‘ Sinema ’ Mevzubahis Arşivi

It’s A Wonderful Life (1946)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Çocukluğumuzda ne kadar saftık,temizdik değil mi?Çok üstünde durmasak da hayallerimiz de saflığımızla doğru orantılı olurdu.Belki ailelerden verilen gazla,belki de börkenekten gelen bir istekle hep büyük bir adam olma ihtirası taşırdı pek çoğumuz.”Evladım sen büyüyünce ne olacan?” top listi vardır çok meşhur,bilirsiniz.

-Evladım sen olacan?
-Astronot olacam,Mars’a ilk çıkan ben olacam,taş örnekleri toplayacam,orda uzaylının biriyle evlenecem.
-Süper kahraman olacam.İyilerin dostu,kötülerin düşmanı olacam.Superman gibi olacam aynı.
-Ben dünyanın başkanı olacam.Dünyayı yönetecem.Her yer barış ve mutluluk içinde olacak.

Ve bunun gibi bir sürü çocukça hayal.Neden sonra büyümemizle orantılı,hayallerimizin küçüldüğünü görürüz.Kendi yolumuzu çizmeye çalışırken bir bakmışız ki,biz de basit bir duvarı oluşturan sıradan bir tuğla olmuşuz.Durumu her ne kadar içimize sindiremesek de belli sebeplerden ötürü hayaller yok olup gider.Gençlikte hayallerin verdiği ateşten yerinde duramayan bünye,hayallerini bir bir kaybettikçe sokaktaki o gördüğümüz,her şeye bağıran,kızan,lanet okuyan adam haline dönüşür.

Bu düşünce üzerine pek de az film seyretmedim.Hepsi insanların ayrı noktalarından,ayrı zaafiyetlerinden dem vuruyordu.Herkesi ayrı bir filmin,farklı bir teması vurabilir.Beni de bu film çarptı.Film,buz kaykayı yaparken buzun içine düşüp sağ kulağında işitmesini kaybeden George Bailey‘nin (James Stewart) çocukluğu ile başlıyor.Hayatında bazı noktalara tanık oluyoruz.Gençliğini görüyoruz sonra.Deli dolu,içinde hayat pırıltıları fokur fokur.Hayallerini kurmuş,dünyanın her yerini gezecek.Babası ise inşaat ve kredi birliğini kurmuş,insanların bir şekilde ev sahibi olmasını sağlıyor.Ömrü boyunca belki bir kere bile kendisini düşünmemiş bir adam.Sadece insanların ucuza para bulabileceği bir yer oluşturmak tek amacı.George’a devretmek istiyor burayı öldükten sonra.Ama George’un girmeye niyeti yok tabi.Küçüklüğünden beri hayalini kurduğu şeyleri yapmak var aklında.Dev yapılar,binalar inşa etmek,milyon dolarlar kazanmak.

Gitmeden önce o gece baloda Mary (Donna Reed) ile tanışıyor ve ona aşık oluyor.Adeta dişi kuşu baştan çıkarmaya çalışan bir erkek gibi kur yapıyor George.Gece güzel giderken babasının kalp krizi geçirdiğini duyuyor ve hastaneye gidiyor.Ama babası ölüyor.

Tabi herşey olacağına varır.İnşaat ve Kredi Birliğini istemeyerek de olsa yönetmek zorunda kalıyor.Bütün kaleleri tek tek indiren ve kendi kapitalist yönetimini uygulayan Henry Potter’ın (Lionel Barrymore) indiremediği tek kale burası.George hayallerini bu şekilde erteledikçe erteliyor.Kardeşi üniversiteden geliyor,ona devretmek istiyor,yine sorunlar çıkıyor.

Sürekli yeni sorunlar çıktıkça,George uzaklaşmak istediği bu şehirden kopamıyor ve herkes gibi hayalleri körelmiş bir şekilde yaşıyor,umutsuzca.O çocukça yaptığı hareketlerden de eser kalmıyor.Mary de bu durumu farkedip çok üzülüyor ama herşeye rağmen onunla evleniyor.Babası gibi kendini umursamayan bu adam herkese yardım ediyor,ev sağlıyor.Bir gün kötü iş adamı Henry Potter,muhasebecinin düşürdüğü parayı cebine atıyor,çalıyor yani.Para da oldukça yüklü.Bulamadıkları takdirde,kendisi hapise girecek ve yıllardır didindiği birlik de kapanacak.Haliyle dayanamıyor ve intihar etmek için köprüye gidiyor.

Filmin en güzel noktasını da bu son 20 dakika oluşturuyor.Filmin en önemli özelliği,geleneksel tanrı görüntüsünden daha farklı bir tanrı yapısı kullanması.Gözümüze gökteki bir varlık olarak tezahür ediyor.Yere gönderdiği kanatsız meleği de insan şeklinde görüyoruz.Son 20 dakika,bir insanın ne kadar çok insanın hayatını iyi anlamda değiştirdiğinin göstergesi adeta.Arkamızda bıraktığımız “Mükemmel yaşam“ın göstergesi.

Film bittiğinde içimde çok farklı duygular beliriyor.Bu hissiyatlar günlerdir sürüyor ve bu yüzden film üstüne ne diyeceğimi de bilemedim.Anlatmakla tam olarak anlayabileceğiniz türden bir film değil.Gerçekten hissedilmesi lazım.Yönetmen Frank Capra‘nın kullandığı yakın planlar George Bailey’nin gün geçtikçe ne kadar acısının arttığını,ama acısını içinde parçaladığını muntazam bir şekilde hissettiriyor bize.Hikayeyi mükemmel bir şekilde anlatıyor.Hepimizin yaşayabileceği türden bir hikayeyi çok derinlemesine işliyor.Oyuncular üzerine düşeni fazlasıyla çıkarıyor ve haliyle ortaya defalarca sıkılmadan,her izlediğinizde yeni şeyler keşfedebileceğiniz bir şaheser çıkıyor.Bu yüzdendir ki filmi anlatırken insan ne diyeceğini pek bilemiyor.

Bilseniz Daha İyi Olur Sanki

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

*Aktris (ne olur bir daha kimse,hiçbir yerde “aktrist” yazmasın!) Jeanne Eagels 1929 yılında “Mektup” adlı filmiyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar‘ına aday gösterildiğine hiç sevinmedi.Çünkü kendisi listeler açıklanmadan önce,3 Ekim 1929 tarihinde aşırı doz uyuşturucudan ölmek gibi bir salaklık yapmıştı.Kendisi ölümünden sonra Oscar’a aday gösterilen ilk ve tek oyuncu olarak kaldı;ama gönül,keşke uyuşturucuya hiç bulaşmasaydı da Oscar almasaydı diyor ister istemez.

*Söylentiye göre David Lynch arkadaşlarının ısrarı üzerine bir psikiyatristle görüşmeyi kabul eder.Lynch’in ilk sorusu şu olur : “Tedavi benim sanatımı etkiler mi?” Doktor da hiç düşünmeden yanıtlar : “Olumlu yönde,kesinlikle!” David Lynch’in bir daha o doktorla görüşmediğini ayrıca eklememe gerek var mı?

*1966 yılında Thomas Moore‘un ünlü yapıtı Her Devrin Adamı filme çekilirken önemli bir kar sahnesi vardı,oysa İngiltere’de kar mevsimi filan değidli.Yapımcılar büyük paralar harcayarak tırlar dolusu “stroform” malzemesini çekim mekanına taşıdılar.Tüm hazırlıklar yapıldı ve çekim sabahı kalkınca bir de ne görsünler : Çekim bölgesinde mevsim dışı olmasına rağmen lapa lapa kar yağıyor!

*Yönetmen Nat Daverich‘in 1922 tarihli Aşkın Gücü filmi sinemalarda oynamış olan ilk 3 boyutlu filmdir.

*Alfred Hitchcock baba,1956 tarihli Yanlış Adam filminin girişinde birkaç kelime konuşur.Bu sahne,her filminin bir yerinde mutlaka görünmeyi seven yönetmenin filmleri boyunca ağzını açtığı tek yerdir.

*Sinema tarihinde “M” (1931), “O” (2001), “P” (2005), “Q” (1982), “V” (1983) veya “X” (1963) gibi oldukça kısa adlar taşıyan yaklaşık bir düzine film vardır.

*1912 tarihli “Quo Vadis” filminin çekimlerinde kullanılan uyuşturulmuş aslanlardan biri yeterince uyuşturulmamış olmalıydı ki,birden figüran kalabalığının üzerine saldırdı ve talihsiz bir adamcağızı orada öldürüp yemeye başladı.Yetişen bakıcı elindeki tüfekle aslanı öldürene kadar aslan adamcağızın yarısını yemişti bile!

*Uzay Yolu” filmlerinin hiçbir yerinde Kaptan Kirk “Işınla bizi Scotty!” demez.Dediği daima şudur: “Bizi yukarı ışınlayın Bay Scotty“.

*1972 tarihli “trash” başyapıtı Pink Flamingos‘un çekimleri sadece hafta sonlarında yapılabildiği için biraz uzun sürmüştü.Film sadece hafta sonları çekilebiliyordu,çünkü yönetmen John Waters bütün hafta kırk türlü işte çalışarak o haftasonu yapılacak çekimler için para biriktiriyordu.Waters,sonraları,filmi bitirebilmek için o dönemde taksicilik,jigololuk,gece bekçiliği,bar fedailiği,hatta dilencilik yaptığını gururla söylemiştir.

Kaynak : Sabri Kaliç‘in kaleminde 2006 civarı Hayvan‘da yayınlanmıştır.Birkaç sayıdaki bilgilerden sağlı sollu toplanarak güzel bir kolaj haline gelmiştir.Bilgilerin birçoğunun tarafımdan önemli olduğu düşünüldüğü için böyle bi alıntıya başvurulmuştur.Yazıların bazılarını okurken,özellikle John Waters‘ı,sevgimden bi ara onun bıyık modelini kullandığımı hatırlayınca duygu yoğunluğuna düşülmüştür.Sonra bu bıyığımı görünce aklıma bana John Waters yerine Ayhan Işık diyenlere küfrettiğim gelmiştir.Eee,ne de olsa “Anan gibi saç uzatacağına,baban gibi gibi bıyık bırak“tır genel bi kanıya göre.Sadece sakal bırakınca da bazı hıyarların laf ettiği aklıma gelince,onların da dalağını yarasım gelmiştir.Ne kadar alaturka bir toplumuzdur,yemek yerken,ayran içerken bulaşan artıklarla bıyığı kabul eden insan güruhlarıdır herkes.Ama iş sadece sakal veyahut sadece bıyık olduğunda oğlan daşağa sarılmaktadır adeta.Biraz geliştirmeliyizdir şu kafaları.(Car car car anasını satayım cırcır olmuş bulgar g.tü gibi konuşup duruyo yanımdaki de.İşindeki gücündeki adamı meşgul ediyolar vuracam meşe odununu beynine)

Sinemadan Çıkmış İnsan

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Gerek oyunculardan,gerekse yönetmenlerden sinema üstüne pek çok söz,pek çok yorum duymuşsunuzdur.Bazıları öyle bir şekilde lanse eder ki “Evet lan!Benim sinemam bu!” dedirtir size.Bazıları sadece saçmalar,peşi sıra anlamsız cümleler dizgisi kurar.Bu bir film içindeki sinema yorumu da olabilir.Genelde saçmalayanlar doğal seleksiyon yolu ile elenir.Gişeden beş parasız ayrılır ve bir daha o doğru dürüst ne olduğunu anlamadığı “sinema”yı anlatma teşebbüsünde bulunamaz.Kolay bir iş değildir “sinema”yı tanımlamak.Bu yüzden kimse de kimseden sinemayı anlatmasını istemez.Bizim yönetmenlerden ve oyunculardan beklediğimiz şey sadece saniyede bize 25 kere yalan söylemeleridir.Sinemanın dışında başka bir dünyaya götürebilme gücü varsa kabul.Anlayacağınız,her yönetmenin kafasında bir sinema tanımı vardır,ama onu film çekme haricinde bir şekilde tanımlamaya çalışırsa bazen saçma olabilir.Mesela David Lynch.Bu dengesiz,arıza adama “Sinema nedir?” diye sorduğunuzda hiçbir zaman aynı yanıtı alamayacağınıza eminim.Çünkü gelgitlerle dolu bir adam.İlk sorduğunuzda “Beynimdeki karmaşık dünyaların anlamsız veya anlamlı dışavurumu” diyebilir.Sonra tekrar sorduğunuzda “Ne olduğunu ben de bilmiyorum,çekiyorum ve insanlar anlam veremedikleri şeyleri seviyor” diyebilir.Aslında her dediğinden de vardır biraz sinema içinde.

Bütün yönetmenler sinema kavramını eşeleyedursun,ben size Yusuf Atılgan‘ın sinema üzerine döktürdüğü birkaç satırı yazacağım.Sinema dergisi “Sinemadan Çıkmış İnsan” bölümünde yaklaşık 1 yıl boyunca bu cümleleri yayınlamıştır.Her okuduğumda içimde daha büyük anlamlar uyandırdı bu cümleler.Özellikle sinemaya karşı olan aşkımı kat kat arttırdığına şüphe yok.Dünyanın en büyük yönetmenlerinden bile duyamadığım kalitede ve kusursuzlukta cümlelerdi bunlar.Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam isimli kitabından alıntılanmış bu mükemmel kısmı sizinle de paylaşmak istiyorum.

…İki saat sonra kalabalığın içinde,sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.Düşünüyordu : Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği,kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. “Sinemadan çıkmış insan”.Gördüğü film ona birşeyler yapmış.Salt çıkarını düşünen kişi değil.İnsanlarla barışık.Onun büyük işler yapacağı umulur.Ama beş-on dakikada ölüyor.Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu ; asık yüzleri,kayıtsızlıkları,sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar,eritiyorlar.Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum.Kocaman sinemalar yapmalı…Bir gün,dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara.İyi bir film görsünler.Sokağa hep birden çıksınlar.
Yusuf ATILGAN
-Aylak Adam-

Yazı bittiğinde “Yes – Close to the Edge” çalıyordu.Bu arada baktım da,ilk defa bir renk kullandım yazımın içinde.Nerdeyse 150. yazı oldu,daha yeni renk kullanmışım.Vay anasını be,cidden şaşırdım.

One Flew Over the Cuckoo’s Nest

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

One flew to east
One flew to west
and
One flew over the cuckoo’s nest

Hem filmin,hem de dünyadaki bütün insanların sabah uyanmasıyla çizeceği yolun bir şekilde belirleneceğinin de yegane göstergesi olan bir tekerlemedir bu.Çok kısadır,ama içindeki anlam çok derin.Başkalarının istediği gibi yaşayıp sağa sola,belli bir nizam içinde uçmak, veya sistemin içine sığamayıp bir şekilde contaları sıyırmak.Diğer tabiriyle ise Guguk Kuşları’nın mekanlarına rötarlı bir geçiş.Pek çoğumuzun pek çok şeyi istemeden yaptığını,ya ekmek parası ya da sevdiği birkaç insan için yaptığını biliyoruz.Hayat ağırdan veya hızlıdan ömrümüzden alıp giderken,pek çok hayal de sürüklenip gidilen,başkaları için yaşanan hayatın içinde sönüp gidiyor.

Ken Kesey‘nin 1962‘de yazdığı roman ve 1975‘te Milos Forman tarafından mükemmel bir şekilde uyarlanan bu film her saniyesinde,hatta her nano salisesinde bize bunları düşündürtüyor.Düşündükçe yer yer üzülüyor,yer yer kafayı sıyırmışçasına gülebiliyoruz.Akıl hastanesindeki insanların metaforlarla dolu dramlarına eğiliyoruz 2 saat boyunca.

R.P. McMurphy (Jack Nicholson) Bulunduğu hapishane ortamından kurtulmak için delice davranan,deli taklidi yapan bir insandır.Yaptığı pek çok taşkınlıktan dolayı da akıl hastanesine gönderilir.Öyle insanlar görür ki : Kimisi tam anlamıyla dış dünyayla bağlarını koparmıştır,kimisi ise akıllıdır,ama akıllı olduğunun farkında değildir.Bazıları da dış dünyada korktuğu,kaçmak istediği için buradadır.1001 çeşit sebep var anlayacağınız.Ama McMurphy de tam anlamıyla bir asidir ve buradaki insanları Hemşire Ratched (Louise Fetcher) ‘ın otoritesinden kurtarmaya çalışır.Bu kısımda da aslında çok büyük bir metafor devreye girmektedir.Devletlerin otoritesini kaybetmemesi için insanları susturmaya çalışması.En basitinden 1 Mayıs’ta kafalara durduk yerde inen coplar gibi düşünebiliriz.Akıl hastanemizde ise coplarımız,beyine verilen,insanın aklını her seferinde daha fazla yok eden elektroşoklardır.McMurphy kendini deli sananlara akıllı olduğunu farkettirmek için kendini feda eder adeta.Delileri hastaneden otobüsle kaçırıp balık tutmaya götürmekten tutun da,hastaneye kadınlar getirmeye kadar.İnsanların gözlerini bir nebze açar.Bazıları niye buraya düştüğünü sorgulamaya başlar.Ve kalesinin düşmesinden korkan hemşire,adeta insanları susturmaya çalışan baskıcı bir başbakan gibi her defasında şoku verir McMurphy’ye.

Filmin en büyük kopma noktası bana göre,McMurphy’nin ileride camı kırmak için kullanacağı büyük su kutusunu çıkarmaya çalışmasıdır.Çıkaramadığında şöyle der : “Olsun,en azından ben denedim. ” O kutu filmin finalinde de çok büyük yer teşkil etmektedir.Hatta,filmin finalinin sinema tarihindeki en güzel finallerden biri olduğunu söylesem abartmış olmam.İnsanın içinde isyan doğuran,tüylerini diken diken eden türden bir final.

Milos Forman,sinemasının alametifarikalarını bu filmde de göstermiştir her zamanki gibi.Jack Nicholson gibi bir manyağı,oynadığı rolü yaşayan bir sinema aşığını oynatarak çok doğru bir seçim yaptığını göstermiştir.Bu rolü başkasının oynadığını düşünemiyorum,bu kadar güzel olacağını da sanmıyorum.Bunun yanında Christopher Lloyd ve Danny DeVito gibi tanıdığımız oyuncular da deli rolleriyle kafamızda çok çeşitli düşünceleri yaratmıştır.

İnsana izlediğinde yeni düşünceler katan,artık o insanı eski o yapmayan filmlerden biridir Guguk Kuşu da.Eğer hala izlemediyseniz mutlak bir yerden bulup izlemenizi öneririm.Bu en iyi sistem eleştirilerinden biri olan filmi kaçırmak isteyeceğinizi sanmıyorum.


Some Like it Hot (1959)

Bunu,alttakini ve ondan sonrakini yazan Deli Profesör

Pek çok meşhur filmin adı,izlemesek de geyiklerimizin içinde döner.”Ve Tanrı Kadını Yarattı” bunların en meşhur örneklerinden olsa gerek.İzleyen kişi pek olmasa da genelde herkes o filmde Brigitte Bardot‘un arz-ı endam ettiğini bilir.Keza Some Like it Hot‘ı da bu örneklerin içine sokabilirim diye düşünüyorum.Benim günlük hayatta karşılaştığım kadarıyla yer yer döner “Bazıları Sıcak Sever” geyiği.

Çoğu insanın neyi sıcak sevdiğini bilemem ama mevzubahis filmimizde Tony Curtis‘in neyi sıcak sevdiğini biliyoruz.Geçenlerde bu filmi yatakta izlemeye çalışmıştım.Olacak iş değil.Yatakta izleyeceğime hiç izlemem daha iyi.Sıcacık battaniyenin içinde mayışa mayışa en fazla 30 dakika gidiyor.Ben de kendime küfrettim.Akabinde bi gece vakti kardeşimle oturarak izledim.

Film başladığında ilk olarak mafyanın eğlenceli,gizli kapaklı işlerinden birine tanık oluyoruz.Tabut içinde taşınan içkiler,cenaze evi görünümlü mekanda gizli eğlence yerine götürülüyor.Eski zamanların mafyası da ayrı bi jantiymiş.Hele polis kovalamacasında sürdükleri araba apayrı bi güzellik.O incecik tekerlerle o hızda virajları nasıl dönüyor diye pek şaşırmıyorsunuz.Çünkü görüntünün birkaç kat hızlandırıldığını farketmek pek zor değil.Cenaze evi görünümlü barda,kahve bardağı içinde içilen,kadınların eğlenceli bir şekilde dans ettiği ortamda kameralarımız iki kafadar çalgıcıya yöneliyor.Bu girişten başrolün onlara bahşedildiğini farkediyoruz.Hoş,Tony Curtis‘le Jack Lemmon figüran olacak da ben mi oynayacağım?

Polis baskınından kaçan elemanlarımız bu sefer de mafyanın seri cinayetine tanık olunca,tarlayı tapanı toplayıp delik deşik edilmeden kaçmaları elzem oluyor.Şanslarına kadın orkestrasında bir kontrbas ve saksafon boşluğu buluyorlar ve kadın kılığına girip orkestraya katılıyorlar.İçinde Mariyln Monroe‘nun da bulunduğu trenle ver elini Florida.Kadın kılığında bir erkek olarak bir trenin içinin her yerinde cıvır dolu olduğunu düşünün.Olur olmaz gece içki partilerinde küçücük yatağınıza doluşan,her yerinize değen kadınlar.Niyeti bozmamanız lazım.Çok zor bir deneyim olsa gerek.Bunun ardından Joe (Yoksa Josephine mi desem?) ve Jerry‘nin bir yandan Sugar (Marilyn Monroe) ve k.çlarını mafyadan kurtarmak için kapışmalarına tanık oluyoruz.

Marilyn Monroe’ya dikkat ettim de bayağı etli butlu bir ablamız gibi geldi bana.Yani bıngıl bıngıl sallanıyor etler resmen.Neredeyse her sahnede eğilmesiyle birlikte göğüslerini görmemiz kilo problemini kapatıyor sanırım.Onu efsane yapan şey aptal sarışınlığı olsa gerek.Zira kendisinin güzel bir vücut sahibi olduğunu söyleyemeceğim.Lakin sesi de fena değil gibi.Kiss Me Tiger’ı söyleyiş şekli insanı biraz garip ediyor.

Tony Curtis ve Jack Lemmon gerçekten birbiriyle uyumlu iki başrol oyuncusu olarak mükemmel iş çıkarıyorlar ve duruma göre birbirlerini çok iyi frenleyip dengeliyorlar.Marilyn Monroe da sanırım kendi gibi oynadığı için güzel iş çıkarıyor.Gerçi ne yalan söyliyim,bazı hareketleri aşırı derecede yapay geldi.Filmin pek çok sahnesi insanı gülmekten çatlatır cinsten.Özellikle kadın kılıklı erkeğimiz Daphne’nin yatağına dolan 20 tane kadın yüzünden yaşadığı zor anlar ve Sugar’ın Joe’nun iktidarsızlık sorununu çözmek için defalarca dudağına yapışması.

Eski Yeşilçam zamanlarını zaten biliyorsunuz.Dünya’da tutan her filmin bir Türk uyarlaması yapılırdı illa ki.Some Like it Hot da bu furyadan nasibini almış.Fıstık Gibi Maaşallah‘ta Sadri Alışık‘ın “Ben Erkekim,Ben Erkekim” dediğini hatırlıyorsunuzdur.Eskiden niye sürekli böyle uyduruk kaydırık filmler çekerlerdi anlamış değilim.İlla bişey uyarlayacaksanız en kötüsü Goethe‘nin Faust‘unu serbest bi şekilde uyarlayın.Gerçi onun da b.ku çıktı ama,o zamanlarda biraz daha az uyarlanmıştı yine de.Yeşilçam bitti de ne oldu?Yeşilb.k oldu sinemamız adeta.Şimdi de Amerikan Pastası tadında gençlik filmlerinin ucuz kopyaları türemeye başladı.Hep ticari zihniyetin hükmünden kaynaklanan b.ktanlıklar bunlar.

Ne anlatıyordum nereye saptım?Ama kızmakta da haksız değilim.Ne varsa eski filmlerde var.Herkesin günümüze oranla daha az parayla daha samimi işler çıkardığı zamanların ürünlerinden birisi Some Like it Hot da.Bu yüzden güzel bir komedi izleyip eğlenceli 1-2 saat geçirmek isterseniz pişman olmazsınız.

Yazı bittiğinde “Saltatio Mortis – Nichts Bleibt Mehr” çalıyordu.