Kafana Ottururum : Super Mario War

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bu aralar, nedendir bilirim, dikkatimi hiçbir şeye tam anlamıyla odaklayamıyorum. Ne ile meşgul olursam olayım sürekli aklım bir başka işte kalıyor. Mesela bu aralar bilgisayar üzerinde e-ticaret olaylarıyla aşırı uğraştığımdan ötürü abonesi olduğum dergileri tam olarak okuyamadığım geliyor aklıma. Bişeyleri okumaktan mahrum kalmak cidden büyük bi ızdırap. Beynimi dağlasalar daha iyi. Akşama kadar mikrodalga sıcağının ortasında şu aletin başında debelenirken sürekli evde bitirmem gereken dergileri düşünüyorum. Aslında sanırsam bu tür şeyleri sorumluluk haline getirmek insana ayrı bi ızdırap haline geliyor. Zevk için yapılan şeyleri bu janra sokmak yedi ölümcül hatadan biri olmasa da öldürmeye ortam hazırlayan hatalardan biri diyebilirim. Gözdeki alerjiyi körüklüyormuş bilgisayar, tohtur bey öyle diyordu. İlk dediğinde içimden “Sktir lan eşşek doktoru” demiş olsam da zamanla Vehbi’nin kerrakesi benim yanıldığımı gösterdi. Gözler yana yakıla bir yerlere bakmamak için çırpınıyor, ama eziyet edip okuyorum. Sonuçta bir sonraki ayın 29 civarına kadar mühlet var. Dergi aboneliği de ayrı bi eziyetmiş, normal piyasaya iniş süresinden 2-3 gün önce elinizde oluyor. Bu sefer dergiyi okurken, blog geliyor aklıma. Sallıyorum, Profondo Rosso‘nun incelemesini okuyorum, aklıma başka bi konu geliyor, bu sefer bloga ne yazacağımı düşünmeye başlıyorum. Ama gözler bi yandan satırları tek tek geçiyor dergide. O anda kendimden öyle bi geçiyorum ki, ne dergiye ne de yazacağım yazıya odaklanabiliyorum. Elde blogla ilgili birkaç fikir kalıyor. Dergideki yazının sonuna geldiğimi görüyorum, lakin o yazıdan hatırladığım çok az yer var. Yüzüme gözüme su çarpıp, buzdolabından çıkardığım buz gibin alerji damlasını sıktıktan sonra, mühim olduğunu düşündüğüm için tekrar okuyorum. İnsan alışıyor tabi, nelere alışmıyor ki. Sadece belli periyotların üzerinde geçiş aşamalarının ağırlığını biraz hissetmek gerekiyor. Ondan sonra bütün işlerini o anki mevcut durumun rutinine uyduruyorsun. Zaten kolsuz bi adam oturup ayaklarıyla takır takır gitarda “Mary Jane’s Last Dance”i çalıp söyleyebiliyorsa böyle eften püften şeylere yakınmayıp, halimizden memnun olmamız lazım.

Dikkati toparlamam gerektiği zaman, bilgisayar başında çalışırken 5-10 dakikalık mola veriyorum. Önceden belleğin içinde hazır tuttuğum, kolay oynanımlı, aleti edevatı kasmayan oyunlar oluyor tabi. Makinede Half Life 2 Episode 1,2 ve buna benzer oyun dünyasının şaheserleri de yüklü. İş güç olmasa biz de biliyoruz bunları açıp oynamayı. Büyük bi iştahla kurduğum bu Orange Box pakedi arasından sadece Portal‘ı oynamıştım, o da kısa süreli olduğundan ötürü, bilgisayar başına bağlama gibi bir sorunu olmadığından. Oyun oynayan herkes bilir, Valve tarzı ekiplerin yaptığı büyük bütçeli oyunların başına oturduğunuzda saatlerce k.çınız koltuğa yapışır. Şimdi büyük bütçeli oyun diyince, bunun film dünyasıyla karşılaştırılmış bir örneği geldi aklıma. Hani çoğu zaman bağımsız, az miktarda parayla çekilen filmler çoğu Hollywood garabetini solda sıfır bırakır ya, acaba oyun dünyasında buna benzer durumlar yaşanıyor mu? Mesela bi İtalyan’ın 2-3 kişilik ekiple yaptığı bi oyun aynı şekilde kendine has kitlesini oluşturabiliyor mu? Her oyunun genel olarak ekran kartı satış piyasasını coşturma amacıyla yapıldığını düşünürsek bu pek mümkün gibi gözükmüyor.

Beyin kemirgenlerine daha fazla malzeme vermeden küçük oyunlar konusuna geri dönüyorum. Bence minik oyunlar, yarım saat sonra misafirinin gözünün içine gitsin diye bakan ev sahibi gibi olmalı. Oynayan adam, 10, bilemedin 30 dakika sonra sıkkınlığı hissedip otomatikman atmalı elinden. Zira öbür türlü haddini aşan bi oyun olduğu vakit, ufak oyun olmasının bi manası yok. Sonuçta bu tür oyunlar genelde patronundan kaçamaklar yapan, ara sıra sıkkınlık geçiren ofis insanları için yapılır. Öyle bir kaide olmasa da DİE DİE DİE my darling (Devlet İstatistik Enstitüsü) kurumuna versek buna benzer sonuçlar çıkabilirdi, tabi Tayyip’in ofis adamlarına karşı bi kini yoksa. Şayet öyle bişey varsa sonuçlarda ev hanımları bile zirvede çıkabilir. Çok pis istatistik oyanamaları yapar, Başbakanım diye demiyorum. Ama aynı zamanda bu büyümüş de küçülmüş oyunlar bi yandan da misafiri o an uğurluyor olmanın verdiği rahatlıkla “Bir daha bekleriz” diyen pişkin ev sahibi kadar da davetkar ve rahat olmalı. Sıkıldığımız mini oyun sürekli tekrar etse de bi şekilde puan yapmak, rekor geliştirmek için başına dönmeliyiz. Tabi ki ne olursa olsun, 30 kullanımı aşmaması gerektiğini düşünenlerdenim.

Super Mario War da üç aşağı beş yukarı bu tanımlamalara uyan türden. Mario dedim diye korkmayın, piyasada dolaşan, daha doğrusu sürünen diğer Mario klonları ve hacklerinden biri değil. Bu arada o hackler ne kadar komik oluyor. 1 in 1000000000 atari kasetlerini hazırlayan kişilerin hem sahtekar, hem de bir o kadar idealist ve dürüst oluşunun göstergesi. 60000000 tane Mario oyunu olsa bile hiçbiri birbirine benzemiyor. Ufak tefek faklılıklar oluyor illa. Mesela birinde Mario’un burnu daha büyük olurken, diğerinde gangster tipinde oluyor (Super Marlon). İtalyan Mario’ma da yakışır aslında. Gangster muslukçu. Bir diğerinde ise üstünde yürünen platformlar ya da gafanızı vurup altın çıkardığınız o sarı şeyler değişik oluyor. Bölüm hepsinde aynı. O kadar kusur kadı kızında da olur. Zaten hepiniz biliyorsunuz.

Bu oyunda konsept olarak Bros. adını verdiğimiz, pek çok kişinin Mario’nun soyadı olduğunu sandığı kardeşlik durumu, farklı bir konsepte dönüşüyor. Tosbağasıdır, kirpisidir, otu böceğidir bunların pek de bir önemi kalmıyor. Aslen tasarlayan adamlar kardeşi kardeşe kırdırmak amacıyla yapmış. Artık cephede sırt sırta s
avaşan, düşman, ittifak ayrımı yok. Luigi ile Mario’nun arası miras sorunu yüzünden birbirini bıçaklayan eşşek kadar kardeşlerden bile daha açık. Herkes bulduğunun kafasının üstüne zıplayıp, o meşhur “
lap” sesini çıkarmanın savaşında. Oyuna doğrudan girmek isterseniz savaşacağınız kişi standart olarak kadim kardeşiniz Luigi oluyor. “Sırf Luigi yetmez” ya da “Okey masasını dörtlemek istiyorum” derseniz toplamda 3 rakibe kadar, Donkey Kong‘dan tutun da Zelda‘ya kadar geniş bi yelpazede istediğiniz rakibi seçip, kumandayı bilgisayarın eline veriyorsunuz. Tabi ben en çok motosikletli adamı sevdim. O eski Türk filmlerinde elinde zincirle kadının etrafında dönen çakal motorcular gibi aynı. Daha sonra isterseniz tek harita seçip orada birbirinizi kırabilir veyahut turnuva seçip 7-8 maçta aldığınız puana göre zirveye çıkarsınız. 3 tane rakiple savaştığınızda oyun tam anlamıyla evlere şenlik oluyor. Bir rakibinizin tepesine hoplarken, bir de bakıyorsunuz 300 tonluk Donkey Kong kafanızın üstüne monte olmuş. G.tünden. Oyunun oynanırlık süresini uzatmak amacıyla pek çok mod eklemiş ekip. Süre limitli, öldürme limitli, bayrak taşıma, siyah yıldız, survival, tavuk ve bunun gibi sayamadığım pek çok eğlenceli mod var. Hepsini kesinlikle tek tek denemelisiniz. Bir de her haritada o kafanızla vurup içinden silah çıkardığınız soru işareti kutularından var. Kutunun içinden çıkan silahlar rakibinize karşı oldukça üstün duruma taşıyor sizi. Çekiç, ateş topu, tosbağa kabuğu, yıldız, bomba gibi bi yığın silah var. Yalnız rakibiniz de alırsa affetmiyor tabi. Alnınızın çatından çok iyi mıhlar kendisi. Ama ara sıra yapay zekasının sapıttığı da oluyor. O zaman vur ensesine, al lokmasını kıvamına geliyor.

Son derece canlı renkleriyle eğlenceli bölük pörçük onar dakikalık periyotlar sunan bu oyun, bana göre orjinal Mario serisinden sonra, tabi bi de karting var, en iyi oyunlardan biri. Sırf o motorcu karakterle kafaları ezmek için bile oynanabilir. Ayrıca bu oyunu alana yanında bir de kötü Mario klonu olarak ibreti alem olsun diye su pompalayarak uçma türünde devrim yapmış Super Mario Pac‘i veriyorum. 1.yi sevin, 2.den nefret edin. Duygu yoğunluğuna boğulun sevgili blog kemirgeni insan güruhları. Rise and Shine!

Download : Super Mario War

Kötü Mario Klonu Olarak İbret-i Alem Olsun Special Download : Mario Pac

Yazı bittiğinde “Glenn Hughes – First Underground Nuclear Kitchen” çalıyordu.

Bu yazılar da üsttekini andırıyo gibi

 Yorumunu ekle

6 yorum yapılmış bu güzide postaya

  1. henster Der ki:

    Benim gibi bilgisayar başında gözlük kullan. :) Doktorun sözünü de yabana atma.

  2. otopsiraporu Der ki:

    doktor ufak oyunlarla uğraşır mı yahu :) eşşek doktoru :D

  3. aente Der ki:

    half life’ı sevdik ki yaradandan ötürü. bugün bir half life 1 ve modları (örneğin cs) 9 senedir halen oynanıyorsa, re$pect to valve, yo yo! demekten başka yapacak bir şey kalmıyor.

  4. Deli Profesör Der ki:

    @henster Valla alerji için benim bildiğim gözlük yok. Öyle olsa 80 kere doktora gidişimin birinde verirdi. Doktorum insafsız değil :D

    @otopsiraporu Valla çok güzel uğraşılıyor. Luiginin kafaya löp diye oturmanın zevkini hangi oyun verebilir :D

    @aente Aslında var hocam. Bu heriflerin harcadığı bu güzel emeğe saygı babında en azından Half Life oyunlarından birini orjinal almamız lazım diye düşünüyorum :)

  5. artificial Der ki:

    bilmiyorum bilerek mi yazdın bilmeyerek mi ama : ‘ Bişeyleri okumaktan ^^mahsur^^ kalmak cidden büyük bi ızdırap’ mahsur, mahrum olcak..

    yazının gerisini okumadım daha, hemen bi uyarayım dedim. çok sevindim galiba hata bulduğum için :)

  6. Deli Profesör Der ki:

    Beyin .mcıklaması ve dikkat dağınıklığından boşuna yakınmadım bu yazıda :D Yazarken ulan bu başka bişeydi diye düşündüm 1 dakika. Ondan sonra aklımdakiler de uçmasın diye devam ettim. Orayı da unuttum tabi :D

Anlat derdini Marko Paşaya