Arşiv: Nisan, 2008

Edgar Allan Poe – The Raven

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bu güzel Cumartesi gününde,Vista Service Pack 1′i yüklediğim şu anda bir çaresizlik hissettim.İnternete girememenin verdiği bir çaresizlik.Zira Service Pack resmen köklenmişçesine internetin en yüksek süratini sömürerek iniyordu hard diskime.Neyse ki tünelin ucundaki ışığa az kaldı.Bu çaresizliğin ortasında biçare ışık ararken,birden Edgar Allan Poe geldi aklıma,ve onun dünya edebiyatına armağan ettiği en büyük eserlerden birisi olan “The Raven“.”Koskoca blog açmışım,bu şiir üstüne bi iki kelam edip yayınlamadan olmaz.” dedim.

1809′da doğan bu şairane ruhlu insan dünya edebiyatına yazım ve tür olarak pek çok etki yapmıştır.Dehşet,korku ve çaresizlik gibi kavramlara şiirlerinde çok rastlarız.Pek çok şaire ve yazara yazacakları metinlerde yol gösterecek olsa da ömrü maddi sıkıntılarla dolu geçmiştir.Raven’da da onu kederlere gark eden,aşkı Lenore’dan bolca bahsetmiştir.Eşi Lenore öldükten 2 yıl sonra da kendisi 40 yaşında hayata veda etmiştir.Ve mezar taşında “Dedi Kuzgun : Hiçbir zaman.” yazar.

Raven’ın sadece Türkçe metnini yayınlamayı düşündüm ama orjinal metnin lezzetini vermiyor.Orjinali neredeyse çevirisinden 5 kat daha kuvvetli his veriyor.Bu yüzden 2 metni birden koydum.İlk Türkçesini okuyup anladıktan sonra orjinal yazımını okur ve farkı anlarsınız.Son olarak da,her ne kadar her yazının sonunda “Devamını Oku” tuşu olsa da,tıkladığınızda pek devamı olduğunu görmemişsinizdir.Şiir uzun olduğu için o şekilde koyma gereğini hissettim.Bu sefer tıklayabilirsiniz.

THE RAVEN

Once upon a midnight dreary, while I pondered, weak and weary,
Over many a quaint and curious volume of forgotten lore–
While I nodded, nearly napping, suddenly there came a tapping,
As of some one gently rapping, rapping at my chamber door.
“‘Tis some visiter,” I muttered, “tapping at my chamber door–
Only this and nothing more.”

Ah, distinctly I remember it was in the bleak December,
And each separate dying ember wrought its ghost upon the floor.
Eagerly I wished the morrow;–vainly I had sought to borrow
From my books surcease of sorrow–sorrow for the lost Lenore–
For the rare and radiant maiden whom the angels name Lenore–
Nameless here for evermore.

And the silken sad uncertain rustling of each purple curtain
Thrilled me–filled me with fantastic terrors never felt before;
So that now, to still the beating of my heart, I stood repeating
“‘Tis some visiter entreating entrance at my chamber door–
Some late visiter entreating entrance at my chamber door;
This it is and nothing more.”

Presently my soul grew stronger; hesitating then no longer,
“Sir,” said I, “or Madam, truly your forgiveness I implore;
But the fact is I was napping, and so gently you came rapping,
And so faintly you came tapping, tapping at my chamber door,
That I scarce was sure I heard you”–here I opened wide the door–
Darkness there and nothing more.

Deep into that darkness peering, long I stood there wondering, fearing,
Doubting, dreaming dreams no mortals ever dared to dream before;
But the silence was unbroken, and the stillness gave no token,
And the only word there spoken was the whispered word, “Lenore?”
This I whispered, and an echo murmured back the word, “Lenore!”–
Merely this and nothing more.

Back into the chamber turning, all my sour within me burning,
Soon again I heard a tapping something louder than before.
“Surely,” said I, “surely that is something at my window lattice;
Let me see, then, what thereat is and this mystery explore–
Let my heart be still a moment and this mystery explore;–
‘Tis the wind and nothing more.

Open here I flung the shutter, when, with many a flirt and flutter,
In there stepped a stately Raven of the saintly days of yore.
Not the least obeisance made he; not a minute stopped or stayed he,
But, with mien of lord or lady, perched above my chamber door–
Perched upon a bust of Pallas just above my chamber door–
Perched, and sat, and nothing more.

Then the ebony bird beguiling my sad fancy into smiling,
By the grave and stern decorum of the countenance it wore,
“Though thy crest be shorn and shaven, thou,” I said, “art sure no craven,
Ghastly grim and ancient Raven wandering from the Nightly shore–
Tell me what thy lordly name is on the Night’s Plutonian shore!”
Quoth the Raven, “Nevermore.”

Much I marvelled this ungainly fowl to hear discourse so plainly,
Though its answer little meaning–little relevancy bore;
For we cannot help agreeing that no living human being
Ever yet was blessed with seeing bird above his chamber door–
Bird or beast upon the sculptured bust above his chamber door,
With such name as “Nevermore.”

But the Raven, sitting lonely on that placid bust, spoke only
That one word, as if its soul in that one word he did outpour
Nothing farther then he uttered; not a feather then he fluttered–
Till I scarcely more than muttered: “Other friends have flown before–
On the morrow he will leave me, as my Hopes have flown before.”
Then the bird said “Nevermore.”

Startled at the stillness broken by reply so aptly spoken,
“Doubtless,” said I, “what it utters is its only stock and store,
Caught from some unhappy master whom unmerciful Disaster
Followed fast and followed faster till his songs one burden bore–
Till the dirges of his Hope that melancholy burden bore
Of ‘Never–nevermore.’”

But the Raven still beguiling all my sad soul into smiling,
Straight I wheeled a cushioned seat in front of bird and bust and door;
Then, upon the velvet sinking, I betook myself to linking
Fancy unto fancy, thinking what this ominous bird of yore–
What this grim, ungainly, ghastly, gaunt, and ominous bird of yore
Meant in croaking “Nevermore.”

This I sat engaged in guessing, but no syllable expressing
To the fowl whose fiery eyes now burned into my bosom’s core;
This and more I sat divining, with my head at ease reclining
On the cushion’s velvet lining that the lamp-light gloated o’er,
But whose velvet violet lining with the lamp-light gloating o’er
She shall press, ah, nevermore!

Then, methought, the air grew denser, perfumed from an unseen censer
Swung by Seraphim whose foot-falls tinkled on the tufted floor.
“Wretch,” I cried, “thy God hath lent thee–by these angels he hath sent thee
Respite–respite and nepenthe from thy memories of Lenore!
Quaff, oh quaff this kind nepenthe and forget this lost Lenore!”
Quoth the Raven, “Nevermore.”

“Prophet!” said I, “thi
ng of evil!–prophet still, if bird or devil!–
Whether Tempter sent, or whether tempest tossed thee here ashore,
Desolate, yet all undaunted, on this desert land enchanted–
On this home by Horror haunted–tell me truly, I implore–
Is there–is there balm in Gilead?–tell me–tell me, I implore!”
Quoth the Raven, “Nevermore.”

“Prophet!” said I, “thing of evil!–prophet still, if bird or devil!
By that Heaven that bends above us–by that God we both adore–
Tell this soul with sorrow laden if, within the distant Aidenn,
It shall clasp a sainted maiden whom the angels name Lenore–
Clasp a rare and radiant maiden whom the angels name Lenore.”
Quoth the Raven, “Nevermore.”

“Be that our sign of parting, bird or fiend!” I shrieked, upstarting–
“Get thee back into the tempest and the Night’s Plutonian shore!
Leave no black plume as a token of that lie thy soul has spoken!
Leave my loneliness unbroken!–quit the bust above my door!
Take thy beak from out my heart, and take thy form from off my door!”
Quoth the Raven, “Nevermore.”

And the Raven, never flitting, still is sitting, still is sitting
On the pallid bust of Pallas just above my chamber door;
And his eyes have all the seeming of a demon’s that is dreaming
And the lamp-light o’er him streaming throws his shadows on the floor;
And my soul from out that shadow that lies floating on the floor
Shall be lifted–nevermore!

KUZGUN

Bir vakitler bir gece yarısı sıkkın, kafa yoruyorken, yorgun argın,
Unutulmuş eski ilimlerin garip ve acayip kitap ciltleri üzerine ben-
Kestiriyordum, tam dalacağım esnada, ani bir tıkırtı geldi öteden,
Odamın kapısını kibarca birisi vuruyor, vuruyordu sanki tak tak.
‘Bu’, diye söylendim, ‘odamın kapısını tıklatılıp duran bir konuk,
Sadece bu, başka bir şey yok.’

Anımsıyorum ah çok kesin, bir Aralık ayındaydık, rüzgârlı, hazin,
Ölen her bir köz parçası dövüp işliyordu yer döşemesine ruhunu.
Sabahı diledim arzuyla; Ben boşu boşuna ödünç bir avuntuyu
Arıyordum acı dindirici kitaplarımda, acısı için Lenore’ un, o yitik,
O meleklerin Lenore dedikleri kızın, o eşsizin, ışıyanın ışık ışık,
O burada adı anılmayanın artık.

Ve titretiyor, erguvani perdelerin ipeksi, kederli, belirsiz hışırtısı
Öylesine dolduruyordu ki içimi hiç duyulmamış tuhaf korkularla
Nihayet kalp çarpıntımı bastırmak için tekrarladım kalkıp ayağa
‘Bu, odamın kapısında içeri geçmeye yalvaran biri, bir konuk
Bu, oda kapımdan gireyim diye yalvaran geç kalmış bir konuk
Budur ancak, başka bir şey yok.’

Çok geçmeden topladım cesaretimi, uzatmadan tereddütümü
‘Bayım ya da Madam, içtenliğimle bağışlamanızı ediyorum rica,
Şöyle bir şey oldu fakat, uyukluyordum ben, sizse öyle kibarca
Gelip çaldınız oda kapımı, öyle belli belirsiz tıklattınız ki tık tık,
Tam emin değilim sizi işittiğimden.’- dediğimde açtım kapıyı
ardına dek: -
Bir şey yoktu, karanlık vardı dışarıda bir tek.

O karanlığın derinliğine dikkatle bakarak, orda durdum, merak,
Korku, kuşku duyarak, daha önce hiç bir faninin cüret edemediği düşler kurarak uzun süre.
Bozulmadı sessizlik lakin, karanlık vermedi bana bir emare,
Ve fısıldaşılan ‘Lenore! ‘ sözcüğüydü, orada tek söylenen sözcük,
Fısıldadığım ‘Lenore! ‘, bir yankıyla mırıltılı geri dönen sözcük,
Başka bir şey değil buydu ancak.

Odama geri döndüğümde ben, ruhum tutuşmuştu tamamen,
Çok geçmeden öncekinden daha yüksek bir tıkırtı işittim tekrar.
‘Eminim’, dedim, ‘pencere kafesinde eminim hayret bir şey var;
O halde, şu esrarı araştırmam, neymiş orada ki görmem gerek-
Bir araştırayım şu esrarı, kalbim bir anlık sakin olman gerek:-
Rüzgâr bu daha başkası yok.’

Panjuru hızla açınca, girdi o an, oradan içeriye çırpına uça,
Çok eskideki kutsal günlerden gelme haşmetli bir Kuzgun;
Göstermeksizin en ufak bir saygı, bir azcık dur durak olsun,
Lort veya leydi edasıyla tünedi oda kapımın üstüne konarak-
Tünedi oda kapımın tam üstündeki Pallas büstüne konarak-
Tünedi, oturdu, hepsi bu dahası yok.

Takındığı ifadenin haşin ve ciddi adabı bu abanoz kuşun,
Kederli hayallerimi gülümsemeye çevirdi sonra hemen,
‘Korkak değilsin sen’ dedim, ‘kırpık, tıraşlı tepeliğine rağmen
Söyle bana, senin lorda yaraşır ismin nedir Gece’nin Plutonik
Kıyısında, Gece’nin kıyısından gelen, korkunç, amansız ve antik
Kuzgun! ‘ Dedi ki, ‘Asla Olmayacak.’

Açıkça duymaktan böyle düzgün konuşmasını bu çirkin kuşun
Hayrete düştüm, anlamı, alakası zayıf olsa da cevabının;
Kabul edelim ki henüz ihsan edilmemiştir odasında kapının
Üzerinde bir kuş görmek yaşayan bir insana şimdiye dek-
Oda kapısı üstündeki yontu büstte, adı Asla Olmayacak
Gibisinden bir kuş ya da hayvan görmek.

Fakat o yumuşak büstün üstünde bir başına oturdu, söyledi sade
O bir tek sözcüğü, sanki o bir tek sözcükle dökercesine içini.
Daha ne bir tüyünü oynattı Kuzgun, ne de bir şey söyledi yeni,
Ta ki ben ‘Diğer dostlar önceden uçtular’ diye mırıldanana dek,
‘ Uçup giden umutlarım gibi önceden, o beni yarın edecek terk.’
O zaman kuş dedi ki ‘Asla olmayacak.’

Yerinde verilmiş bu cevapla bozulmuş dinginlikte irkilmiş,
‘Kuşkusuz’ dedim, ‘sarf ettiği laflar peşindeki merhametsiz yıkım
Tarafından izi sürülmüş mutsuz bir üstattan kaptığı tek birikim,
Öyle ki, izi şarkıları tek nakarat olana dek sürülmüş gittikçe çabuk
İzi umutlarına ağıt olana dek sürülmüş o bir tek melankolik
Nakarat, ‘Asla’, diyen ‘asla olmayacak.’ ‘

Fakat hala sevk ediyordu üzgün ruhumu gülümsemeye kuzgun,
Bir iskemleyi dosdoğru kuşun büstün ve kapının önüne çektim;
Sonra kadife mindere çöktüm, kendimi düşü düşe eklemeye bıraktım
Bu uğursuz geçmiş zaman kuşunun ne olduğunu düşünerek,
Ve bu katı kaba korkunç kuru geçmiş zaman kuşunun ne demek
İstediğini, ‘Asla olmayacak’ diye gaklayarak.

Bunu sezinlemeye çalışarak oturdum, tek hece söylemeden durdum
Ateş gibi gözleri şimdi göğsümün içinde yanmakta olan kuşa,
Bunu ve dahasını düşünerek oturdum, başım dayalı rahatça,
Seyrettiği kadifeye, lamba ışığının şeytanca zevklenerek,
Lamba ışığının zevkle seyrettiği mor kadifeye yaslanamayacak
Fakat o, ah bu asla olmayacak.

Derken, sanki hava ağırlaştı çöktü, görünmez bir buhurdandan esanslar koktu
Sallanan, adımları tüy kaplı zeminde çıngırdayan Meleklerce sola sağa.
‘Zavallı’ dedim kendime, ‘Tanrın sana ödünç verdi, gönderdi bu Seraphimlerle sana,
Soluklan, rahatlan ve Lenore’un anılarının acısından arın artık,
İç, kana kana iç, bu acılardan arındırıcı iksiri ve unut o yitik
Lenore’u. Kuzgun dedi ki ‘Asla olmayacak’.

‘Kötücül şey! ‘ dedim, ‘Kâhin! Kuş da olsan iblis de yine de kâhinsin!
Yoldan Çıkarıcı göndermişse de, fırtına fırlatılmışsa da seni bu yakaya,
Yapayalnız ama yine de gözü pek, büyülenmiş bu çöllük ülkeye,
Dehşet uğrağı bu evin üstüne, var mı, yalvarırım, söyle bana neyse gerçek,
Şifalı bitkisel bir merhem Gilead’da, yalvarırım, söyle bana apaçık.
Kuzgun dedi ki
‘Asla olmayacak’.

‘Kötücül şey! ‘ dedim, ‘Kâhin! Kuş da olsan iblis de yine de kâhinsin!
Üstümüzde uzanan cennetin, ikimizin de tapındığı tanrının adına
Söyle, bu gamlı ruh uzak Aden’de sarılabilecek mi o genç kadına
Meleklerin Lenore dedikleri o azizeyi sarabilecek mi kucaklayarak,
Meleklerin Lenore diye çağırdıkları o ışıyan, o eşi benzeri yok
Kadını. Kuzgun dedi ki ‘Asla olmayacak’.

‘Kuş ya da iblis! ‘ diye haykırdım, ‘Ayrılığımızın işareti olsun o söz,
Katıl ona, o fırtına ile Gece’nin Plutonik kıyısına geri dön,
Git söylediğin yalanın izi gibi kara bir tüy bile bırakmadan,
Yalnızlığımı bozmadan git! Kapımın üstündeki büstten kalk!
Gaganı kalbimden çıkart, suretini kapımdan çek! ‘
Kuzgun dedi ki ‘Asla olmayacak’.

Ve Kuzgun uçmadan hiç bir yana, hala oturuyor, oturuyor hala,
Oda kapımın hemen üstündeki solgun büstünde Pallas’ın;
Ve gözleri tamı tamına benziyor gözlerine düş kuran bir iblisin,
Ve lamba ışığı zemine vuruyor gölgesini onun üzerinden akarak,
Ve ruhum zeminde dalgalanarak uzanan bu gölgesinden onun
Hiç sıyrılamayacak, asla olmayacak.

Werner Herzog ve Klaus Kinski

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

“Deli deliyi dakikada bulur.” diye boşuna demiyorlar sanırım.Alman sinemasının önemli yönetmenlerinden Werner Herzog‘un manyak ötesi bi adam olduğu su götürmez gerçek.Kaç tane manyak zihinsel özürlü bir oyuncuyu sinema yıldızı yapmaya çalışır ya da bir filmi için 10.000 tane fareyi tek tek elle beyaza boyatır?Hadi Fatih Sultan Mehmet çok önemli ihtiyaçtan yağlı kazıktan taşıtmış su araçlarını.Ya bu manyağa ne demeli?350 tonluk gemiyi film seti için dağın üstünden geçirtmeye çalışmış.Manyak olduğunu her daim kabul etmiş.Ben de onun gibi sinemanın manyak işi olduğuna inananlardanım.Bu yüzden iyi ki yönetmen olduğunu düşünüyorum.Böyle bir manyak başka bir meslek yapsa kim bilir kendine ve etrafa ne zararlar verirdi?Keza Klaus Kinski de öyle.Bir manyağın yanından diğeri eksik olmaz ya,bunlarınki de o hesap.Nosferatu’nun yandan yemişi Kinski’nin setlerde çıkardığı huzursuzluklar,terketmeleri ve yönetmenlerle anlaşamama durumları bir efsanedir.Çivi çiviyi söker kardeşim,verin bu iki manyağı birbirine.Haaah.Werzog Klaus’u pek çok filmde oynatmaya uğraşmış.Ne uğraş ama!Film çekimleri sırasında birbirlerine ciddi ciddi silah çekermiş bu ikili.Zira Klaus sürekli bunalıp,seti terketmek istiyormuş.Döve döve de olsa filmi tamamlıyormuş Herzog.Şimdiki gibi oyuncu-yönetmen hürmeti hak getire.Geçen No Country For Old Men‘in yapım aşamasını okuyordum.Oyuncular hep Coen Kardeşler‘den çok tırstığını belirtiyordu.Arada bi mesafe var yani.Ama hangisi daha iyi derseniz,araya silah girmeme şartı ile biraz daha enseye tokat g.te parmak olunabileceğini düşünüyorum.Yukarıdaki resim de yine her zamanki set anlaşmazlıklarından birinde çekilmiş.Klaus’u bırak gece,gündüz görsem korkarım.Nasıl bi hiddetle atlamış adamın üstüne öyle.Unutmadan,bu ikilinin kanlı bıçaklı dostluk-düşmanlık karışımı ilişkisine uzun metrajda tanık olmak isterseniz sizi Mein Liebster Feind (Sevgili Can Düşmanım) filmine alayım.

KINSKI’YE GÜZELLEME

Gündüzü yarıp geçen
Kapkara bir karanlık gibidir Kinski
Ne vakit sette bana tetik çekse
Derim ki : “Beyimdir,düğer de sever de”
Ama ne yalan söyliyim
Tipin de g.tüme benziyo be Kinski

Deli Profesör

Yazı bittiğinde “Automatic – Monster” çalıyordu.

Det Sjunde Inseglet (1957)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör


Takva filminde iyiyle kötüyü sorgulamaktan yorulan Muharrem‘in kafayı yemesine ramak kalmışken şu cümleler okunuyordu arka planında : “Yalnızdım./Seni düşündüm./Seni düşündüm./Yalnızım.” Tasavvufu tam anlamıyla anlatabilen yegane cümlelerdir bunlar.Aynı bu sorgulamadan ibarettir hayatımız.Tabi bişeylere inananlardan bahsediyorum.Sadece Tanrı ile sınırlandırmasak da olur.Birine karşı aşk ya da diğer manevi duygular.Sürekli hayatımız boyunca inandığımız kavramları bu şekilde sorgularız.Yanıt aldığımız çok nadir olur,ama yine sorgulamamız bitmez.

Bazıları pek çoğumuz gibi daha yüzeysel takılırken,yönetmenler aleminden geçen yaz kaybettiğimiz bir üstad,Ingmar Bergman,kendi çağını aşırı derecede aşacak şekilde bu sorgulamaları yapıyordu.Anlatım kuvveti o kadar güçlü bir insandı ki,herhangi bir filmini izleyen insanların bişeyleri sorgulaması kaçınılmazdı.Zaten hayatın anlamı da tadı da o zaman çıkmaz mı?”Bu ne?” diye sormak gerekir,senelerce onun ne olduğunu tahmin etmek yerine.

Det Sjunde Inseglet (The Seventh Seal – Yedinci Mühür) yönetmenin sorgulamasının ve soru işaretlerinin tavan yaptığı bir başyapıttır adeta.Kendi sorularını karakterlerin üzerine yükler.Haçlı seferlerinden dönen bir şövalye ve yanındaki seyisi üzerine.Şövalye inanç boşluğu içerisinde ve kafası pek çok soru işaretleriyle dolu.Sordukça sorar,insanların içine düğümler ekler.Yanındaki seyis ise Tanrıdan çoktan vazgeçmiştir.Kendi düşüncesi etrafında yanıtlar şövalyeyi.Dönüş sırasında bir an şövalye bir sahil kenarında Ölüm‘le yüzleşirken bulur kendisini.Ingmar Bergman’ın metaforik anlatımının zirve noktasıdır burası.Şövalyenin de hayata anlam katmasının yeni bir parçası.Ölüm’e bir satranç maçı teklif eder şövalye.Kazanırsa yaşayacak,kaybederse ölecektir.Oyuna başlarlar ve maç arasında çeşitli sorgulamalar ve plan değişimleriyle ilerler film.

Vebanın Tanrının insanlara bir cezası olduğunu düşünen hastalıklı toplulukların birbirlerini zincirlerle dövmesi,salgın kaynağı olarak düşünülen kızın öldürülmesi gibi pek çok çarpıcı sahnesi vardır.Hikayenin diğer tarafına yerleştirdikleri tiyatrocu aile ile bir yandan da metaforunu devam ettirir Bergman.Hepsinin yolları kesişecektir ileride. Film zekice hazırlanmış diyalogları ve insanın beyninde ağrılara sebep olan aşk,din,ölüm ve tanrı üzerine sorgulamalarıyla mükemmel bir seyirlik.O kadar derin bir anlatım yapısı var ki,bazı anlara o kadar çeşitli anlamlar yükleyebilirsiniz ki,bu sebepten dolayı filmi birkaç kere izlemeniz gerekebilir gerçekten anlayabilmek için.Bengt Ekerot,çıkardığı Ölüm karakteriyle beni benden alıyor,yarı mizahi,yarı ciddi tablosuyla.Max Von Sydow ve Gunnar Björnstrand mükemmel bir şövalye ve yardımcısı ikilisi sergileyerek Bergman’ın sorgulamalarının ve cevaplarının hakkını sonuna kadar veriyorlar.

Şimdi mi izlersiniz,yoksa 60 yaşında ölüme yaklaştığınızda mı bilmiyorum ama kesinlikle ölmeden önce izleyip,çok önemli mesajları çıkarmanız gerekiyor.Google Adsense reklamlarında yazdığı gibi “Bi Tanrı Var Mı?” diye yazmakla bitmiyor iş.Gerçekten doğru şeyler üstüne yönelmek gerekiyor.Bergman bunu başardığı için mezarında büyük ihtimalle çok huzurlu bir şekilde uyuyordur.Eğer varsa,diğer tarafta onu şeytanların bile alkışladığına eminim.Gördünüz mü?Artık sinemayı sevmek için bir sebebiniz daha var!

(Niye delirdim sanıyorsunuz?Sorgulamaktan.)

A-Style ve Sıradışı Logosu

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Bu Pazar Moto GP‘yi izlerken,spiker yanındaki motor sporları işi içinde bulunan,adını bilmediğim adama sordu : “Sizce Valentino Rossi,eski dünya şampiyonu mu?” Bu sorunun yanıtını duymaktan gerçekten çok ürktüm.Valentino Rossi beni Moto GP’ye bağlayan kişiydi.Pek çok izleyicisi gibi ben de kendimden çok şey buluyordum onu izlerken.Ve Moto GP’ye kattıkları tartışılmaz.Adam yanıtladı : “Evet,bence eski dünya şampiyonu.Düşünsenize adam defalarca dünya şampiyonu olmuş.Artık bi amacı kalmamış bu alanda.Şu an sadece eğlencesine yarıştığını söyleyebilirim.” Rossi’nin son yarışlarda çıkardığı performans da bu sözleri doğrular nitelikteydi.Öyle bir pilot ki kendisi,bir yarışa 6. veya 7. bile başlasa rahatça 1. sırada bitirebilir,tabi gerçekten yarışırsa.Ama bu sezon böyle yapmıyor.Kolayca,en zor virajlarda bile herkesi teker teker geçip birinciliğe çıktıktan sonra bırakıveriyor yarışı,geri arkalara atıyor kendisini.Motoru Yamaha dandik diye düşünmek istiyorum ama Lorenzo da aynı motoru kullanıyor ve bir çaylak olarak 1. oldu o motorla bu sezon.Rossi henüz genç bir pilot.Moto GP’de yapacakları bitmiş olabilir ama Formula 1‘e geçerse yine o müthiş hırsıyla bize eğlenceli yarışlar yaşatacağına eminim.

Aslında konu bu değildi.Konu,her Moto GP yarışında gördüğüm ilginç bir logo.İlk başlarda naçizane bir logodan farkı yoktu benim için.Sağda solda reklamlardan tutun da,hatunizadelerin üstündeki o güzel elbiselere kadar her yerde bu logoyu görünce merak uyandırdı içimde tabii.Google’a A-Style diye yazdım.Görseller kısmına baktım ilk önce.Logodaki şeklin ne olduğunu anlamam fazla uzun sürmedi.Böyle bi logoyla bi firmayı dünya markası yapmak gerçekten cesaret işi.Giyim kuşam firmasından ziyade,bi porno firmasının logosuna benziyor.Sitelerine girdim,çok güzel ürünleri var,logolarında kullandıkları geyik havayı yaşatır nitelikte ürünler.Yani en azından içinde daş gibin,gaya gibin hatunların olduğu elbiseler güzel geliyor bana.Üstünde “I Love A-Style” yazan bi hatunla neler yapılmaz ki.Sanırım cesaretinden dolayı bu firmayı kendi çapımda en iyi 5 logo listeme sokabilirim.Ben de bi firma kursam buna benzer bi muzırlık yapardım muhtemelen.

Aklıma,“Mod Pimp” yazan kazağı giyen adam geldi bi an.Beterin beteri var,görsün.”I Love A-Style” yazan t-shirtle dolaşsa g.tü zor kurtarırdı.

Yazı bittiğinde “Ahleuchatistas – K-Bit” çalıyordu.

Kultur Shock – FUCC the INS (2001)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Elimizde öylesine değerli hazineler var ki,bunlardan yararlanamamak,bunları insanlara tanıtamamak deli ediyor beni.Her ne kadar çoğu insanımızın içi boş davuldan farkı olmasa da kültürümüz bu dediğimin zıttı nitelikte.Düşünsenize bu değerli topraklardan ne kavimler,ne kültürler geçmiş göçmüş.Hepsi de gelip giderken bişeyler katmış.Elimizde kaç bin yıllık kültür var,ama elin yabancısına sorsak,Türkiye’yi bile bilmiyor.Amerika gibi 2 günlük bi ülkeyi ise bilmeyen yok ve bildiğiniz üzere küçücük tarihlerini ve ülkelerini öyle şişiriyorlar ki,insanlar bişey var sanıyor.

Keza müzik de öyle.Hadi şimdiki müziklerimize bakmayın.Herkes dejenere oldu.Eline mikrofon alıp şarkı söyleyen “Sanatçı” oldu.Bozulmadan önce ne eserler çıktı ama bu kültürden,bu topraklardan.Yerel yörelerimizden ne tınılar fırladı anonim.Reklamla dolaşmadı ki bunlar insanların evine,kulağına.İnsanlar beğendikçe dilden dile yaydı.Ne kadar köyümüz,kasabamız varsa hepsi bişeyler kattı bu ülkeye,besledi.Ama bu türkülerimizi bile insanlara satamayacak kadar aciz bi toplum olmaktan öteye gidemedik.

Bizim zengin kültürümüzü alıp alıp kullanıyorlar.Çalınmadık yiyeceğimiz kalmadı en basitinden.Eski,kaliteli müziklerimiz desek,yabancı gruplar yeniden şekillendiriyor.Hani yabancı elden de duymak çok güzel,çok sevindirici.Ama şöyle bi Kultur Shock gibi grubumuz yok muydu,bizim elimizden bu ezgileri çıkaracak?Aslında BabaZula gibi bi efsanemiz var Allah için bizim de,ama pek arka çıkamıyoruz gibi geliyor onlara.Hem grubumuzu kendimiz destekleyemiyoruz,elin ülkesine nasıl satalım?(bkz. Hacı Bektaş Veli anma törenleri etkinliklerinde BabaZula’ya yapılan saygısızlık)

Kultur Shock,Srdjan Jevđević (Bosna – Vokal,trampet,darbuka),Mario Butković (Bosna – Gitar,buzuki),Masashi Kobayashi (Japonya – Bass),Val Kiossovski (Bulgaristan – Gitar,vokal),Christopher Stromquist (Amerika – Davul),Matty Noble (Amerika – Violin) isimlerinden oluşan ve görüldüğü üzere içinde bir adet bile Türk içermeyen,etnik-rock,punk,metal grubu.Çeşitli ülkelerin kültürlerini müziklerine yansıtıyorlar,özellikle de Türk müziklerini,hani şu bizim hiç değer vermediğimiz hazineler var ya,onları.Gogol Bordello gibi türlerinin ender örneklerinden.

Albümlerini ilk dinlediğimde gerçekten çok şaşırdım.Kimi şarkılar sırf Türk ezgilerinden oluşurken,kimileri de farklı bir tarzda giriyor ve birden Türk ezgisine yöneliyordu akabinde.Bunun haricinde Roman havası,Balkan kültürü,Yunan müzikleri en çok etkilendikleri türler.Grubun adının Kultur Shock olması boşuna değil.Bu grubu dinlemek,dünya haritasının üzerinde bir ülkeden diğerine atlamak gibi bişey.Resmen kültürler suratınıza çarpıyor.İşin en güzel yanı,kültürler arasında daldan dala atlarken,saat farkından dolayı doğan rahatsızlığı yaşamıyoruz,bu saf,katıksız bir eğlence.

Şu an size tanıttığım albümün adı FUCC The INS ve grubun ilk çalışması.Bu albümün ardından 2004 yılında Kultura Diktatura ve 2006 yılında We Came to Take Your Jobs Away çıkmış.Kultura Diktatura’yı da dinledim,o da gerçekten mükemmel.Şayet bu albümü indirirseniz,kesinlikle beğenip,diğer 2 albümü de indireceğinizi düşünüyorum.Böyle yabancı ezgilerin içinde,kendi kültürümüzü bulmak apayrı bir keyif.Madem biz yapamıyoruz,kültürümüzü iyi değerlendiren bu mükemmel insanlara şapka çıkaralım.

MUHTEVİYAT : 1.Nadjia , 2.Seamtress & the Officers , 3.Montenegro H.C. , 4.Radio Gitana , 5.Haide Yano , 6.Chororo , 7.Mastika , 8.Zora , 9.How to FUCC Songs & Irritate , 10.Backdoor Boyz , 11.FUCC The INS