‘ Sinema ’ Mevzubahis Arşivi

Ed Wood (1994)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Sinema zor iştir.Her aşamasında binlerce insanın uğraşması gereken bir iş.Fikrin oluşumundaki temel olan senaryodan tutun,kameramanlara,filmi finanse eden adamlardan,dağıtıcı firmalara kadar.Tam bir ekip işi.Elindeki fikrin güzel olmasına rağmen onu süsleyip satamadığın sürece,kimse seni takdir etmeyecektir.

Tıpkı Orson Welles gibi.1915 yılında doğan bu deha çocuk,2 yaşından itibaren pek çok başarılara imza atmıştır.Sinema konusunda da hem prodüktörlük,hem senaristlik,hem yazarlık hem de oyunculuk yaparak çok mükemmel bir performans sergilemiştir.Aslında her işi yapmaya kalkışmak bir başarı değildir.Çoğu insan böyle birşeyi yapmaya kalkıştığında hüsranla yerine oturur.Aslında Orson Welles de aynı durumu yaşamıştır zamanında.Filmi Citizen Kane ile zarar etmiştir.Ama sonraları ondaki bu büyük sinema yeteneğini ve üstün performansı görenler bu filmi sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul etmişlerdir.

Bundan yıllar önce dünyanın en kötü yönetmeni seçilen Ed Wood da aynen Orson Welles gibi olmak isteyen sinema aşıklarından biriydi.Bu izlediğim mükemmel Tim Burton-Johnny Depp klasiği film de Ed Wood’un sinema hayatındaki yükselemeden düşüş hikayesine yöneliyor.Based on a true Story olayını her zaman çok sevmişimdir.Böyle usta bir yönetmen ve oyuncuyla gerçek bir hikaye birleşince tadından yenmiyor.Hele ki bir sinefilseniz bu filmin ayrı bir tadı var.

Filmin en güzel yanı,hiçbir zaman Ed Wood’un kötü film yapışına yöneliyor olmaması.Ya da Ed Wood’un kötü filmler yaptığını asla söylemiyor yönetmen.Bilakis Burton bu çektiği filmde Ed Wood’un da Welles gibi anlaşılamamış biri olduğunu anlatma derdinde.Bunu anlatmaya çalışırken de Ed Wood’un ruh halinin derinliklerine iniyoruz.İçine kadın kıyafetleri giymesinden,angora manyaklığına kadar yaptığı hareketlere hiç sorgulamadan anlam verebiliyoruz.Sonuçta o bir yönetmen ve elbette ki kafasından bir kaç tahta eksik olmalı.

Film dünyasına girmeye karar verdikten sonra Drakula filminin efsanesi,sönmüş yıldız Bela Lugosi’yle tanışıyor ve yer yer filmde Bela Lugosi‘nin sorunlarına da eğiliyoruz.Özellikle ülkemizde daha çok görülen sanatçıları sahiplenmeme durumunun bir tekerrürü daha karşımızda beliriyor adeta.Kenara atılmış bir paçavra gibi,kimsesiz,fakir bir şekilde yaşayan oyuncu Bela Lugosi’yi de yanına alan Ed Wood onu tekrar meşhur etmek için pek çok film denemesine girse de,hiçbir zaman filmleri insanların gözünde vasatın daha üstüne çıkamıyor.

Filmde en çok takdir etmemiz gereken nokta ise Ed Wood’un en kötü durumda bile tükenmeyen umudu ve mizah duygusu olsa gerek.Filmi beğenilmediğinde,hakkında kötü birşeyler söylendiğinde bile her zaman bardağın dolu tarafına bakan bir yönetmen var karşımızda.Film çekmek için para bulma fırsatını yakaladığında hiç kaçırmıyor.Katoliklerden para alabilmek için bütün ekibi vaftiz ettirmesi ise sinemaya ne kadar aşık olduğunun bir göstergesi.

Aslında Ed Wood dünyanın en kötü yönetmeni seçildiğinde kaybetmedi.Daha iyi olduğunu kanıtladı.Binlerce insan Ed Wood’un neler çektiğini araştırıp izleyince onun söylendiği kadar kötü olmadığını anladı ve hayran grupları çığ gibi büyüdü.Zaten anlamak mümkün değil,Mustafa Altıoklar gibi yönetmenliğin “Y”sini dahi bilmeyen yığınla beceriksiz yönetmen ordusu varken neden Ed Wood’u en kötü yönetmen seçtiler.Bana göre Mustafa Altıoklar gibi acemilere Ed babamızın filmlerini göstertip en kötü yönetmenin bile onlardan milyonlarca kez daha iyi,daha duygu dolu filmler çektiğini göstermek istiyorlardı.

Yazı bittiğinde “Do Make Say Think – Executioner Blues” çalıyordu.

Stewie Griffin : Untold Story

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

89 yılında hayatımızı şenlendirmeye başlayan Simpsons dizisi,bize bir çekirdek ailenin asırlar bile geçse komediye çok yatkın malzemeler içerdiğinden dolayı asla esprilerin bitmeyeceğini kanıtladı,kanıtlıyor da.Yıllar geçti,koskoca 20 yıl geçti,ama sevimlilik muskası Maggie bile bi gram büyümedi.Hiçbirimizin umrunda da olmadı zaten bu.Bu aile böyle gayet iyiydi.

Sonra Family Guy çıktı.Family Guy’daki aile,Simpsons ailesinden bile daha manyaktı,daha farklıydı.Simpsons’taki Maggie‘nin zekasıyla,1 yaşındaki Stewie‘nin zekasını kıyaslarsanız bunu farkedebilirsiniz.Ya da Simpsons ailesinin aptal köpeği Santa’s Little Helper‘la,tekila manyağı köpek Brian‘ı da kıyaslayabilirsiniz.İşte bu iki şaşırtıcı karakter Family Guy’ı Simpsons’tan daha öte bir yere koydu ve asla kendisine taklit muamelesi yapılmasına izin vermedi.

Bildiğiniz üzere Simpsons daha çok aile yaşamındaki şeylere eleştiri getirirken,Family Guy daha çok televizyon dünyasındaki saçmalıklara dokunduruyor.Dizinin 1999 yılından beri 6 sezonu yapıldı ve hala devam ediyor.
Ben özellikle bu ekipte dublaj sanatçısı Seth MacFarlene‘ye harbiden heyret ediyorum.Adam dizide 5 kişinin (Stewie Griffin,Peter Griffin,Brian Griffin,Glen Quagmire,Tom Tucker) dublajını yapıyor ve sesler birbirinden o kadar farklı ki,bunları nasıl başardığına şaşırıyorsunuz.Anlaşılan dizi ekibi bütün dublaj parasını bu adama gömüyor.Adam Terminatör gibi.Dublatör.

Anlaşılan ekip Simpsons ekibi gibi film yapmak için 20 yıl beklememiş.4. sezona tekabül eden (3 de olabilir) 2005 senesinde esas oğlanımız,pisko çocuk Stewie’yi merkez alan bir film yapmışlar.Dizi olarak 25 dakika izlediğimiz şeyi 1,5 saat izlemenin tadı bi ayrı güzel.Bu zevki geçen Temmuz Simpsons Movie ve bu sene Bender’s Big Score‘da yaşamıştık.Ha bi de South Park‘ın film vardı,unutulmaz.Ekipler görüldüğü gibi diziyi film yapma işinin sırrını çözmüş durumda.Hiçbir şekilde görünüm olarak,ya da başka türlü bişeyler eklememek gerekiyor seyircinin yadırgamaması için.Asıl önemli olan dizinin o çizgisinden çıkmadan uzun metraj yapabilmek.Ve bu gördüğüm 4 film itibariyle hepsi başarılı bir şekilde yapılmış.Ama bana göre en güzeli Bender’s Big Score olmuştu.

Filmin ana konusu Stewie’nin bir gün ekranda kendisine acayip benzeyen bir tipi görmesi üzerine onu bulmak için Brian’la yola koyulması.Yine yüksek dozda mizah ve göndermeler mevcut.Sanırım en beğendiğim Stewie’yle yapılan Saddam göndermesiydi.Orada yarılmıştım.Bu nasıl olsa film diye ekip ensest ilişkilerden,gay ilişkilere kadar hepsiyle dalga geçmiş,argoyu da arttırmış.Sinemanın da en iyi yanı bu zaten,serbestliğinizi arttırıyor.

Bildiğim kadarıyla bu film sadece DVD olarak çıktı.Benim elimde 2 Family Guy filmi daha var ama nedir ne değildir,bilmiyorum.En meşhur olanı bu.Onların Türkçe altyazısını da bulamadım.Bi ara izleyeceğim.Onlar da bunun gibi bişeyse buradan yazarım büyük ihtimalle.Size Peter Griffin’in filmden bir repliğiyle veda etmek istiyorum : “İyi, burada artık çalışmadığıma göre, size neyin gerçekten tepemin tasını attırdığını söyleyeyim : Siz, Amerika.S.ktirin gidin!” Bazen filmlerin eleştiri çizgilerini anlatmak için tek cümle yetebiliyor.

Stewie Griffin : Untold Story torrent
Yazı bittiğinde “The Smiths – Girlfriend in Coma” çalıyordu.

Edward Scissorhands (1990)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Söyleyin bakalım,hortlakların,ecinnilerin,ucubelerin insancıllaştırılmış versiyonları denince ilk kim geliyor aklınıza?Yok lan,ne Hasan Karacadağ’ı?K.çınızdan uydurmayın.Ben Tim Burton‘dan bahsediyodum.Hani şu b.k çukuruna düşmüş gibi saçlara sahip bi yönetmen var ya,aha o.Tabi ilk başta yaptığım tabirde,son çektiği Sweeney Todd filmini ayrı tutmalıyım,zira orada bir yaratıklaşma,hayvanlaşma hikayesi var.Aslında düşündüm de Tim Burton’ı kalıba sokmak da pek doğru değil.Kafasına göre takılan bi adam.(bkz. Big Fish)

Film,makyaj malzemeleri satan bi kadının,esrarlı bi şatoya gidip,oradaki ucubeyi,Edward Scissorhands‘i (Johnny Depp) eve getirmesiyle başlıyor.Peki bi insan neden bi ucubeyi eve getirir?Bilinmez.Ama bunun içinde komşular içinde popülariteye sahip olma isteğinin yattığını söyleyebilirim.Zira kadın amacına ulaşır,Edward Scissorhands çevredeki bütün meraklı komşuların göz bebeği olur.Bunun sebebi de makastan oluşmuş ellerini çok yeteneklice kullanıp kadınlara çok güzel saç modelleri yapmasıdır.Edward,yarım akıllı,yarım kalpli bi adamdır.Bu yüzden bazı komşularının ona kur yaptığını da anlayamaz.Ama ne de olsa yarım kalp var dedim ya,onu alıp eve getiren kadının kızına içten içe bir aşk beslemeye başlar.Hatun da hatundur hani.Bizim ufacık,tefecik,elbise hırsızlığı yüzünden zamanında prestiji sarsılan Winona Ryder‘dır esas hatun.

İşin garip yanı,filmde insanlar nerdeyse Edward’ın ne olduğunu,ne hissettiğini;kısacası hiçbirşeyini merak etmezler.Sadece makas bıçak setinden başka birşey değildir çoğu için Edward.Zaten filmin en başında Tim Burton’ın bu yapaylığı sağlamak için elinden geleni yaptığını görüyoruz.İnsanların yaşadığı bu minik,minyatür kasaba,gerek evleriyle,gerek insan tipleriyle,gerek arabalarıyla adeta bir yapaylık abidesidir.

Filmin tahmin edebileceğiniz gibi asıl eğildiği nokta Edward’ın normal insanlara karşı yaşadığı adapte sorunu ve kendi içinde yaşadığı çözülemez acılar.Kendisinin yarım bir ucube olduğunu bildiği için hep çevresine karşı bir eziklik hisseder.Film başlangıçta karın nasıl yağmaya başladığını anlatarak girse de asıl olayımız bir ucubenin bir güzele aşkıdır.

Tim Burton,kendisini en iyi anlatan hikayenin bu olduğunu söylemiştir.Aslında söylemesine de gerek yok Edward’a yaptığı saç modelinden bunu anlayabiliriz.Bu film bir nevi imgelerle tamamlanmış yönetmenin otobiyografisi niteliğinde.Tim Burton’ı seven ve daha yakından tanımak isteyenler için mükemmel bir film.”Amaaan bre,yemişim Tim Burton’ı beyav,bana film getirin.” diyenler için de mükemmel bir film.Aynı zamanda bu filmi izlediğinizde Johnny Depp’in ne kadar çok yönlü bir oyunu olduğunu bir kez daha göreceksiniz.İzlenmeli mi?Kesinlikle.

Favori Replik
Kim : Sarıl Bana.
Edward : Yapamam…

Yazı bittiğinde “Al Di Meola – Tao” çalıyordu.

Şehrin Ortasında Deliliğe Doğru : Taxi Driver (1976)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

“Yalnızlık,hayatım boyunca nereye gitsem peşimi bırakmadı.Barda,arabada,kaldırımda,dükkanda.Her yerde.Kaçış yok.Ben Allah’ın yalnızıyım.”

Martin Scorsese‘nin 1976 yılında çektiği mükemmel başyapıt “Taxi Driver“‘daki Travis Bickle isimli karakteri ve bu filmin insanlara hissettirdiğini anlamak için mükemmel bir cümle.Hayatımda çok az kara film beni karanlığa sürüklemiştir.Çoğu karanlığın yanından teğet bile geçemezken,bu film beni resmen kara bir deliğin içine attı.Öyle ki bu filmi izledikten sonra yaklaşık 2 ay gibi bir süre boyunca kendimi onun gibi b.ktan ve yalnız hissettim.İşte bu sinemadır.
Martin Scorsese ve Robert De Niro‘nun pek çok filmde birlikteliği oldu.Birlikte yaptıkları her filmde mükemmel oyunculuk ve yönetmenlik sonucu muhteşem filmler çıkaran bu ikilinin bana göre en mükemmel filmidir Taxi Driver.
Travis Bickle (Robert De Niro) bir Vietnam gazisidir.Ve her Vietnam gazisi gibi o da yaşadıklarından dolayı contayı sıyırmıştır.Bu yaşadıkları onda uykusuzluk problemi yaratmıştır bir yandan da.Aynı zamanda savaştan çıkmış olmanın verdiği büyük bir hayata adapte olma sorunu vardır kendisinde.Sıkıntısını gidermek için geceleri “2 film birden” tarzında sinemalara gider.Televizyon seyreder.Bir arayış içinde olan kahramanımız daha sonra gece taksiciliği yapmaya karar verir ve Wizard’ın (Peter Boyle) yanında taksiciliğe başlar.Yaptığı iş sırasında türlü türlü cinslerle karşılaşır,bunun yanında bir de kadına aşık olur.Kullandığı diyaloglarla onu etkilese de,bir kadını ne tür sinemaya götüreceğini bilemediğinden (evet porno sinemasına götürüyor) kadından (Betsy – Cybill Shepherd) postayı yer.
İşte bu kahramanımız açısından tam bir dönüm noktasıdır.Yaşadığı anlaşılamama onun içindeki boşluğu doldurmuştur.Ama yanlış yönde.Artık kahramanımız bir anti kahraman olma yoluna girer.Bol miktarda silah alır,kafasını kazıtır ve Taksini sürerken gördüğü pisliklere karşı meydan okur.Başkan adayını ülkeyi pazarlayan bir nevi pezevenk gibi görür,öldürmek ister.
Sonra küçük bir fahişe olan Iris’le (Jodie Foster) tanıştığında farkeder ki asıl haklaması gereken kişi halkı pazarlayan kişi değil,küçücük kızları bu yaşında insanlara satan kişidir.Silahlarını alır ve Sport’un (Harvey Keitel) işlettiği genelevi basar.İşte filmin bu noktasında tansiyonumuz tavan yapar.Tam anlamıyla bir zirve noktasıdır.Silahlar patlar,kanlar akar.
Biraz önce saydığım üzere filmin mükemmel bir kadrosu var.Özellikle Harvey Keitel ve Jodie Foster rollerinin hakkını mükemmel bir şekilde vermekteler.Bu filmin benim için ifadesi gerçekten çok büyük.Robert De Niro’nun ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu bir daha anlıyorum bu filmi izledikten sonra.Müziklere gelince Bernard Herrmann’ın yer yer filmdeki atmosferi kuvvetlendiren,depresifleştiren müziği bir harika.Film boyunca nerdeyse sadece o melodinin çalınmasına rağmen hiç bir zaman aynı tadı vermiyor.Kullanıldığı her sahnede ayrı bir lezzeti var.Taksinin içinden gösterilen dış ortam ise adeta pastel bir boyama gibi.Pastel renklerin gri tonları ağır basmakta.Mükemmel bir kara film deneyimi yaşamaya hazırsanız bu filmi kesinlikle izlemelisiniz.

Yazı bittiğinde “Baby Animals – Working for the Enemy” çalıyordu.

Paths of Glory (1957)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Yine bir film incelemesi kısmındayız ve nedense yine bir Stanley Kubrick filmi.Site açıldığından beri sürekli Kubrick filmlerini yazıyorum.Galiba hepsini yazıp bitirmeden içim rahat etmeyecek.Kendimi Overdose yapıyor gibi hissediyorum.Ya ölecem,ya da daha fazla Kubrick bağımlısı olacam.İşin kötü yanı eldeki Kubrick filmleri bitince nolcak merak ederim.Acaba o vakit,kendimi Nuri Alço gibi bir amca yarısının gazozuna emanet eden bir Ahu Tuğba hafifliğinde mi hissedecem?Zaman gösterir.
Arada sırada,kendi beynimle yalnız kaldığımda düşünürüm : Acaba bu ülkeyi sevdiğim için mi burada yaşıyorum?Yoksa burada doğduğum ve buraya alıştığım,yenilikten korktuğum için mi bu ülkede yaşıyorum?Bu sorular genelde savaş zamanlarında,terörle savaş zamanlarında kafama takılmıştır hep.Orada doğuda buzların içinde askerlerimiz canlarına pahasına savaşırken ben kendimi burda tırsak bir vatan haini gibi hissediyorum.Acaba elimde fırsat olsa ülkemi yüzüstü bırakmak gibi bi adilik yapar mıyım diye düşünüyorum.Bunu pek çoğunuz yapıyordur eminim.
Kubrick de aslında Paths of Glory filminde buna benzer bir ruh halini irdeliyor.Ülkesi için savaşan yığınla asker ve rütbesi için askerlerini bir çöp parçasından farksız gören bir üst komutan.Kendi egosunu tatmin etmek için And Tepesi’ni almalarını istiyor bölük komutanından.Ama bölük komutanı rütbe,para pul peşinde değil.Sadece askerlerini düşünmekte.Her ne kadar bunun imkansız olduğunu,askerlerin yetersiz olduğunu,yersiz kayıplar verileceğini söylese de anlatamıyor büyük komutana.
And Tepesine saldırı başlarken askerlerin bir taraftaki kısmı çıkabiliyor ve ölüme doğru gidiyor.Tepeye yaklaşamadan ölüyorlar.Diğer bulunan grubun tarafa o kadar çok mermi yağıyor ki askerler dışarı bile çıkamıyor.Sadece ölüme gönderilen askerler ölmeye gitmedi diye,vatan haini ilan ediliyorlar.Düşünsenize olamayacak bir şey için,imkansız bir şey için beş para etmez bir adam size ölmeniz için emir veriyor.Bu kabul edilemez.Askerler her ne kadar haklı olsa da bu hareketin bedeli ödetiliyor.Ama idealist komutan rolündeki Kirk Douglas (Adam oğlu Michael Douglas’la aynı.Resmen karbon kopya) askerlerini korumaya çalışıyor.Tabi üstleri bunu istemediği sürece elinden birşey gelmez.
Kubrick’in filmde kullandığı kamera açıları ve diyaloglar gerçekten takdir edilecek cinsten.Adeta kamerayı bir boyut kapısı gibi kullanıyor ve seyirciyi de filmin içine alıyor.Ve istediği gibi huzursuz da ediyor.Bizi huzursuz ettiği kadar ülkelerin üst mevkilerindeki insanları da rahatsız etmiştir eminim.Bu vakite kadar bi yığın savaş filmi gördüm ama bu filmde gördüğüm savaş alanları diğer gördüklerime göre en etkileyici ve en gerçekçi olanıydı.Yani anlayacağınız dekorundan senaryosuna kadar dört dörtlük bir film.Filmin sonunda Fransız askerlerin Alman şarkıcıyla birlikte şarkı söylemesiyse apayrı bir mesaj,apayrı bir duygu yoğunluğu.Ortada ödenmesi gereken bir bedel olmamasına rağmen komutanın gurur meselesi yüzünden idam edilen askerlerin dramı apayrı bir melodram.

IMDB Kullanıcı Oyu: 8.6/10 (28,071 votes)

Top 250: #44