken trilyonun üstündeki para birimini trilyar sanıyordum. Aslında katrilyona göre fena da değil hani.

* Nerdeyse bütün ev kadınları camı bir de dışarıdan siliyor. Akrobat gibi. Buna rağmen bir tane bile “Camı dışarıdan silerken 8. kattan düştü.” haberi duymuyoruz. Acaba bir günde 8000 tane kadın düştüğünden haber değeri mi taşımıyor? Öyle olsa tersanelerde her gün kazalardan ölen insanların da haber değeri taşımaması gerekirdi. Bu işin altında başka bişey var.

* Su içerken dişlerimi komple kenetleyip, suyu vakumlama şeklinde çekiyorum. Diş boşluklarının arasından “Fuiyy, fuiyyy” şeklinde çıkan sesi seviyorum.

* Kafam kısa devre yapıyor ara sıra. Sizde de oluyordur. Eski tip şofbenlerin ateşinin gözüktüğü orta bi kısım vardır. Gazı söndürünce oradaki ateşe de muhakkak üflerim. Geçen ağzımda bayağı bayağı bi balgam birikmişti. Önce lavaboya tükürüp, sonra şofbene üfleyecektim. Ama şofbene tükürüp lavaboya üfledim. O günden sonra da şofben iflah olmadı, olamadı.

* Telefonda tanımadığım numaraları açmamak gibi bi özelliğim var. Zaten hepi topu 2-3 kişinin numerosunu ezberimde tuttuğum için de pek çok telefon eden kişi açmamamdan ötürü bolca küfrediyordur muhtemelen.

* ATM’leri kullanmayanımız yoktur, ya da yeni çıkan BTM’leri. Orada kuyruğa girdiğinizde kuyruğun çok hızlı eridiğini farkedersiniz. Tam önünüzde son adam kalmıştır, o da saatlerce parasını çekemez bi türlü. Tuşlara rastgele basar, ekran dokunmatikse daha da beterdir durum bizim için. Dokunmatik ekrana dokunmayı bilmedikleri için parmaklarını ekrana sürer de sürerler. Ekranın her yerini parmak izi yaparlar, yine çekemezler parayı. Adı üstünde, dokunmatik ekran. Sürttürmatik değil ki. Niye sürttürüyorsun kardeşim? Küfretmemek elde değil.Bu yüzden nasıl özürlüler için tuvalet ya da asansör varsa, mallara özel de ATM yapılmalı. Ve evet, adı da CTM olsun. (CTM = Cow Teller Machine)

* Gitar çalınan ortamlarda ezik bi şekilde kalmamak adına gitarı eline alıp, birkaç tel bastıktan sonra parmağını yukarıdan aşağı bütün tellerden sırayla geçirip, “Gulyabaninin melodi abi ehehe” diyenlerin gaz odasında acı içinde gebermesini talep ediyorum.

Kel Erkek Seksi Erkek ?

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Aklımdan geçeni hayata geçirmeyi severim. Yani bi nevi “Anı Yaşa” mottosuna bağlıyım. Bi şekilde o an düşündüğümü yakın bi zamanda yapmazsam onun derdi başıma ağrılar sokuyor. “Ulan acaba artık çocukluğum bitti mi?” diyorum. Benim manyaklığımın kaynaklığı içimde bu bitmeyen çocuk ruhundan kaynaklanıyor çünkü. Gerçi herkeste durum öyle. İnsan içindeki çocuğu derinlere depikledi mi bi daha eskisi kadar eğlenceye ve ani hareketlere açık olamıyor. Şöyle 15-16 yaşındaki yeniyetme kızlara bakıyorum da gülmemek elde değil. Herkes daha fazla çocuk kalmanın derdindeyken bu yaştaki hanım kızlarımız öyle bi ağır abla moduna giriyor ki, gören 50 katlı rezidansında resepsiyon veriyor da misafirleri ağırlıyor sanır. Allah’ın salağı bi kere gelmiş hayata, onda da suya sabuna dokunmuyor.Bi de büyüme hevesi var ya tabi kendinden 10-15 yaş büyük dedesi yaşında heriflerle çıkıyorlar.”Ulan hadi kız salak, dedesi yaşında sen, hıyar çocuk, sübyancı gibi küçücük sabiyi sömürmeye utanmıyor musun?” diyesim geliyor ama onların içindeki çıtır piliç isteğinin enginliğini tahmin ediyorum. 1 taraf kendini mental açıdan tatmin ederken, diğeri ise kızın sağını solunu mıncıklayarak, yer yer olayı daha ileri götürerek cinsel açıdan tatmin edebiliyor. O vakite kadar ağır abla modunda duran o kıza bi baksanız hele, elin 25lik baltasının elinde nasıl oynak olmaya başlıyor. İşte bu karakteristik durum yüzünden bazı kızları peynire benzetiyorlar, yani kaşar peynire.İkisi de yıllanmış durumlarla muhafaza içine girince kendi kıvamını buluyor. Benim teorim bu yönde.

Evet anı yaşamaktan bahsediyordum, bi an bu çok soğuk geçen kış mevsimine gitti aklım. Öyle bi usturaya vurdurma isteği geldi kafaları içimden.Kardeşime de söyledim, benden manyak olmasın o da kabul ediverdi. İşte, olağan durumların dışına çıkmak böyle bişey. Mantık duruyor. O soğukta o kafayı sıfıra vurdurduğunda beyninin soğuktan büzüşeceğini, arabın daşşağına benzeyeceğini hiç düşünemiyorsun. Hiç düşünmeden cart diye vurdurduk kafaları. Ama berber kışın bu ortasında saçını kazıtmak isteyen bir, yok yok iki kişi görünce bi hayli şaşırdı. Zira kış vakti böyle bi manyaklık yapan çok nadir oluyormuş. Hele hele iki kişi birden bulursan direk kafasını öpecen. Böyle anlar bana gerçekten özel geliyor. İki kardeşin paylaştığı çok güzel, eğlenceli ve unutulmayacak anlardan birisi. Sıradan insanların yapmadığını düşündüğün şeyi yapmak akılda kalıcı oluyor anı bazında. Tamam, bu olay yıllardır kel bi durumda olan Homervari insanlar için olağan olabilir. Keller o duruma alışmıştır zira. Soğuğa göre kafaya ince ayarı çekiyor beyin bi şekilde. Muntazam bi organ. Ama yeni kestirince öyle bişeyin olmayacağının garantisini verebilirim. Neyse tıraş bitti, bi baktım “Çaaat, çaaat” vuruyorlar kafama. İçimden küfrederken, dışımdan “Noluyo abi, niye vuruyorsunuz?” dedim. Adetmiş meğerse, kafasını usturaya vurduklarına lak diye vuruyorlarmış bi kaç kere.

Tam yumurta kıvamında olmamak için sakalı da sıfırlatmamıştım o zaman. Yalnız kış vakti ne soğuk yedi bu beyinler bee. Oturma odasında klima var, orda pek bi üşüme olmuyor ama babamın ve annemin dırdırını çekmemek uğruna günümün %90ını bu odada geçiriyorum. Yaşlanıyorlar sanırım, her bişeye laf eder, bulduğu her açık üzerine yarım saat konuşur oldular. Zaten beynimin yanında konuşurken de dinlemiyorum, boşuna onlar da dırdır edip dillerindeki tükrük bezlerini zayi etmesinler. Bütün gün geçerdi de, uyku vakti geldi mi geceler geçmezdi. Yatmadan önce üstündeki kazak türü şeyleri çıkarması da apayrı bi zor. Yeni kazıtılmış kafaya öyle bi takılıyor ki çıkarırken, inanamazsınız. Zamklanmış gibi. Çıkarırken kafanızı da yukarı çıkarıp koparmaya çalışıyor kazak. Güçbela her gece onu da çıkardık, emme buz gibin odada geceleri havanın da 10 derece civarı soğuduğunu düşünürsek, beynin büzzük kıvamına geldiğini anlayabilirsiniz. İlk birkaç gün kafama hiç bişey sarmayı akıl edemedim. Geceleri kafayı yorganın içine sokuyordum, ama bu türlü de oksijensiz yorganın içinde nefes alamıyorsun haliyle. Sabahlar olmuyor. Sonraki günlerde eşarp gibi bişeyler taktım, tam hatırlayamıyorum. Böyle böyle kışın en soğuk günleri geçti. Ama ne oldu, anı ertelemedik, olması gereken de buydu.

Bu hikaye de zaten dün yine kafayı kazıtmam üstüne aklıma geldi. Yalnız bu sefer kafam atmıştı, saçın yanında sakalı da kestirdim. Çiftlik yumurtasından pek bi farkım kalmadı anlayacağınız. Yani şu durumda kafayı kuluçka makinesine sokup 28 gün bekletsem içinden bişeyler çıkar illa ki. Kendimi ne zamandır bu denli çıplak hissetmemiştim. Kafama dokunuyorum, bomboş, çeneme dokunuyorum, bomboş. Devletin üstüne otopark kuracağı boş araziler kıvamındayım, bi tadilat bekliyorum.

Lan onu da geçtim, kafamdaki kılları kesince, kafam sanki küçülüyor gibi geliyor. Bende öyle bi boyun var ki, Tolga Garipoğlu‘nun boynu halt yemiş yanında. Biraz orantısız imal etmişler gibime geliyor. Kılların kattığı hacim gidince kafam boynuma göre küçük kalıyor sanki. Aynı Tolga Garipoğlu vallaha. Bi yandan da Umut Sarıkaya karikatürlerindeki tiplere benziyor. Dün zaten aynaya baka baka 15 dakika güldüm bu küçük kafalı herif ben miyim diye. Siz siz olun, kıllarınızın kıymetini bilin. Ama iş anı yaşamaya gelince Antarktika‘da olsanız bile kazıtın kafayı. Sonra baktınız, benim gibi kafayı küçük hissediyorsunuz, bende kıl bol, Deli Profesör Pazarlama aracılığıyla ayaklarınıza kadar sunarım. Ha bi de unutmadan kafayı kazıtırsanız dışarı çıkarken mutlak bolcana yağlayıp dolaşın, acayip seksi duruyor.

Ayrıca her ne kadar kıldan gözükmeyen kıvamda bi adam olsam da bu şarkıyı kellere armağan edebilirim diye düşünüyorum.

Yazı bittiğinde “Cenk ve Erdem – Noksan” çalıyordu.